23 Nisan 2011

Balon ve Bayrak

Slavoj Zizek, Yamuk Bakmak adlı kitabında şöyle diyor: “Bir şeye dosdoğru bakarsak, onu gerçekte olduğu gibi görürüz. Halbuki arzu ve endişelerimizin kaynaştırdığı bakış, ‘yamuk bakış’ bize çarpık bulanık bir görüntü verir. Bir şeye dosdoğru, yani gayri şahsi, nesnel bir biçimde bakarsak, şekilsiz bir noktadan başka bir şey göremeyiz. Nesne, ona ancak ‘belli bir açıdan’ yani arzunun desteklediği, nüfuz ettiği, çarpıttığı ‘şahsi bir bakışla’ baktığımız takdirde açık seçik özellikler kazanır.”
Ben de bugün, pek çoğu 23 Nisan törenlerinden kalma fotoğraflarıma, “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile Atatürk’ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı Kutlama Yönergesi” eşliğinde, "şahsi" çağrışımlarımı saklı tutarak, “yamuk” bakıyorum. Elbette her gösterenin başka bir şeyin de göstereni olduğunu hatırlayarak:
Bir fotoğraf karesinde hem özne hem nesne olmak... Ya da iktidarın hem etki ettiği hem de aracısı olmak!
"Bayramların tören ve gösterilerini kanun, yönetmelik, yönerge, genelge ve emirlere uygun şekilde hazırlamak ve uygulamak üzere il, ilçe, bucak, kasaba ve köylerde KUTLAMA KOMİTESİ oluşturulur.
İl kutlama komitesi; valinin veya görevlendireceği vali yardımcısının başkanlığında garnizon komutanlığı, belediye başkanlığı, emniyet müdürlüğü, millî eğitim müdürlüğü, kültür ve turizm müdürlüğü, gençlik ve spor il müdürlüğü, sağlık müdürlüğü temsilcileri ile millî eğitim müdürlüğünden beden eğitimi spor ve izcilikle ilgili müdür yardımcısı veya şube müdürü, izci kurulu başkanı, koordinatör formatör beden eğitimi öğretmeni, bir beden eğitimi, bir müzik ve bir resim/görsel sanatlar öğretmeninden oluşur.
Kutlama komitesi, bayramların nisan ve mayıs aylarında iklim şartlarını da dikkate alarak tören ve gösterilerin varsa stadyum, yoksa hipodrom, meydan, alan, cadde, sokak ve benzeri yerlerden hangisinde yapılacağına; hangi etkinliklerden oluşacağına KARAR VERİR. 
Bayram kutlamalarına; kurum ve kuruluşların, halkın, yerel yönetimlerin, sivil toplum kuruluşlarının etkin ve coşkulu katılımını sağlamak için gerekli TEDBİRLERi ALIR.
Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan...
Tören ve gösterilere katılacak okulları/kurumları, bayramın senaryosunu, gösterilerdeki koreografileri, hareketleri, kullanılacak müzikleri, kıyafetleri, materyalleri, şiir ve konuşma  metinlerini tespit eder. Şiir ve konuşma metinlerini okuyacak öğrencileri yarışma yöntemiyle BELİRLER.
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nda, yönetim makamlarında temsili olarak görev yapacak öğrencileri TESPİT EDER.   
Tören ve gösterilerde görevli grupların tören alanına yerleşimlerini, tören geçişini ve gösteri sırasını DÜZENLER.
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda Atatürk anıtlarına, heykel ve büstlerine çelenk koyma törenleri, valilik adına il millî eğitim müdürlüğünce düzenlenir; çelenk koyma, tebrikata giriş sırasına göre uygulanır.
Bayram kutlamalarına katılacak tören ve gösteri grupları, 23 Nisan günü saat 09.30-10.00 arasında kutlama komitesince belirlenen tören alanında yerlerini alır. Saat 10.00’da milli eğitim bakanı, vali, garnizon komutanı ve belediye başkanı törene katılanların ve halkın bayramını KUTLAR.
İstiklal Marşı eşliğinde bayrak direğe çekilir. Bayramın açış konuşması, millî eğitim bakanı tarafından tören alanında yapılır. 
Teknik komite tarafından seçilen bir öğrenci, öğrenci andını okur ve diğer öğrenciler de yüksek sesle TEKRAR EDER. Bir öğrenci, günün anlam ve önemini belirten konuşma yapar, bir öğrenci de şiir okur. Teknik komite tarafından belirlenen ve millî eğitim müdürlüğünce görevlendirilen öğrenciler, bayram günü yönetim makamlarını ziyaret ederek ve bu makamlarda temsili olarak görev yapar.
Tören geçişi; tören yöneticisi, bayrak grubu, flama grubu ve teknik komitenin geçişinden sonra; diğer grupların geçiş sırası ise teknik komite tarafından belirlenen sıraya göre yapılır. 
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nda tören ve kutlamaların yapıldığı alanlara ve kutlama komitelerince uygun görülecek diğer yerlere, bayrak, Atatürk posterleri, ulusal egemenlik, Türkiye Büyük Millet Meclisi, demokrasi ve çocuklarla ilgili döviz ve afişler asılır."
George Orwell'i anımsatan ismiyle kutlama komitesi özetle; karar verir, tedbirleri alır, belirler, tespit eder, düzenler ve kutlar. Her sene de tekrar eder. Ne de olsa tekrar, tıpkı öğrenci andında olduğu gibi, hem uygulayan hem de uygulanan için pekiştiricidir!

