9 Ekim 2012

Çöp


Bu fotoğrafların hepsi, Fatih Akın’ın Cennetteki Çöplük isimli belgeselinden. Akın’ın diğer filmlerinin aksine Avrupa yakasında iki, Anadolu yakasında sadece bir sinema salonunda gösterilen belgesel, Trabzon’un Çamburnu beldesinin filmdeki ifadeyle Çöpburnu’na dönüşmesini, 5 seneye yayılan çekimlerle aktarıyor. Uzun süredir sinemada film seyretmemiş ve her zaman pazar günleri ilk seansları “güvenilir” bulan biri olarak, 3 kişiyle yarattığımız kalabalığın! beni oldukça memnun ettiğini söyleyebilirim. Zira tıpkı orada yaşayan pek çok insan gibi, bizim de “izleyici” olma halimiz nihayetinde bu sayıyla sınırlı kaldı.
Belgeselin tanıdık ve kanıksanan talan ve işgal süreçlerini görüntülemesinin ötesinde, bana en çarpıcı gelen tarafı, söz konusu bölgede yaşayan insanların iktidara ilişkin yaşadığı hayal kırıklığı oldu. İktidarı elbette her türlü uzvuyla anıyorum. Benzer bir duyguyu geçen hafta 1001 Belgesel Film Festivali kapsamında gösterilen ve Erzurum Tortum’da baraj yapımına karşı çıkan “İşte Böyle” isimli belgeselde yer alan halkın sözlerinde de yaşadım. Nasıl oluyordu da “polisimiz, jandarmamız” diyerek sahiplendikleri bu “kuvvetli kollar” onlara bu denli şiddetli davranıyordu. İnanılır gibi olmayan buydu. Konuşmama cezasına çarptırılanlar, dayak yiyenler içinde, artık onları “sevmediğini” söyleyen bile vardı. Bu karşı karşıya gelmenin hayal kırıklığı, bu hisle kol kola ilerleyen çaresizlik ve hareketsizlik en belirgin duyguydu. Çamburnu'nda çöplerin depolanacağı yer gözden ırak olacak ve ayrıştırılacaktı. Fakat şimdi, bir nevi modernlik gölgesi çöp, tüketenleri taraf yapıyordu.
İzleyen ve çöp üreten olarak, pek çok duygu ve düşünceyi tetikleyen çöp, tek bir şey anlatmıyor. Öyle olunca, hem izlediklerimi sindirmek hem de çöple ilişkimi yeniden düşünmek için, John Scanlan’ın “On Garbage” isimli kitabındaki şu ifadeleri önemli buldum:
“Çöp, nesne dünyasına ilişkin bilgilerimizi bozan, silen, uymayan parçadır. Parçalanmış bilgidir. Hem sonla hem başlangıçla ilişkilidir. Bir şeyin başka bir şeye dönüştüğünü gösterir. Bir zamanlar bilinenin ve kabul edilenin, şimdi zıt ve parçalanır karmaşasını gözler önüne serer.
Çöp, doğrudan bir nesneye karşılık gelmediğinden, geleneksel sembolik göstergelerden yoksundur. Gerçek ve sembolik olan arasındaki ilişkiyi tersine çevirir. Düzeni hatırlatır ama onu yeniden yapılandırmak, düşünce sistemine tekrar oturtmak da şüpheli bir yorumdur. Tekinsizdir. Yeni değildir, eskide de kalmamıştır ama hortlatır, hatırlatır.
Hayatımızın atılabilir, kullanılmayan, işlevini yitiren parçaları... Fiziksel atıklar, parçalanmış bilgi ve bunlardan geriye kalan düşünce sistemi, sadece ruhsal olarak değil, modern insanın durumunu da göstermesi bakımından, hem toplumsal hem de kişisel tarih açısından bir zenginlik olabilir mi?” 

