31 Ağustos 2012

Kapı (Anahtar) Deliği


Beklenen bir sergi, geç izlenen bir film ve yakın zamanda yayınlanan bir kitabın buluşma noktası bu kayıt. Üçünün de kesiştiği bir kavşak var. Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun’undan çektiğim yandaki iki kare ve esinlenerek koyduğum kayıt başlığı, Bahadır Baruter’in 13 Eylül-13 Ekim 2012 tarihleri arasında x-ist’te sergilenecek "Senin Ailen Bir Yalan Yavrum" başlıklı sergisi ile sembolik olarak örtüşüyor. Dijital resim ve videolardan oluşacak sergi, “aile kavramını gösterilmeyeni ile ele alacak ve bir yüzleşme alanı yaratacak” içeriği ile öne çıkıyor. Çünkü Baruter’e göre “yalnızlığın kendine bahane edindiği en makbul kılıf ailedir. Aile, bireylerin ancak bir arada var olabileceği inancıyla inşa edilmiş, yanıltıcı bir mutluluk kaynağıdır. Etrafın algısına yansıtılan olumlu imajların aksine mecburi ilişkiler, zoraki gülümsemelerle insanı esir edebilir. Organik bağlar tutundukça kopar, birlik uğruna bireyi yok eder. Aslında her resim kara mizahla harmanlanmış gündelik bir sahnedir. Beklenilenin aksine mutlu aile sofraları, kucaklanan çocuklar yoktur bu sergide. ‘Senin ailen bir yalan’ derken de Baruter, aslında kendi yalanımızı ortaya çıkarmayı hedefler, aile tablolarını sahtelikten arındırarak yeniden yaratır; izleyiciyi bir kez de duruma dışarıdan değil içeriden bakmaya çağırır. Sıcak, sevecen ve güvenli görünen anların gerçekliğini sorgular, doğal olanı arar. Amacı kendi doğrusunu kabul ettirmek değil, kabul görenin sorunlarını su yüzüne çıkarmaktır.”
Umut Tümay Arslan tarafından hazırlanan “Bir Kapıdan Gireceksin” isimli kitapta yer alan Fırat Yücel denemesi ise, daha önce Beş Vakit ile bloğa konuk olan Reha Erdem’in, Hayat Var isimli filminden yola çıkarak yazılmış. Yücel, benzer bir etkinin Üç Maymun’da da izlenebileceği bir tür tedirginlik hissinin eşlik ettiğini belirtiyor seyir deneyimine: “Sonradan, ‘rahatsız edici’, ‘huzursuz’ gibi tabirlerin filmle ilişkili olarak sıkça kullanıldığına tanıklık ettim. Bunun pek çok başka sebebi de olabilir, ancak bizi çocuk imgesine atfedilen ‘masumiyet’in çok dışında kalan bir dünya algısıyla karşılaştırması, Hayat Var'ın rahatsız ediciliğinin en köklü nedenlerinden biri bana kalırsa,” diyerek de bitiriyor.
Sanırım her iki filmde de, Baruter’in işlerini henüz görmesek de fikrinde, rahatsız ve huzursuz eden hissin adı tekinsizlik. Yani tanıdık, yeni olmayan ama kişisel tarihe bir anda saldıran, hortlatan. Tam da Yücel’in, çocuğun yetişkinler için bir tedirginlik kaynağı olduğun söylemesi gibi: 
“Çocuk, yetişkinler için bir tedirginlik kaynağıdır. Ya büyümezse diye düşünürüz, ya olduğu gibi kalırsa? Olduğu yerde sayıklayıp, emekleyip durursa? Ya bize yabancı kalırsa, bize benzemezse? Kendimizi göremezsek onda, kendi varoluşumuzu onunla doğrulayamazsak? Bizi aynalamayı reddederse? Ona biçtiğimiz masum çocuk rolünü oynamazsa? Ya vücuduna bir şey batırdığımızda gözünden yaş gelmezse? Ya kan akmazsa derisinden? Bize hep "yabancılığı"nı hatırlatıp durursa? Onda hayatı görürüz; dilin dışında var olan hayatı, kültürle, alışkanlıkla henüz boğulmamış nefesi. Davranışlarında dizginlenmemiş, terbiye edilmemiş olanı gördüğümüz için korkarız ondan. Her yere gidebilir sanki, durduk yere kaçabilir, kendini belirsize bırakabilir, sırra kadem basabilir. Onun baktığı yerde ne gördüğünü bilememektir bizi tedirgin eden. Uçurumdan yere uzanan boşluğu yükseklik olarak algılamayabilir, iki boyutlu bir resim görebilir orada, 'resme' düşebilir. Dünyayı bizim gördüğümüz biçimde göremezse diye düşünürüz, dünya bildiğimiz dünya olmaktan çıkabilir. Başka bir dünyanın ihtimalini saklar her çocuk bakışlarında; bizi korkutan o başka dünyadır, bizim dünyamıza benzemeyen, ayaklarımızın yerden kesileceği, dilimizi yutacağımız başka bir dünya. Çocuğun gözlerinin neler gördüğünü, neler görebileceğini bilmek istemeyiz, çünkü orada, o uçsuzlukta kendimizi "büyümüş" sayamayacağızdır. Küçük düşürür bizi çocuğun bakışları, bize kendi büyümemişliğimizi hatırlatır. Dizginlenmemiş olasılıkların boşluğunda, kendimizi yetişkin göremeyeceğimizi; gururdan ve onaylanmışlık duygusundan mahrum, cılız ve âciz, çocuktan daha çocuk, pişmanca çocuk görüneceğimizi hatırlatır. Kendimize böyle görünmek istemeyiz. Çocuğu öldürerek, kendimize benzeterek, onu büyüterek kurtuluruz bu utanç duygusundan.”