18 Nisan 2011

HESsssss

Önümüzdeki on yılda Türkiye’nin enerji ihtiyacı % 7 artacak - Türkiye’nin enerji ihtiyacı katlanacak - Artan enerji ihtiyacı için yapılması gereken yatırım tutarı 120 milyar dolar - Önümüzdeki 25 yıl enerji ihtiyacı % 50 oranında artacak - Enerji için para, para için enerji ihtiyacı var - Enerjide büyüme ihtiyacı artırdı - Türkiye büyürken, enerji ihtiyacı katlanarak artıyor - Türkiye’nin büyüyen enerji ihtiyacı önemli fırsatlar sunuyor - Türkiye % 100’ün üzerinde enerji büyümesi hedefliyor - Dünya enerji ihtiyacı büyüyor - Enerji ihtiyacı 2020'de % 160 artacak... 
İktidarın eline karşı bizim elimiz!
Bu ifadelerin hepsi, yakın zamana ait “haber” başlıkları. Bunları bir araya getirmemin sebebi ise hafta sonu katıldığımız bir toplantıda, pek çok insanın haberdar olduğunu düşündüğüm Anadolu’yu Vermeyeceğiz hareketinden Güven Yüksek’in, HES’lere karşı verilen mücadeleye dair anlattıkları ve sözde enerji ihtiyacına dair yapılan talanı gösterdiği, ne yazık ki kimi katılımcılar tarafından yeterli bulunmayan sunumu.
Yüksek, buradan de kolaylıkla erişebileceğiniz 20 dakikalık Anadolu’nun İsyanı belgeseline paralel olarak, suyun yatağının değiştirilerek borulara hapsedildiğini, önce derelerin canının çıkarıldığını, sonra da suyun % 10’unun, çoğu zaman daha da azının, can suyu adı altında yatağına bırakıldığını, bu projelerin ekolojik dengeyi bozduğunu, tekstil firmalarının dahi bu “karlı” işe el attıklarını, itirazlar karşısında iktidarın her seferinde yeni yasal yollar ürettiğini anlattı. Bu gönüllü bilgilendirme karşısında, gerek içeriği gerekse üslubu ile dinleyicilerden yükselen itirazlar ise, beni oldukça şaşırttı. 
Evet onlar da HES’e karşıydı! AMA enerji ihtiyacı diye de bir şey vardı. Ayrıca bu son derece “romantik” görüntüler, rakamlarla desteklenseydi daha ikna edici olabilirdi. Hele bir de Avrupa ülkelerinde yapılanlarla bizdeki yağma karşılaştırmalı olarak verilseydi, kim bilir ne kadar etkileyici olurdu! Peki bu firmalar yıktıkları alanı ağaçlandıramaz mıydı?

