Ağustos
ayında başlayıp eylüle uzayan Sinop Bienali’ni izleyebilme planları yaparken
çıkmıştı karşıma Tarabalar Sergisi. Gitmişken yerinde, Sinop – Ayancık’ta
görülebilirdi. Sinop Bienali de tıpkı eylül sonunda açılan Mardin Bienali gibi izlenemedi. Belki kasım ayının ilk haftasına kadar
sürecek olan Çanakkale Bienali yakalanabilir. Ya da tıpkı Tarabalar’ın
İstanbul’a gelmesi gibi, “taşradaki” sanat, her ne kadar kimi işler bulunduğu
yer için üretilse de, buradan da farklı görülebilir.
Tarabalar
Sergisi ekim başı itibariyle sona erdi. Kadıköy Şehir Hatları Sergi
Salonu’ndaydı. Geriye Özgür Gürbüz’ün sergiye dair anlamlı ve ayrıntılı yazısı ile sergiyi izleyenlerin zihinsel
arşivlerinde yer alacak imgeler kaldı. Bunlardan birini yanda görüyorsunuz.
Gerçek olanla olmayanın yan yana, hatta iç içe geçtiği bu fotoğraf bana, annenin kollarındaki gerçek bebekle, öncesinde
zihninde hayal ettiği bebeği hatırlattı. Zira annenin dünyaya gelmiş bebekle
etkileşimini, hayali bebekle ilgili tasarımları belirliyor. Bu tasarımlar ise, doğumdan
ve hatta bebek oluşmadan önceki düşlemleri, korkuları, rüyaları, çocukluk
anılarını, ebeveynleri ve gelecekle ilgili beklentileri içeriyor. Yani bebek
sahibi olmak, bilinçdışında da önemli bir çalışmayı gerektiriyor. Bazen tek bir
fotoğraftan/imgeden yola çıkarak yapılabilecek böyle bir çalışma, sadece bebek
sahibi olmak için değil; kaçınılmaz olan iç çatışma ve hayal kırıklığını,
büyümeyi, sevgi ve nefretin eşit derecede parçamız olduğunu kabullenmek için de
önemli.
Bu
çalışmayı yapmış olduğuna inandığım Nurdan Gürbilek de, Ev Ödevi isimli
kitabında, bir imgeden yola çıkarak sorular soruyor:
“Evden
uzak, yolda olduğumuz zamanlarda, en çok da tren yolculuklarında, tren hava
kararırken istasyon boyunca dizilmiş evlerin önünde durduğunda, ışıkları yanan,
perdeleri henüz örtülmemiş evlerin içine merakla baktığımızda yaşamışızdır.
Dışarıda, karanlıktayızdır; evdeyse ışık vardır. Sofra hazırlanıyordur, yemek
yeniyordur, birileri konuşuyordur. Kimseyi göremesek bile televizyonun odayı
aydınlatan mavi ışığı, evde bir hayatın sürüp gittiğini söyler bize. Dışarıda,
karanlıkta olan için evden yayılan ışık, o anda kendisinin yoksun olduğunu
düşündüğü her şeyin timsali gibi parıldar. ‘Uyanık kalan evde biri var’
diyordur ışık; ‘Sen orada boş düşler kurarken, burada devam eden bir hayat
var.’
Dışarıdakinin,
eve dışarıdan bakanın yaşadığı bu. Ama ya içeridekiler, tren her gün aynı
saatte evlerinin önünde durduğunda, aynı gürültüyle evlerini sarstığında onlar
ne yaşar? ‘Geceye açılmış bir gözdür ev’ diyordu Bachelard, ‘görür, geceler,
gözetler.’ Ama evde olanın, hayatının şu ya da bu anında mutlaka soracağı bir
soru var: Ya ışık dışarıda, karanlık olan evse? Ya gözetleyen, geceleyen, gören
dışarıda; gözetlenen evdeyse? Bu
soruları bana sorduran, kendi büyüdüğüm eve ait bir imge aslında. Işıkla,
ışığın erken yaşlardaki belli bir algılanışıyla ilgili.
Küçük
bir kasabada geçen 4-5 yılın ardından büyük şehre taşındıktan sonra oturduğumuz
dar bir sokağa bakan evde, hava karardıktan sonra geçen arabaların farlarının
pencereden, örtülü perdelerin arasından sızıp duvarı tarayan ışıkları, nedenini
açıklayamadığım bir korku uyandırdı bende hep. Sonradan çok düşündüm: Daha
doğal denebilecek korkular değil, dışarıda uğuldayan fırtınanın, kapıları
zorlayan rüzgârın, pencereleri döven yağmurun sesi değil de neden araba
farları, farların duvarda oynaşan ışıkları? Ne olabilir çocuğu bunda bu kadar
korkutan?
Işığın
evin içinde kırılıp parçalandığı an. İçimi daraltan, bende kaygı uyandıran ışık
böyle tarif edilebilir sanırım. Önceleri bunu bir tür şehir korkusuna, sakin
bir kasabada geçirilmiş uzunca bir sürenin ardından şehrin uyandırdığı korkuya
bağlamıştım. Ama bu duyguya eşlik eden başka imgeler, başka sesler korkunun
kaynağının pekala dışarıda değil içeride, sokakta değil evde olabileceğini
düşündürüyor. Dükkân kepenklerinin kapanırken çıkardığı ani gürültü kalmış
aklımda örneğin, sokakta oynayan çocuklarını ısrarla eve çağıran kadının sesi,
evin hemen önündeki sokak lambasının birden odaya dolan çiğ ışığı. Hepsi aynı
şeye işaret ediyor. Hava kararırken içe, iç dünyasına kapanıyor ev. Sokak ile
ev, iç ile dış, karanlık ile aydınlığın netleştiği saatler. Oyun bitti, baba
geldi, yemek hazır. Bundan sonrasını belki birçoğumuz böyle yaşamışızdır: Sokak
kapıları kilitlenir, perdeler örtülür, evin ışıkları yakılır. Çocuğa söylenen
şu: Dışarısı karanlık, tehlikeli; içerisi aydınlık, emin.
Evin
baktığı dar sokaktan geçen arabaların farları işte buraya, bu iç dünyaya sızacak.
Ama çocuğun iç-dış ayrımını altüst eden bir şey var burada. Çünkü ışık bu kez
dışarıda; gören gözetleyen, geceleyen dışarıda. Farların örtülmüş perdeleri
delip evin duvarlarını taradığı an, bizi dışarıdan koruyacağını umduğumuz evin,
evi kuşatan duvarların, hava kararınca örtülen perdelerin aslında nasıl da
geçirgen olduğunu, bizi dışarının çiğ ışığından, dışarıda olduğu söylenen
tehlikeden, evin dışında tutulmaya çalışılan ölümden korumadığını, evin çıplak ampullerinden
yayılan ışığın araba farlarının delici ışığı karşısında nasıl da sönük
kaldığını anladığımız an değil mi?"
Ne kadar tanıdık gelirse gelsin tüm bu imgeler hepimizin iç dünyasını başka türlü tetikliyor. Neyin neden tetiklediği ise asıl izi sürülmesi gereken!