24 Ağustos 2012

Humpty Dumpty


Feodor Rojankovsky yorumu 
Bu kayıt, bir öncekinin dolaylı bir takibi olacak. Zira doğum sonrası, kimilerinin annelik hüznü diyerek romantikleştirdiği, bazılarının da depresyon diyerek klinikleştirdiği sürecin, tıpkı hamilelik gibi, çalışıldığı takdirde kadın ruhsallığına önemli katkılar sağlayacağını düşünüyorum.  Çalışmadan kastım da, aşağıda yapacağım alıntıda olduğu gibi, dış gerçekliğe ait her türlü veriyi kullanarak, bilinçli tercihlerin ardında yatan bilinçdışı tetiklemeleri anlamak. Bugün için bu veriyi, Lucy Rollin, “Dream Imagery and The Portrayal of Childhood Anxieties in Nursery Rhyme Illustrations” isimli makalesiyle sağlıyor. Ölüm, sakat kalma, hayvanlara işkence, acımasız şakalar, sınırsız gücü olan tehditkâr anneler gibi bazı unsurlarıyla, yetişkinlere bilinçli ya da bilinçdışı çocukluk korkularını hatırlatan bilmeceler, tekerlemeler, ninniler…
Rollin çalışmasında, illüstrasyon sanatçılarının kelimelerden yola çıkarak ortaya koyduklarını, rüyalara benzetiyor. Çünkü rüyalar da kelimelerin resme dökülmesi gibi. Her ikisi de, yasaklanan arzuların ya da korkuların ifadesine izin veriyor. Her ikisinde de sansür var. Zira illüstratör, yetişkin olarak söz konusu söylencelerin kişisel çağrışımları ile kendinden beklenenler arasında kalıyor. Rüyadan korunmak için de SENSÖR var. Bu ket vurmanın farklarını, rüyaların hareketli diğerlerinin ise olmadığı gerçeğini bir kenara bırakırsak, söz konusu analoji, yaratımların detaylarına dair yapılan seçimleri analiz etmenin önünde bir engel olmayabilir.  Nitekim bu bilmeceler gibi rüyalar da gizli ve aşikâr içerikleriyle çok şey anlatıyor. İster çizerek yorumlayan, isterse aktaran için.
Yazıda sözü edilen iki örnek, bu kaydın asıl meselesini oluşturuyor. Tekerlemeleri görselleştirenlerin zihinsel zenginliği ise, görünenler ve görünmeyenlere referans vermesi açısından sembolik bir temsil sunuyor:
"Humpty Dumpty tells a brief tale of someone or something falling to complete destruction. The rhythm and rhyme make this story enjoyable to recite, and children in many cultures have recited some form of it for centuries. Yet such a recitation implies the contemplation of violent death, perhaps even one's own if one identifies consciously or unconsciously with Humpty Dumpty. Perhaps even more disturbing is a rhyme which is recited (or sung) by mothers to children: Hushabye Baby. This rhyme, with its soothing sounds and rhythms, rocks a baby and then plunges it to the ground, to injury or death. Yet it may be the single most transmitted rhyme in the canon, offered by mother to infant, generation after generation, for centuries. Why should this rhyme be pleasurable to mothers? Like Humpty Dumpty, its manifest content might be seen as innocent, perhaps a quaint depiction of early wind-rocked cradles, but like Humpty, its latent content recalls Winnicott's catalogue of the few unthinkable anxieties of infancy: Going to pieces, falling forever, having no relation to the body and having no orientation."
Çizimlerin "sevimliliği" tekerlemenin "korkunçluğunu" örtmediği gibi, "korkunç" olanlar da, ifade ettiklerinin gerçekliğini değiştirmiyor. Tıpkı doğum sonrası yaşananlar gibi. Ne korkunç ne sevimli…

Hush a bye baby, on the tree top,
When the wind blows the cradle will rock;
When the bow breaks, the cradle will fall,
And down will come baby, cradle and all.

