Hem
nitelik hem de nicelik olarak yoğun bildiri akışı içinde gerçekleşen iki günlük
Masumiyet Müzesi Sempozyumu sonrası, aldığım notların hepsini burada
paylaşmaya imkân yok. Ama sunumunu merakla beklediğim iki konuşmacıdan biri
olan Talat Parman’ın yaklaşımından yola çıkarak, elbette kitabı okumuş olanlar
için, orada imkân olmayanı burada deneyebilir ve bir soru sorabilirim.
Psikiatrist
ve Psikanalist Talat Parman, “Nedir Kemal’in Hastalığı?” başlıklı konuşmasının
hemen girişinde: “Babasının ölümünden hemen sonra ‘Nihayet annemle yalnız
kaldık’ cümlesinden yola çıkarak, Kemal’in, çözülmemiş bir ödipal karmaşanın
içinde olduğunu söylemek, insan ruhsallığının karmaşıklığı düşünülünce, aceleci
ve yüzeysel bir açıklama olur,” dedi. Parman, Freud’un 1914 yılında yazdığı “Yeniden
Anımsama, Yineleme ve Özümseme” isimli kitabına yaptığı atıfla, bellek üzerine
şekillendirdiği konuşmasına, “eşya/müze”nin çağrıştırdıklarının tam tersine işaret
ederek şöyle devam etti: “Anımsamama
hastalığı! Anımsamak yerine hiç unutmamaya çalışarak yeniden yaşamaya çalışmak.
Bunlar, anlar yerine içselleştirilmemiş yaşantı izleridir. Yineleme de
anımsamanın tersidir. En önemli olan anımsanamaz. Yinelemede ızdırabın izi
vardır. Canla başla yaşanılanı yinelemek. Bu patolojinin özgün bir
örneğidir. Yineleme, yıkıcılığa eğilimin ilk aşamasıdır.”
Romanda
Kemal’in tekrar tekrar yaşadığı ızdırabın/hazzın yinelenmesinden yola çıkarak, bizi baba
ve oğlun aynı “kaderi” paylaşıyor olduğu ilüzyonundan kurtaracak bir başka
yineleme/aktarıma bakılabilir mi? Her ne kadar Ayşe Düzkan, konuşmasının
sonunda bu benzerliği romanın en masum noktası olarak adlandırsa da, bana göre
en ürpertici ve derinlikli bağını oluşturuyor:
“Çok
çok acı çekiyordum. Ağabeyin evlenmişti. Sen Amerika’daydın. Ama tabii acımı
annenden saklamaya çalışıyordum. Hırsız gibi bir köşede gizli gizli acı çekmek
de bir başka acıydı.
…Bir
otelde aile taklidi yapar gibi yaşıyorduk. Acımın hiç dinmek bilmediğini, böyle
giderse delireceğimi görüyor ama yapmam gereken şeyi bir türlü yapamıyordum.
Aynı günlerde, o da çok kederliydi; bana kendisine evlilik teklif eden bir
mühendis olduğunu, ben karar vermezsem bir başkasıyla evleneceğini söyledi. Ama
ciddiye almadım.
…Onun
İstanbul’da bir yerde yaşadığını, gazeteleri açıp benim okuduğum haberleri
okuyup benim seyrettiğim televizyon programını seyrettiğini hayal edip onu hiç
görememek beni çok üzüyordu. Bütün hayatın nafile olduğu duygusu üzerime
geliyordu.”
Kemal,
babasının hikayesi ve dilini, özellikle “sanki hayatımın merkezi dağılmış,
geçmişim dünyaya gömülmüştü” diyerek anlattığı babasının ölümünden sonra, yoğun
biçimde tekrarlamıyor mu? Üstelik babasının acısı ile Füsun’un acısı iç içe
geçmişken.
Kaydı,
müzede, romanın her bir bölümü için ayrı olarak düzenlenen vitrinlerden, ilgili
bölümle, yani “Babamın Hikayesi: İnci Küpeler”le görselleştirerek bitirmek
istedim. “Katalog/Kitap”ta şöyle yazmış Orhan Pamuk: “Vitrinin
üzerinde duran büstü, romanı daha yazmaya başlamadan, 1999 kışında Çukurcuma’daki
eskici dükkânlarının birinin soğuk ve tozlu bodrumunda kendi kedime eşelenirken buldum ve hemen satın aldım. Heyecanlı ve hevesli bu ilk dönemimde hikaye daha kafamda
tam ortaya çıkmış değildi. Sırf o anda hoşuma gittiği için satın alıp daha
sonra hikâyenin parçası yapamadığım için müzeye de koyamadığım at arabası
lambaları, gaz saati gibi pek çok eşyanın tersine bu eşyanın Kemal’in babasının
büstü olduğunu kısa sürede kavradım ve ikincil kahramanı anlatırken yüzünü bu
büstteki gibi hayal ettim. Kemal’in babasının romanda anlattığı aşk hikâyesindeki
genç kadının gençlik fotoğrafını ise hikâyeyi yazdıktan sonra buldum. ‘Arkada
gemi fotoğrafı’ var diye korunmuş ve eskicilerden gelmiş fotoğrafları hızlı
hızlı elden geçirirken, gemilerden çok kızın hüzünlü yüzü takıldı aklıma.”
Peki bu iki yüz, sadece farkında olmadıklarımızı hatırlatmak için, Füsun ve Kemal'e ait olabilir mi?