Çayeli-Senoz, İspir-Sarıkonaklar, Çoruh-Deriner

HES, nükleer enerji ya da barajlar… Hepsine karşı olmak için "rasyonel" argümanlar üretmek mümkün. Ama buna ihtiyaç var mı? En başında bunlar, etkinlik halinde olmanın doğal olduğuna dair yanılsamanın ürünleri değil mi? Zira ihtiyaçları doğallaştırmak, insanların bu doğal ihtiyaçları tatmin etmek için seçtikleri tüm yolları da meşrulaştırmıyor mu? İhtiyaçlarımızı yenileyerek, yinelenen bir süreci tetiklemiyor muyuz? 
Tüketmek üzere ihtiyaç duymak, bu ihtiyaçların doğal olmasının bir göstergesi değil!
Biz dün akşam, ihtiyacı yeniden düşünmek ve kendi enerjimizi yaratmak için sigortaları kapattık! Zira fiziksel dünyada yaptığımız değişiklik, algı dünyamızı da değiştiriyor.

15 Nisan 2011

Parlamento Profili

Bu sabah karşılaştığım bir haber sonrası, milletvekili adaylarının tanıtıldığı şu günlerde, geçen sene gecikmeli olarak sunduğum yüksek lisans tezimden bazı bölümleri paylaşmaya karar verdim. 
1877’deki ilk Osmanlı parlamento deneyiminden 2007 yılında yapılan son seçimlerin oluşturduğu parlamentoyu da içine alacak şekilde, milletvekillerini meslek, eğitim, yaş ve cinsiyet gibi sosyal kategoriler açısından incelemeyi ve parlamentoların sosyal profilini ortaya koymayı amaçladığım çalışma,  elbette Türkiye’nin "modernleşme" sürecinin tarihsel arka planı eşliğinde ve ilgili dönemlerde parlamentoların yapısı ile anlam kazanıyor. Nihayetinde bu tez, tıpkı diğerleri gibi, amacına ulaşmak için tartışılmaya ihtiyaç duyuyor.
Önemli olduğunu düşündüğüm verilerden ilki, 1877 yılındaki ilk parlamento ile 1919 yılında yapılan son Osmanlı seçimlerinin ortaya koyduğu parlamento arasında izlenen fark. Zira Müslüman olmayan azınlıkların temsili noktasında ortaya çıkan bu farklılık, sonraki dönemleri anlamak için ipuçları içeriyor. Osmanlı parlamentolarının çok dinli ve kültürlü yapısında, zaman içinde negatif anlamda meydana gelen değişim, Tanzimat’la birlikte siyasi birliği sağlamak amacıyla tartışılmaya başlanan Osmanlıcılık siyasetinden milliyetçiliğe doğru evrilmenin göstergesi gibi. Kısmen son Osmanlı Mebusan Meclisi de dahil olmak üzere, Birinci Büyük Millet Meclisi ve sonraki parlamentolarda “Türk” ve “Müslüman” olmayan milletvekili neredeyse yok!
Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyet’e geçiş evresinde kurulan parlamentolar, Osmanlı’nın son döneminde devlete yeni şeklini veren gücün, toplumsal meşruiyet temelini oluşturan bir işlev görmüş. Toplumla kurduğu bağ ve ideolojik donanım bakımından büyük ölçüde Türkiye Cumhuriyeti’ne de aktarılan bu kadrolar, asker ve sivil bürokrat kökenli bir iktidar oluşturmuş. 1923’ten itibaren tek partili yıllar boyunca parlamentonun bürokrat ağırlıklı bu görüntüsü, DP iktidarıyla birlikte serbest meslekler lehine değişmiş. Çok partili dönemle birlikte, bürokratların parlamentodaki oranları, askeri darbeler sonrası oluşan parlamentolardaki artışlar dışında, bir daha hiçbir zaman tek partili yıllardaki temsili gibi olmamış.  
Öte yandan bürokrasinin sivil kanadından gelen milletvekillerinin temsil oranı RP’nin birinci parti olarak çıktığı 1995 seçimleri ve AKP’nin kazandığı ilk seçim olan 2002’de yarı yarıya azalmış. Oysa vali, vali yardımcısı ya da kaymakamlık yaparken, milletvekili olabilmek için görevlerinden istifa eden sivil bürokratların en yüksek oranda temsil edildikleri dönem 1995 ve 2007 seçimlerinden sonra olmuş. 1980 sonrası tüm yasama dönemleri boyunca, parlamentoya girmeyi başaran partiler içinde, sadece CHP’de daha önce bu görevlerde bulunan milletvekiline rastlanmıyor.
1980’lerden sonra ivme kazanan bir diğer meslek kategorisi girişimciler. 1990 yılında kurulan ve “muhafazakâr” kimliği ağır basan işadamlarının kurduğu MÜSİAD’ın, 1991-2002 yılları arasında parlamentoya taşıdığı sadece 1 milletvekili var. 1995 yılında RP listesinden parlamentoya giren 1 MÜSİAD üyesi milletvekiline karşın, 2002-2007 seçimlerini kazanan AKP’de, MÜSİAD üyesi 20 milletvekili bulunuyor.
1980 sonrası tüm yasama dönemleri boyunca ticaret ve sanayi odalarına üye milletvekillerinin en yüksek oranda temsil edildiği parlamentolar, 2002 ve 2007 yıllarında yapılan seçimler sonucu oluşan parlamentolar. 1983 seçimlerinin ardından ticaret ve sanayi odasına kayıtlı 5 milletvekili varken, genellikle Anadolu’daki odalara kayıtlı milletvekillerinin oluşturduğu bu sayı, 2007 seçimlerinden sonra neredeyse on kat artıyor.
Yerel yönetimden gelen milletvekillerinin en düşük temsil edildiği parlamentoyu, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından yapılan 1983 seçimleri belirlemiş. En yüksek temsil oranı ise, AKP’nin 2002 ve 2007 seçimlerinin ardından gerçekleşmiş.
Belirlenen parametreler, sınıflandırmalar ve belki de dönemlendirme konusunda başka türlü çalışmalara her zaman açık bu alan, Türkiye’de parlamentonun hiçbir zaman salt kendi varlığı ve iç yapısıyla anlaşılabilecek bir kurum olmadığı gerçeğiyle yan yana duruyor. Dün de öyle, bugün de... 