1 Ağustos 2012

Hayaletler


“In giving birth, a woman achieves what little boys achieved with the castration complex: Detachment and autonomy from the maternal imago. Just as the penis allows men to see themselves as totally separate and independent from women, so does the protruding belly of pregnancy give women that independence from the maternal imago.”
Lucy Holmes, bir önceki kayıtta yer alan “The Internal Triangle: New Theories of Female Development” isimli kitabında böyle diyordu. Holmes bu fikri, psikanalitik tarihe bakıldığında insan ruhsallığının gelişimini erkek merkezli açıklama girişimlerinden yola çıkarak geliştiriyordu. Ne ironikti ki, psikanaliz dünyasında analistlerin de danışanların da genellikle kadın olmasına rağmen, kadınların psikoseksüel gelişimi Freud’dan kalan bir mirasla hala karanlık bir kıtaydı. Zira bu çizgiden bakıldığında kadın ruhsallığı bir eksiklikler kataloğuydu. 
Yukarıda sözü edilen fazlalığın/penisin “kazanımlarını”, ona göre tanımlanınca eksik ve haliyle bağımlı hisseden kadının ancak gebe kaldığı ve doğurduğunda elde edebileceğini ileri süren açıklama girişimini bir eşitleme çabası olarak görmüyorum. Çok daha fazlasını sunduğunu düşünsem de, nihayetinde referans noktasını bu eksikliğe göre belirliyor gibi de düşünülebilir. Holmes’in ruhsallıktan yoksun doğum hikâyelerinin kalabalık nüfusu içinde, kişisel tecrübesinin izini sürmesini oldukça değerli buluyorum. Aşağıdaki paragrafta yer alan genellemelere temkinli yaklaştığımı belirterek, evin içiyle fazlasıyla özdeşleşme halinin ve hayaletleri savmanın herkese iyi gelebilecek bir tarafı olduğunu düşünüyorum: 
“İlk çocuğum doğduğunda, kişisel analizim devam ediyordu. 1985 yılında ikincisi dünyaya geldiğindeyse analist olma yolunda ilerliyordum. Gebelik ve doğum deneyiminin ne kadar derin ve çarpıcı bir tecrübe olduğunu ilkinde anlayamadım. Oldukça büyük bir hastanede, teknolojik bir deneyimdi. Daha küçük ve aile odaklı bir merkezde, normal olarak gerçekleşen ikinci doğum ise beni olduğumdan çok farklı bir yere taşıdı, değiştirdi. Farklıydım. Gebelik ve doğum bir kadının hayatında önemli bir dönüm noktasıydı. Böylece doktoramı, bu konu hakkında daha fazla neler bulabilirim merakıyla, kadınlarla psikanalitik bir çalışma yaparak şekillendirmeye karar verdim. Gebeliği/gebe kalamamayı problem etmiş ya da bir bebek sahibi olmakla ilgili çatışmalı duygular yaşayan kadınları iki grupta bir araya getirdim.
Çalışmanın başında benim için en çarpıcı olan, seans odasındaki hayaletlerdi. Evet kadınlar oradaydı ama anne ve babaları da… Gebeliği, ‘anneleri gibi olma’ olarak tarif edenler için bu fikir iticiyse kısırdılar. Eğer kadınlar babalarıyla annelerine göre daha fazla özdeşleşmişlerse, bebekle ilgili çatışmalı duygular yaşıyorlardı. Gebe olanların bebekleri de, bir yansıtma nesnesi olarak seans odasındaydı. Bu kendiliğin bir görünümü de olabilirdi. Benlik saygısı az anne adaylarının, bebeklerinin ‘kusurlu’ doğacağına ilişkin söylemleri artıyordu.       
İçsel nesneler olarak tarif edilebilecek ve her an bizimle birlikte olan bu hayaletler ruhsal yapıyı yoğunlaştırıyor, nesneler dünyasındaki bu karşılaşmalar, çarpışmalar gerginliği artırıyordu. Çalışma boyunca yaptığımız konuşmalarda, her biri kendi özgün biçimleriyle, son derece güçlü bir şekilde içselleştirdikleri anne ve baba nesnelerini ele alıyorlardı. Kendilerinin de bir ayağını oluşturduğu bu üçgen, gebelik ve doğum algısını etkilediği gibi, doğumla birlikte bir değişime uğruyordu. Doğumla birlikte bu imagolar yerini güçlü bir kendilik algısına bırakıyordu. Bu içsel dramanın odağındaki fetus dünyaya atıldığında, fantastik iç dünyadan dış gerçekliğe geçiş, güçlenme algısı yaratıyordu.”
Kaydın görselleri Mary Kelly'e ait. 70'lerde, anne ve çocuk motifine başka bir açıdan yaklaşan Post-Partum Document isimli süreç odaklı çalışmasından...