Radyoterapi, kemoterapi, psikoterapi... İpterapi |
Geçtiğimiz sene blog yazmaya neden başladığımı tam olarak hatırlamıyorum. Ama her kaydın zamanla kendi bilinçdışı süreçlerimi takip edebilmemi sağlayan önemli bir araca dönüştüğünü söyleyebilirim. Bu süre zarfında izleyebildiğim en belirgin detay, önceleri oldukça aceleci bir karakter taşıyan kayıtların yerini, içeriklerindeki tüm şiddete rağmen, daha sakin metinlere bırakması oldu. Elbette görsel malzemelerle birlikte tümü, her ne kadar işaret ettiği bir dış gerçeklik olsa da, daima başka bir gösteren için gösteren işlevi gördü. Uzun bir aradan sonra girdiğim bu ilk kayıt da, hem bu genel çerçevenin dışına çıkmayacak, hem de içerik olarak, Nazan Azeri’nin “Tepetaklak” ismini verdiği ev yerleştirmesinin yer aldığı en son kaydı takip etmek zorunda kalacak. Zira ev ile özdeşleştirdiğim iç dünyam, tam da bu kaydın girildiği tarihin hemen ertesinde altüst oldu. Annemin beyin ameliyatı, ardından gelen kanser teşhisi ve tedavisi boyunca, onların ifadesiyle “tümörün kızı” olarak benim, kendi duygu dağınıklığımı toparlamam şimdilik zor. Onun ne hissettiğini anlamama ise imkân yok. Zihinsel organizasyonu yeniden ve belki de olduğundan farklı düzenlemek yavaş yavaş gerçekleşecek. Bu yüzden bir başlangıç notu niteliği taşıyan bu kayıt, nasıl devam edeceğini bilmediğim sonrakiler için rehber olacak.
Bu sebeple bugün, hayatın akışı içinde, kadınların kendi iç deneyimlerini inceleyen, derleme bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Psikanaliz ve Kadın başlıklı bu kitap, Julia Kristeva’dan Nancy Chodorov’a, pek çok önemli yazarın/analistin makalelerini içeriyor. Ben bu çalışmadan, izin verildiği ölçüde ve yukarıdaki girizgâha paralel olarak, Joyce McDougal’ın meme kanseri olan bir hastanın analitik yolculuğunu aktardığı çalışmasını paylaşmak istiyorum. McDougal, klinik bulgularının öncesinde, kanser hastalarının artan sayısına ters orantılı bir biçimde, aldıkları psikolojik yardıma vurgu yapıyor. Radyoterapi, kemoterapi ve mastektomi gibi tedavilerin, bedensel bütünlüğün kaybı, kendilik karmaşası ve özellikle meme gibi temel kadınlık sembolünün yok olmasıyla cinsel kimliğe dair kaygıların, yüksek düzeyde yarattığı psikolojik strese değiniyor. Kulaklarımızın aşina olduğu bu etkilerin yanında meme kaybının, kişinin diğer kayıplarını (terk edilme, ayrılma, ölüm, yas) tetikler nitelikte bir etki yarattığını belirtiyor ki, benim ilgilendiğim ve blog aracılığı ile kayda geçmek istediğim de bu. Zira hayatı buyunca sürekli hasta olmaktan korkan Sorel Liebermann’ın, meme kanserine yakalandıktan sonra, kanserin kendisi olmadığını sadece kanser hastası olduğunu anladığı süreç, tam da bu kayıpların izinin sürüldüğü kendi çocukluk deneyimiyle anlam buluyor.
McDougal, meme kanseri hastalarıyla analitik çalışmanın, hastaların kendi anneleriyle, çoğunlukla da hasarlı ilişkilerini ortaya koyduğunu söylüyor. Kanser, bedenin içindeki ölümcül düşman olarak algılandığından, iç dünyalarında kendilerine içeriden saldıran bir anne imgesi ile çabucak ilişkilendirilebiliyor. Liebermann’ın yıllara yayılan yolculuğuyla, uzun uzadıya ayrıntılandırılan bu tespit, oldukça çarpıcı. Onun, analisti McDougal’a yazdığı aşağıdaki mektup ise, “fiziksel” olarak iyileşmelerine katkı sağlamasa da, analizin algı dünyasının kilitli kapılarını yavaş yavaş açtığının bir kanıtı:
“Yıllar yılı hep kanserdim. Korkuma verdiğim isim buydu. Çocukken sadece korkardım. Korkarak doğdum ve hayatım boyunca bu korkunun önüne geçemedim. Neden korkuyordum? Ölümden. Ölüm her an mümkündü; çünkü onu içimde taşıyordum. Sadece bana görünen ama bütün ağırlığı ve kesinliğiyle ölümden. Hayatımın her günü ölümle savaşarak geçti. Çünkü yaşıyor olmamam gerekiyordu.
Benim kanserim annemdi. Beni canlı canlı yiyiyor ve bütün vücudumu zehriyle ele geçiriyordu. Anneme-karserime karşı hiç bitmeyen savaş, bütün enerjimi ve yaşama isteğimi aldı. Ölümle savaşmak bu tutsaklıktan kurtulmak için bir çabaydı.
O hiçbir zaman benimle değildi. En ihtiyacım olduğu şu zamanda bile yanımda değil. Benim büyük zehrim oldu. Korkutucu olan ama görünmeyen. Bu kanser-anneyi vücudumdan, zihnimden ve ruhumdan atmam gerekiyordu. İlk evliliğim de başka bir kanserdi. İçimdeki terör sadece karşılık buldu. Çünkü kanserden daha iyisini hak etmiyordum. Artık kanseri hak etmediğimi düşünüyorum.
Benim kanserim annemdi. Beni canlı canlı yiyiyor ve bütün vücudumu zehriyle ele geçiriyordu. Anneme-karserime karşı hiç bitmeyen savaş, bütün enerjimi ve yaşama isteğimi aldı. Ölümle savaşmak bu tutsaklıktan kurtulmak için bir çabaydı.
O hiçbir zaman benimle değildi. En ihtiyacım olduğu şu zamanda bile yanımda değil. Benim büyük zehrim oldu. Korkutucu olan ama görünmeyen. Bu kanser-anneyi vücudumdan, zihnimden ve ruhumdan atmam gerekiyordu. İlk evliliğim de başka bir kanserdi. İçimdeki terör sadece karşılık buldu. Çünkü kanserden daha iyisini hak etmiyordum. Artık kanseri hak etmediğimi düşünüyorum.
Doğduğumda güçlü bir bebektim sanırım. Güçlü arzuları olan güçlü bir bebek. Öyle ki tüm bu güçlü duygular; ölümle, savaşla özdeşleştiler. Küçüklüğümden beri tüm dürtülerimi yok saymam, öldürmem gerekti. Kendimi öldürmeye o zamandan başlamıştım. Ölüm beni ele geçirmişti ve şimdiye kadar da bırakmadı. Şu an artık ölüme ihtiyacım yok. Fiziksel ve psikolojik olarak iyileşeceğime inanıyorum. Ben bir hastalık değilim, ölüm artık beni bırakabilir.”