12 Nisan 2011

Sentetik Dünya


2 sene önce Balıkesir-Gönen'de fotoğrafladığım "Plastik Kızlar"
Bugün, İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Endüstri Mühendisi Öznur Dolmaz’ın, “Gündelik Hayatta Plastik Malzemelerin Anlamları: Mutfak Objeleri Üzerine Bir Araştırma” başlıklı tezi rehberliğinde, nesnelerin sosyal ve sembolik anlamlarla dolu dünyalarına bir yolculuk yapalım. İnsan sağlığı ve çevre kirliliği ile doğrudan ilişkisiyle birlikte, iç dünyamızda plastikle kavramsal bir karşılaşma gerçekleştirelim.
Damacana ve pompası, muşamba masa örtüleri, melamin tabaklar, çoğu lavabo altında saklanan leğen, süzgeç, karıştırma ya da meyve yıkama kapları, tezgâh altındaki çekmecelerin hemen hepsindeki kaşıklık, plastik malzemeden yapılan, mobilya işlevi olsa da, mobilya muamelesi görmeyen dolaplar… Bu son derece tanıdık nesneler ve manzaralar, tezin ikinci bölümünü kapsayan kullanıcı araştırmasına, plastiğin özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ucuzluk ve bolluk ile karşılık bulan anlamıyla yansıyor. Kimi için kırılmayarak masraf çıkarmıyor, kimi ucuz ve hafif olduğu için 5 yerine 15 tane alıyor. Renklerinin çekiciliği, eğlenceli görüntüsü de cabası…
Isıtıldığında şekil alabilen, soğutulduğunda sertleşip şeklini koruyan, belli bir doğrultuda kopmadan sürekli deforme olabilen, her türlü kalıba girebilen son derece “uyumlu” bu madde, benim için gerçeklik algımızı bozan taklit edebilme yeteneğiyle öne çıkıyor. Zira sahtenin çoğalması kanıksanırken, doğala rastlamak sıra dışı oluyor. Nitekim çalışmanın ilk bölümünde, Solmaz’ın plastiğin taklit yeteneği üzerinden ortaya koyduğu örnek; kalkınma, kentleşme, çağdaşlaşma ile birlikte bir çözüm önerisi olarak ortaya konan İZOLASYON’u, bakın nasıl çarpıcı biçimde temsil ediyor:
“Satılık ya da kiralık ev ilanlarında belirtilen ve aranan bir özellik olarak PVC, son 30 yıldır Türkiye’de gündelik hayatın bir parçası. Bu ürün grubuna adını veren Pimapen, önceleri sadece beyaz renkte üretim yaparken, şimdilerde ‘Ağaçların eşsiz karakteri Pimapen renklerinde’ reklam sloganı ile meşe, çınar görünümünde sahne alıyor:
‘1970'lerde Türkiye, dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi, enerji krizi ile tanıştı. Benzin kuyrukları, kalorifer yakıtı sıkıntısı hayatımıza girdi. Öte yandan kalkınan Türkiye'de kentleşme olgusu, konut yapımında hızlı bir artışa neden oldu. Çağdaş kentlerde yapılar, çağdaş malzemelerle üretilmeye başlandı. Çünkü birkaç yıl içinde çürüyen, yağmuru ve soğuk havayı içeri geçiren, sık boya-bakım gerektiren eski tip ahşap, alüminyum ya da demir doğramalar, gelişmiş kentlerin gereksinmelerine çözüm olamıyordu. Çözüm, Pimaş'tan geldi. 70'li yılların sonunda araştırma geliştirme faaliyetlerine başlayan Pimaş, 1982 yılında ilk PVC pencere sistemini Türk insanına tanıttı. 
Pimapen, mükemmel yalıtım özelliği ile enerji sorununa çözüm getirir, aynı zamanda isin-tozun, kirli havanın içeri girmesini önleyerek, kullanıldığı mekânların temizliğini kolaylaştırır. Pimapen, uzun ömürlü olduğu, boya bakım gerektirmediği için kısa zamanda kendini amorti eden, dolayısıyla ekonomik bir malzemedir. Pimapen, kalabalıklaştıkça gürültüsü artan kentlerde, ses yalıtımı ile insan sağlığını korur. Geri dönüşümlüdür, çok uzun ömürlü olduğu için, dünyamızın ve ülkemizin yok olmakta olan ağaç hazinesinin israfını önler; çevre açısından idealdir.”
Plastik penceremden bakarken sentetik dünyaya, Eloy'dan "Plastic Girl" çalıyor arka fonda! 