4 Ekim 2012

Gerçek/Hayal


Ağustos ayında başlayıp eylüle uzayan Sinop Bienali’ni izleyebilme planları yaparken çıkmıştı karşıma Tarabalar Sergisi. Gitmişken yerinde, Sinop – Ayancık’ta görülebilirdi. Sinop Bienali de tıpkı eylül sonunda açılan Mardin Bienali gibi izlenemedi.  Belki kasım ayının ilk haftasına kadar sürecek olan Çanakkale Bienali yakalanabilir. Ya da tıpkı Tarabalar’ın İstanbul’a gelmesi gibi, “taşradaki” sanat, her ne kadar kimi işler bulunduğu yer için üretilse de, buradan da farklı görülebilir.
Tarabalar Sergisi ekim başı itibariyle sona erdi. Kadıköy Şehir Hatları Sergi Salonu’ndaydı. Geriye Özgür Gürbüz’ün sergiye dair anlamlı ve ayrıntılı yazısı ile sergiyi izleyenlerin zihinsel arşivlerinde yer alacak imgeler kaldı. Bunlardan birini yanda görüyorsunuz. Gerçek olanla olmayanın yan yana, hatta iç içe geçtiği bu fotoğraf bana,  annenin kollarındaki gerçek bebekle, öncesinde zihninde hayal ettiği bebeği hatırlattı. Zira annenin dünyaya gelmiş bebekle etkileşimini, hayali bebekle ilgili tasarımları belirliyor. Bu tasarımlar ise, doğumdan ve hatta bebek oluşmadan önceki düşlemleri, korkuları, rüyaları, çocukluk anılarını, ebeveynleri ve gelecekle ilgili beklentileri içeriyor. Yani bebek sahibi olmak, bilinçdışında da önemli bir çalışmayı gerektiriyor. Bazen tek bir fotoğraftan/imgeden yola çıkarak yapılabilecek böyle bir çalışma, sadece bebek sahibi olmak için değil; kaçınılmaz olan iç çatışma ve hayal kırıklığını, büyümeyi, sevgi ve nefretin eşit derecede parçamız olduğunu kabullenmek için de önemli.
Bu çalışmayı yapmış olduğuna inandığım Nurdan Gürbilek de, Ev Ödevi isimli kitabında, bir imgeden yola çıkarak sorular soruyor:
“Evden uzak, yolda olduğumuz zamanlarda, en çok da tren yolculuklarında, tren hava kararırken istasyon boyunca dizilmiş evlerin önünde durduğunda, ışıkları yanan, perdeleri henüz örtülmemiş evlerin içine merakla baktığımızda yaşamışızdır. Dışarıda, karanlıktayızdır; evdeyse ışık vardır. Sofra hazırlanıyordur, yemek yeniyordur, birileri konuşuyordur. Kimseyi göremesek bile televizyonun odayı aydınlatan mavi ışığı, evde bir hayatın sürüp gittiğini söyler bize. Dışarıda, karanlıkta olan için evden yayılan ışık, o anda kendisinin yoksun olduğunu düşündüğü her şeyin timsali gibi parıldar. ‘Uyanık kalan evde biri var’ diyordur ışık; ‘Sen orada boş düşler kurarken, burada devam eden bir hayat var.’
Dışarıdakinin, eve dışarıdan bakanın yaşadığı bu. Ama ya içeridekiler, tren her gün aynı saatte evlerinin önünde durduğunda, aynı gürültüyle evlerini sarstığında onlar ne yaşar? ‘Geceye açılmış bir gözdür ev’ diyordu Bachelard, ‘görür, geceler, gözetler.’ Ama evde olanın, hayatının şu ya da bu anında mutlaka soracağı bir soru var: Ya ışık dışarıda, karanlık olan evse? Ya gözetleyen, geceleyen, gören dışarıda; gözetlenen evdeyse? Bu soruları bana sorduran, kendi büyüdüğüm eve ait bir imge aslında. Işıkla, ışığın erken yaşlardaki belli bir algılanışıyla ilgili.
Küçük bir kasabada geçen 4-5 yılın ardından büyük şehre taşındıktan sonra oturduğumuz dar bir sokağa bakan evde, hava karardıktan sonra geçen arabaların farlarının pencereden, örtülü perdelerin arasından sızıp duvarı tarayan ışıkları, nedenini açıklayamadığım bir korku uyandırdı bende hep. Sonradan çok düşündüm: Daha doğal denebilecek korkular değil, dışarıda uğuldayan fırtınanın, kapıları zorlayan rüzgârın, pencereleri döven yağmurun sesi değil de neden araba farları, farların duvarda oynaşan ışıkları? Ne olabilir çocuğu bunda bu kadar korkutan?
Işığın evin içinde kırılıp parçalandığı an. İçimi daraltan, bende kaygı uyandıran ışık böyle tarif edilebilir sanırım. Önceleri bunu bir tür şehir korkusuna, sakin bir kasabada geçirilmiş uzunca bir sürenin ardından şehrin uyandırdığı korkuya bağlamıştım. Ama bu duyguya eşlik eden başka imgeler, başka sesler korkunun kaynağının pekala dışarıda değil içeride, sokakta değil evde olabileceğini düşündürüyor. Dükkân kepenklerinin kapanırken çıkardığı ani gürültü kalmış aklımda örneğin, sokakta oynayan çocuklarını ısrarla eve çağıran kadının sesi, evin hemen önündeki sokak lambasının birden odaya dolan çiğ ışığı. Hepsi aynı şeye işaret ediyor. Hava kararırken içe, iç dünyasına kapanıyor ev. Sokak ile ev, iç ile dış, karanlık ile aydınlığın netleştiği saatler. Oyun bitti, baba geldi, yemek hazır. Bundan sonrasını belki birçoğumuz böyle yaşamışızdır: Sokak kapıları kilitlenir, perdeler örtülür, evin ışıkları yakılır. Çocuğa söylenen şu: Dışarısı karanlık, tehlikeli; içerisi aydınlık, emin.
Evin baktığı dar sokaktan geçen arabaların farları işte buraya, bu iç dünyaya sızacak. Ama çocuğun iç-dış ayrımını altüst eden bir şey var burada. Çünkü ışık bu kez dışarıda; gören gözetleyen, geceleyen dışarıda. Farların örtülmüş perdeleri delip evin duvarlarını taradığı an, bizi dışarıdan koruyacağını umduğumuz evin, evi kuşatan duvarların, hava kararınca örtülen perdelerin aslında nasıl da geçirgen olduğunu, bizi dışarının çiğ ışığından, dışarıda olduğu söylenen tehlikeden, evin dışında tutulmaya çalışılan ölümden korumadığını, evin çıplak ampullerinden yayılan ışığın araba farlarının delici ışığı karşısında nasıl da sönük kaldığını anladığımız an değil mi?"
Ne kadar tanıdık gelirse gelsin tüm bu imgeler hepimizin iç dünyasını başka türlü tetikliyor. Neyin neden tetiklediği ise asıl izi sürülmesi gereken!