Geçtiğimiz
gün kulağım televizyona takıldı. Sonradan, Turkcell’in “Van için Türkiye
Kumbarası” kampanyası olduğunu öğrendiğim tanıtım filminde, Van’da çalışan
Beden Öğretmeni Selma Karakoç şöyle diyordu: “Her gün mutlaka bir öğrencime
sarılıyorum. Sarılmak birçok şeyi değiştiriyor. Çocuklarla birlikte iyileşmeye
çalışıyoruz.”
Sarılmanın
iyileştirebilirliği üzerine düşünürken, psikanalitik açıdan anne ve çocuk
arasında bir nevi “deprem” olarak tanımlanan otizm geldi aklıma. Zira yakın
zamanda okuduğum bir kitap, otizmi, “istenen körlük, istenen sağırlık, istenen
zayıflık, istenen yalnızlık”
olarak tarif ediyordu. Çocukların kendilerine zarar vermeleri ise
yönlendirilmiş bir öfkeydi. Çocuk, etrafındaki yetişkinlere karşı olan
öfkesini kendisine yansıtıyordu. Haliyle
tedavisi de, otizmi bir gelişim bozukluğu olarak gören ve istenmeyen
davranışları eleyerek, yaşamak ve öğrenmek için daha uygun beceriler
kazandırmaya odaklanan
bilişsel/davranışçı terapilerden farklıydı. Psikanaliz otizmi, endişenin
hakim olduğu duygusal bir çatışma
olarak ele alıyordu. Sebep, yaşamın ilk yıllarında anne-çocuk
arasındaki bağın başarısızlığı olarak gösteriliyordu. Böylece anne yeniden
bağlanma konusunda başarılı olabilirse, çocuk otizmden kurtulabilirdi. Seanslar ise annenin çocuğu kucağına
alıp, onu kendisiyle göz göze gelecek şekilde tutmasını kapsıyordu. Nitekim göğüs
göğüse sağlanan bu fiziksel yakınlık, zihinsel birlikteliği de mümkün kılacaktı.
Kitapta, her iki yöntemi de deneyen aile, analitik yaklaşımı olumsuzlayarak,
yollarına davranışçı terapiyle devam ediyor. Ne kadar başarılı olduklarını
da, hiçbir zaman ölçülebilir bir alan olmayan psikanalizin aksine, kitabın
sonunda verdikleri istatistiklerle “kanıtlıyorlar.” Bu
kızgınlığın, analitik yaklaşımın anne-babaların iç dünyalarını tehdit eden
açıklamalardan mı ya da gerçekten yetersizliğinden mi kaynakladığını anlamak pek mümkün olmasa da, konuyu
ayrıntılandırmak için başladığım bu kayıttan, ne kadar çatışmalı bir alan
olduğunu kısa bir internet araştırması sayesinde gördükten sonra vazgeçtim.
Nil Köken - Arayış |
Yeni
blog kaydı için oradan oraya sıçrarken, Nil Köken’in “Düşsel Bahçe Resimleri”
isimli sanatta yeterlik çalışması çıktı karşıma. Köken, kendi internet
sitesinde bulunmayan ve benim gördüğüm an mutlaka kullanmaya karar verdiğim resimleri
için şunları yazmış:
“Arayış
adlı bir dizi resimde anne kelimesiyle sembolize edilmeye çalışılan; sevgi, ana kaynak,
dönülecek yuva ya da varoluşsal anlamdır. Dalgıç bebek, var oluşun anlamını sorgulayan
ve yaşamında derin bir değer bulmak isteyen insanoğlu için bir eğretilemedir.
İlk resimde bebeği tutan meçhul bir el bulunur. Bu ele nazaran bebek cansız bir
nesne gibidir. Ama resimler ilerledikçe bebek kendi kendine hareket etmeye, yaşamaya
başlar. Doğada bir gülün kokusunda annesini arayan gerçek bir çocuğa doğru evrilir,
kendini var saymaya başlar. ‘Gerçekten var mıyım? Aradığım derin anlam; mükemmel
ahenk ve sevgi var mıdır?’ diye sorar.”
Nil
Köken 2008 yılında Radikal’e verdiği bir röportajda, “Hayatın İçinden Portreler”
isimli sergisini anlatmış:
“Beni
portreye yönelten şey karşımdaki yüzlerde kendimi ve içinde bulunduğumuz evreni
izlemek ve insanı yeniden anlamlandırmak isteğiydi. İnsanı anlamak ve
anlamlandırmak macerası portrelerde daha da netlik kazanıyor. Bu sergideki
portreler için özellikle kendime yakın hissettiğim kişileri seçtim. Bunun
nedeni portre yaparken insana olduğu kadar, kendime dair de ipuçları arıyor
oluşumdu. Aslında portrelerini yaptığım kişileri tanımak farkında olmadan işimi
kolaylaştırıyor. Hem sıklıkla gördüğüm yüzleri öğrenmiş olmak hem de onların
kişiliklerine dair edinmiş olduğum sezgisel bilgiyi daha net aktarabilmek
açısından. Bazen de tam tersi olabiliyor. Örneğin babamın birçok portresini
çalıştım. Her birinde farklı imgeler yakaladıysam da çoğunda istediğim sonucu
alamadım. Ta ki son yaptığım küçük portreye kadar. Bu konu bilinmezlik dolu.”
Böylece
sarılmayla başlayan yolculuk, bu eylemin
özneleri olan portrelerle bütünlenmiş oldu!