8 Nisan 2011

Oyun

Bu resimler, Ankara’da rastgele seçilmiş bir ilköğretim okulunun 10 yaşındaki kız ve erkek öğrencilerine ait. Aynı zamanda Gazi Üniversitesi’nden Aysun Kanıcıoğlu’nun “Cinsiyet Farklılıklarının Çocuk Resimlerine Yansıması” başlıklı tez çalışması için, 20 öğrencinin katılımıyla gerçekleştirdiği araştırmasının da temel verileri.    
Kızlar
Çalışmanın amacı, benim bu kayıtta kullanma sebebimin aksine, “çocukların, çizgisel gelişimin ölçütlerinden olan; şema, renk, mekân ve anlatımsallık boyutlarının hangisinde ya da hangilerinde daha ileride olduklarını belirlemek ve cinsiyet değişkenine göre resimlerine yansıyan becerilerinde farklılık olup olmadığını tespit etmek” olarak sınırlandırılmış. “Her bir çocuğa oyun ve akşam yemeği konulu ikişer resim çizdirilmiş. Resimler, üç alan uzmanı tarafından değerlendirilmiş ve istatistiki ölçümleri de araştırmacı tarafından yapılmış.” Sonuç olarak, oyun konulu resimlerde, yukarıdaki kriterler doğrultusunda, örgencilerin cinsiyetlerine göre resimlerine yansıyan bir farklılık bulunmamış.
Erkekler
Oysa resimlere teker teker ya da bir arada bakınca, oyunla birlikte inşa edilen toplumsal cinsiyet rollerini görmek mümkün. Sürpriz olmayan bu tabloyu, bedenin politik olarak düzenlenen bir yüzey olduğunu yeniden hatırlamak için, dün rastladığım aşağıdaki haberle birlikte okumayı öneriyorum:
“Çek Cumhuriyeti’ndeki kazılar sırasında bir mezarda bulunan ve M.Ö 2900 ile 2500 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen mağara adamının, bilinen ilk eşcinsel erkek olduğu tespit edildi. Arkeologlara göre, o devirde ölen erkekler geleneksel olarak vücutlarının sağ tarafı üzerinde yan yatırılarak ve yüzleri batıya bakacak şekilde gömülüyordu. Arkeologlara göre, kadınlar ise sol taraflarının üzerine yatırılıyor ve yüzleri doğuya bakıyordu. Çek Cumhuriyeti’nde bulunan mağara adamı iskeletinin, kadınlar gibi sol tarafına yatırılmış ve yüzü doğuya dönük halde bulunduğunu bildiren arkeologlar, buradan yola çıkarak iskeletin eşcinsel bir mağara adamına ait olduğunu saptadı. Uzmanları bu sonuca götüren ikinci bir kanıt da, iskeletin yanında bulunan malzemeler oldu. Bilim insanlarına göre, erkekler Taş Devri’nde taştan yapılmış balta veya bıçak gibi silahlarıyla gömülüyordu. Cesedin yanına ayrıca, öbür dünyada kullanması için yiyecek ve içecek bırakılıyordu. Kadınlar ise, hayvan kemikleri ve dişlerinden yapılma kolyeleri ve yumurta şeklindeki yemek kaplarıyla gömülmekteydi. Çek Cumhuriyeti’nde bulunan gay mağara adamının yanında hiç silah olmadığı gibi, sadece yumurta şekilli kap kacak bulunduğu bildirildi.”
Bu iktidarın hedefindeki resmi bulmayı da size bırakıyorum…

