En büyük, en geniş, en hızlı, en yıldızlı nesnelerle
dolu Birleşik Arap Emirlikleri’nde, dünyanın en yüksek binası da Dubai’de.
Doğal düzlüklerine ters orantılı biçimde yapay bir diklik. 2010 yılında,
ziyaretçilerinin aşağı yukarı hareketine açılan Burj Khalifa, hem mekânla
birlikte “inşa” edilen toplumsal cinsiyet algısı üzerine düşünmeye, hem de
binaların sembolik ya da somut düzeyde uyguladığı şiddeti vurgulamaya müsait
bir yapı. Fakat bugün, “İnşaata Girmek Yasaktır!” ve “Küçük İnsanlar” başlıklı
kayıtlarda izleyebileceğiniz bu iki yaklaşımın aksine, bir önceki kayıttan yola
çıkarak farklı bir değerlendirme öneriyorum. İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Bengü
Cengiz Gök’ün, 2010 yılında sunduğu “Büyük Ölçekli ve Çok Fonksiyonlu Binaların
Dış Mekânlarının Kent İle İlişkileri” başlıklı tez çalışması’nın ilk bölümünde
yer alan büyüklük teorisinden hareketle, özellikle çekirdek ve kabuğu, Fatih
Karahan’ın ifadeleriyle sembolik olarak ilişkilendirerek, duvarlaşan pencereler
ya da pencereden duvarlar üzerine düşünmek istiyorum.
“Büyük ölçekli binalar bir yüzyıldan beri
inşa edilmelerine rağmen bu olgunun teorik altyapısı oluşmamıştır. Hollandalı
Mimar Rem Koolhaas bu anlamda yaptığı çalışmada, ‘Büyüklük Teorisini’ beş görüş
çerçevesinde ifade etmektedir:
1- Kritik büyüklükteki kütlenin ötesine geçen
binalar ‘büyük ölçekli’ olarak anılırlar. Bu tip kütleler artık bir veya bir
kaç mimarın çabası ile kontrol edilemezler. Çözümleri, bütünden ayrı çalışmayan
fakat kendi içlerinde özerkliği olan parçalara bölünmeyi gerektirir.
2- Büyük ölçekli binalarda mimariden daha çok
mekanik çözüm olan asansör ve buna benzer düşey sirkülasyon elemanları,
konvansiyonel mimarideki boşlukları yeniden yorumlar. Kompozisyon sorunları,
ölçek, oran, detay tartışmaya açıktır. ‘Büyüklük’ bağlamında mimarinin sanat
içeriği işlevsizdir.
3-
Büyük ölçekli binalarda çekirdek ve kabuk arasındaki mesafe büyüdüğü için
cephe, içerideki fonksiyonu yansıtmaktan uzaklaşır. İç mekân ve mimari, farklı
projeler olarak ayrılırlar; biri değişken program ve ikonografik ihtiyaçlara
cevap ararken diğeri kente stabil/durağan bir görüntü sunar. ‘Büyüklük’ nedeni
ile bina, işlevine ilişkin ipucu vermez ve kent içerisinde merak uyandıran bir
kütle olarak algılanır. Görünen ile deneyimlenen aynı şeyler değildir.
4-
Güzel veya çirkin olmasından bağımsız sadece boyut açısından bakıldığında bu
tip binalar alışılmışın dışında (ahlaki açıdan sorgulanması gereken
büyüklükleri vardır) bir etki alanına sahiptirler. Bu etki alanları
niteliklerinden bağımsızdır.
5-
Tüm bu yırtılmalar bütünü - ölçek, mimari kompozisyon, gelenek, şeffaflık, etik
değerler- daha radikal bir sonucu işaret eder; ‘büyüklük’ ya da büyük ölçekli
binalar kent dokusunun bir parçası değildirler, sadece bir arada yaşarlar.”
Sonra Karahan:
“Kendiliğin önemli ve belki de en temel özelliklerinden biri,
varlık olarak kendini ötekilerden ayırabilme/kendini ayrı bir varlık olarak
algılayabilme, bir anlamda içerisi (kendim olan şey) ve dışarısı (kendim
olmayan şey) arasında bir ayrım yapabilme kapasitesidir. İçeriyi dışarıdan
ayırmak/ayırabilmek, bir içeriye sahip olabilmek, bir içeri yaratabilmek
olmak’ın/ varolmak’ın olmazsa olmazıdır! Duvarlar
asıl bütünlüğü oluşturan, kendiliği asıl sırtlayan, içeriyle dışarısı arasında
ve içerinin farklı işlevlerle bölünmesinde asıl ayrışmayı/netliği oluşturan
yapılardır. Pencereler büyüdüğünde, bu, duvarların küçüldüğü anlamına
gelecektir.
…Büyük ve az örtük pencereler çağındayız artık. Bu, evlerimizin
saydamlaştığı/saydamlaştığımız anlamına mı geliyor? Sanırım hayır! Hazzın
narsistik işlenişi anlamına geliyor daha çok. Erotik mi? Sanmıyorum! Daha çok
belki histerik!”