Bir
önceki kayıtta Joan Raphael-Leff, “Pregnancy: The Inside Story” isimli
kitabından yaptığım alıntıda şöyle diyordu: “Hamilelik sürecinde, biri
diğerinin içinde, iki beden vardır. Tek bir deri altında yaşayan iki kişi! Öyle
ki bu birliktelik, hamile kadına, kendi annesinin karnında geçirdiği süreyi de
çağrıştırır.”
Bu
ifadeler, Psikanaliz Yazıları’nın annelikle ilgili makalelerin bir araya
getirildiği 14. sayısında okuduğum Elda Abrevaya’nın yazısıyla üst üste geldi: “Gebeliği
sırasında kendi karnında taşıdığı çocuk sayesinde, çocukluğunun yitirilmiş ve
temsili olmayan annesiyle ve bir zamanlar bebek olan kendisi arasındaki ilişki
yeniden kurulmuş olur. Yani gebeliği sayesinde hem annesiyle hem de o
ilişkideki çocukla, yani kendisiyle özdeşleşir. Bu da bu döneme ait arkaik
kaygıların ortaya çıkmasına yol açabilir. Karında taşınan ve dolayısıyla
görünmeyen nesne, sevilebilir olduğu kadar korkutucu, tekinsiz de olabilir.
Çocukken annenin karnında hayal ettiği nesnelere ilişkin derin kaygılar yeniden
canlanabilir.”
Hamilelik
sürecinin bilinçdışı serüveni içinde, tetiklenen durumlardan sadece biri olabilecek
bu durum, yakın zamanda izlediğim “We Need To Talk About Kevin” isimli filmin
bence en anlamlı afişiyle, filme dair bir eksikliği hatırlattığı için yan yana
geliyor. Filmde, doğrudan bir okumayla bir “canavar” doğuran Tilda Swinton, bir
türlü sevemeyen ve sevilmeyen anne rolüyle, hissettiği suçluluk duygusunu
aktarıyor. Anne oğlun şiddeti giderek artan ilişkileri, annenin zihninde belki
de hiç başlamıyor/başlayamıyor. Film, kurulamayan bu bağdan hareket etse de,
annenin bebeği neden içselleştiremediğine odaklanmıyor. Bir
açıklama girişimi olarak değil, tüm bu yazılı ve görsel materyali birbirine
bağlamak için, aynı sayının Vehbi Keser’e ait olan bölümünden bir alıntıyla
noktalıyorum:
“Yeniden
bilinçdışının gündeme getirdikleriyle, gebelik ve anne olma süreci, zaman zaman
ciddi sıkıntı ve korkulara da kaynaklık eder. Bu korkunun en yaygın
olanlarından biri, bir ‘canavar’ ya da
bir 'yaratık' dünyaya getirme korkusudur. Bu korku bir takım fiziksel terimlerle
de açıklanarak rasyonalize edilebilir elbet. Ama asıl korkulan, bir canavar
dünyaya getirmektir. ‘Yaratık bebek’ bir günahın bedeli gibi algılanır ya da
değerlendirilir. Büyük bir yasak çiğnenmiş gibidir: Ensest yasağı. Barbara Almond
yaratık bebek dünyaya getirme korkusunun iki temel ruhsal belirleyicisi
olduğunu belirtir. Bunlardan biri ensest bebeğidir. O bir imkânsız bebektir.
İllegal bir cinsel birleşmenin sakınılan bir sonucudur. Bu da bizi bebeğin
babasını düşünmeye iter. Bebeğin gerçek babasının ya da biyolojik babasının
ensestle gerçekte hiçbir ilişkisi olmayabilir. Ama burada asıl önemli olan
annenin ruhsallığında, onun bilinçdışında bebeğin babasının kim olduğudur. Yani bir bebeğin biyolojik babasıyla, annenin ruhsallığındaki babası aynı olmayabilir. Annenin bilinçdışı ruhsal
dünyasında bu baba kendi babası da olabilir elbet. Dolayısıyla korkunun
nedenleri ödipal arzulara uzanır.
Almond,
korkunun nedenlerinden bir diğerini annesel saldırganlığın yansımaları olarak
değerlendirir. Korku annenin içindeki bir canavarın yansımasıdır. Aslında bir
tür yansıtma tanımlamasına karşın Almond, yansıma terimini kullanmayı tercih
etmiştir. Kavram olarak annesel saldırganlığın bulaşıcılığı olarak da
tanımlamıştır bunu. Annenin saldırganlığı bebeğe geçirilir ya da devredilir.
Almond, bir annenin ağzından bunu şu şekilde ifadeleştirir: ‘İğrencim ve nefret
doluyum, çocuğum nefret dolu ve iğrenç bir canavar, hatta belki de benim cellâdım.
Onu sevemeyeceğim ya da o beni sevmeyecek ve bu onu daha da canavar ve korkunç
yapacak.’
Korkunun farklı
uyarlamalarında çocuk, şeytan olarak da tasarlanır. Almond, bebeğin kendiliğin
yıkıcı parçalarını temsil edebileceğini, doğumun nefret edilen kardeşlerin
yeniden doğumu gibi yaşantılanabileceğini, anne ile tamamlanmamış bir ayrılma
ya da patolojik bir özdeşleşmeyle bağlantılı olarak nefret edilen ebeveynlerin
yerine geçebileceğini de ekler. Bu noktada anne adayının kendi annesiyle olan
ilişkisinde yani önceki kuşak anne-kız ilişkisinde ciddi bir bozukluk ya da
rahatsızlığın olduğuna vurgu yapar. Ona göre sağlıklı ve karşılayıcı annelik
modelinde bir eksiklik olmuştur ve özdeşleşme çatışmalı ve sevemeyen anneyle
biçim bulmuştur.”