6 Nisan 2011

Beş Vakit

Aşağıdaki fotoğrafları, Reha Erdem'in geçtiğimiz günlerde izlediğim "Beş Vakit" isimli filminden çekerek birleştirdim. İzlemeyenler için sadece merak uyandırabilecek bu kayıt, filmi tecrübe edenler için kimbilir neleri yeniden tetikleyecek? Nitekim geçmişle kurulan ilişki, geçmişin nasıl hatırlandığı, hangi yönleriyle hatırlandığı ya da nelerin unutulmaya terk edildiğine göre şekilleniyor.
"Doğanın içinde ölü gibi yatan bu çocuklar, uyuyor. Gözlerini her açtıklarında ise başka bir dünyaya uyanıyorlar. Her karşılaşma bir acıya yol açıyor. Büyüme, olgunlaşma, yaşlanma acısına..."
Filmde ağır anneler, babalar var. Olmayan anneler ve babalar da. Varolanların ağırlığı başka, olmayanların başka. Büyümeyen yetişkinler, yetişkin olmaya zorlanan çocuklar, kaybolan sınırlar... Şöyle diyor bir söyleşisinde:
“Doğumdan başlayarak, tüm bunlardan kaynaklanan hırpalanmalar, zedelenmeler, hem fiziken hem ruhen... Onların korku olarak üstümüzde kalan tortuları ve bunlarla mücadele etme arzumuz, yalanlarımız, dolanlarımız. Korkularımız bir kesitte birleşiyor. Bazen hatırlayarak teselli buluyoruz, bazen unutarak!"

4 Nisan 2011

Müze

İlk sıradakini geçen sene Ankara'da, Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde çektiğim yandaki fotoğrafları, müzeleri ziyaret ettiğimiz sıraya göre yerleştirdim. Böylece dev hiyeroglif tablet, ikinci sıradaki yerini aldı. Zira yeni düzenlemelerinin ardından geçtiğimiz hafta ilk ziyaretçileri olduğumuz Boğazköy Müzesi'nin dış duvarını süslüyordu. Sol alt köşede yer alan benzersiz kap ise, Boğazköy'ün bağlı olduğu Çorum'dan. Aynı zamanda Etnografya Müzesi olarak kullanılan bina, oldukça büyük. İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin ikinci katında, cam kapaklı dolapların içinden seçtiğim küçük toprak eserler de sonda. 
Fotoğrafların değil ama bu müzelerin ortak özelliği, Hitit döneminden geriye kalanları aralarında paylaşmış olmaları. Bu kayda ilham veren diğer önemli benzerlik de, müzelerin "güvenlik" eşliğinde nesnelere nereden başlayarak ve nasıl bakılacağını belirleyen çizgisel bir tarih anlayışıyla düzenlenmeleri. Tarihsel dönemlendirmeleri altüst eden ve yeniden düşünmeyi zorunlu kılan yeni kalıntıları hatırlayarak, sadece bahsi geçen arkeoloji müzeleri için değil, müzelerin iktidarla ilişkili ve son derece ideolojik tarafına, Wendy Shaw'un Osmanlı Bankası Müzesi'nin etkinlikleri çerçevesinde yıllar önce yaptığı "Neden Müze? Topum ve Modernliğin Terbiyecisi" başlıklı konuşmasından alıntılar yaparak bakmak istedim: 
"...müze, bilgiyle davranış arasında aracılık eden okul, hapishane ve hastane gibi modern kamu kurumlarına dahildir. Bu kurumlardaki gibi müzede de kişi, nereye kadar gidebileceğini öğrenir; ne zaman, nasıl ve neden içeriye girebileceğini ve ne kadar derine nüfuz edebileceğini yöneten kuralları, tıpkı kayıt olmuş, ücretini ödemiş bir öğrencinin sınıflara girebileceğini ama bürolara giremeyeceğini bildiği gibi, bir ziyaretçi de tıpkı sınıftaki öğrenci gibi yalnızca öğrenmekle sorumlu olmanın rahatlığıyla müzede hazır bulunur.
...Topkapı Sarayı Müzesi'nde ziyaretçi, kıyafet sergisine dikdörtgen olan odaya sağdan girer ve odayı saat yönünün tersinden dolaşır. Giyim eşyalarının başlıkları yalnızca bu eşyaların sahiplerini ve ne zaman kullanıldıklarını sunuyor olsa da, kostümlerin Osmanlı'nın geç dönemiyle sonlanan sıralanışı, ziyaretçiyi bir modernleşme süreci okumasına teşvik eder.
...Hazine bölümünde ise eserlerin tarihsel kullanımından, politik anlamlarından ya da kültürel bağlamından çok, yalnızca yapıldıkları malzemeye dayanarak 'pahalı mücevherler' olarak seçilmiş olması, basitleştirilmiş ve kusurlu olsa da bir tarih anlatımı kurmak yerine, sultanların göz kamaştıran zenginliklerini vurgulamaktadır." 
Her ne kadar ben de bu fotoğrafları, eskiden yeniye doğru zamansal bir sıraya soksam da, hafızanın tam da tarihsel çizgiselliğinin aksine anlık, düzensiz, KİŞİSEL ve  parça parça oluşu, bu fotoğraflardaki nesneleri, ayrı ayrı ya da birlikte oluşturdukları hikayeleriyle kendi zininsel müzemin bir parçası yapıyor. 

1 Nisan 2011

ANAyol

Ne de olsa tüm ara yollar, ANAyola çıkmak içindir!
Yukarıdaki harita, “iktidarın” inşa ettiği hizmete açık ve yapımı devam eden otoyolları gösteriyor. Eski Ulaştırma Bakanı Faruk Nafiz Özak’ın,  “bölünmüş” yol temel atma töreninde, iki kollarını yana açarak yolun üstünde durduğu fotoğrafı ise, tam da bu duruşa benzeyen otoyol işaretinin üzerinde yer alıyor.
Bir görüntüyü başka bir görüntünün üstüne yerleştirerek gerçekleştirdiğim bu kayıt, Karayolları Genel Müdürlüğü’nün sitesinde bulunan otoyol ile ilgili yasaklar ve kısıtlamalar eşliğinde, elbette kişisel çağrışımlarımın rehberliğinde, görünmeyen iktidarın izini sürmeyi amaçlıyor:
  • "Belirli Yerler (Köprülü Kavşaklar, ücret toplama istasyonları v.b.) ve şartlar dışında otoyola giriş ve çıkış yasaktır.
  • Karayolu sınır çizgisi boyunca tesis edilmiş olan telçitler veya duvarlar bu tür çıkışları engellemek amacıyla tesis edildiğinden bu engellerin açılması, yıkılması, kesilmesi ve başka şekilde tahrip edilmesi yasaktır.
  • Erişme Kontrollü Karayolu olarak trafiğe açılan kesimlerde, yayaların, hayvanların motorsuz araçların, lastik tekerlekli traktörlerin, iş makinelerinin ve bisikletlilerin girmesi yasaktır.
  • Erişme Kontrollü Karayollarında (Otoyol) mecburi asgari hız 40 km/saat olup, azami hız 120 km/saat’tir.
  • Erişme Kontrollü Karayolu olarak trafiğe açılan kesimlerde ve kavşaklarda duraklamak, park etmek, geri dönüş yapmak ve geri gitmek yasaktır. Aracın mekanik arızası durumunda en sağdaki emniyet şeridinde kısa süreli durulabilir."
Yavaşlama, durma, çıkma hakkınızın sınırlandığı ya da olmadığı otoyol, farklı coğrafyalarda ve farklı zaman aralıklarında, kentleri/bölgeleri ayırarak, sadece dış dünyayı değil, iç dünyaları da dağıtıyor.