7 Eylül 2012

İp


Yandaki fotoğraflar, geçtiğimiz haftalarda izlediğim Detachment’a ait. Filmin başrol oyuncusu Adrien Brody’nin bu sahnelere eşlik eden aşağıdaki ifadeleri ise, bu kaydın çıkış noktası:
"The park is now empty and bare, with an abandoned shame about it. The jungle gym, the slide and the swing have rusted together. They're all so terribly alone now. Where did all the children go? Didn't they know that the park needed them? A child's intelligent heart can fathom the depths of many dark places. But can it fathom the delicate moment of its own detachment?"
Bana oldukça önemli görünen bu son ifadeler, D.W. Winnicott’un, “Oyun ve Gerçeklik” isimli kitabında okuduğum paragrafla üst üste gelince anlamlı bir bütünlük oluşturdu. Zira Winnicott’un örneği, kopma ve ayrışmanın/ayrılmanın birbirinden ne kadar farklı anlamlar taşıdığını ortaya koyduğu gibi, kopma anına dair bir farkındalığın ayrışmanın, nihai hedef olmasa da bağlanmanın yolunu açabileceğini de düşündürüyordu.
İlk görüşmenin 1955 yılında yapıldığı söz konusu örneğin kahramanı, annesi ve babasının endişeleri üzerine kliniğe getirilen 7 yaşında bir oğlan çocuğu. Biri zihinsel engelli iki kız kardeşi var. Winnicott, anne ve babanın ardından çocukla yaptığı seansta bir karalama oyunu oynuyor ve bunu şöyle aktarıyor:     
“Bu oyunda kâğıda bir şeyler çiziktirip görüşme yaptığım çocuktan bunu tamamlayarak bir şeye dönüştürmesini isterim. Sonra da bir şeyler karalar ve onu bir şeye dönüştürme sırası bana gelir. Bu vakada karalama ilginç bir sonuç doğurdu. Oğlanın tembelliği hemen ortaya çıktı; yaptığım hemen her şeyi iple ilişkilendirdi. Yaptığı 10 çizim arasında şunlar vardı: Kement, kırbaç, binici kırbacı, yo-yo ipi, düğümlenmiş bir ip, bir binici kırbacı daha, bir kırbaç daha. Çocukla bu görüşmeyi yaptıktan sonra ailesiyle bir kere daha görüşüp çocuğun iple ilgili takıntısının nedenini sordum. Bu konuyu gündeme getirmeme sevindiklerini söylediler. Daha önce önemli olduğundan emin olmadıkları için bundan söz etmemişlerdi. Oğlanın iple ilgili her şeye saplantılı bir ilgi duyduğunu, hatta ne zaman bir odaya girseler çocuğun sandalyeleri ve masaları birbirine bağlamış olduğunu gördüklerini söylediler. Bazen onu örneğin bir yastığı iple şömineye bağlanmış olarak buluyorlardı. Çocuğun ip takıntısının yavaş yavaş yeni bir özellik kazandığını, bunun da her zamanki kaygılarının ötesinde kendilerini fena halde endişelendirdiğini söylediler. Oğlan geçenlerde kız kardeşinin (doğumuyla oğlanın annesinden ilk kez ayrılmasına yol açan kız kardeşinin) boynuna bir ip dolamıştı.” 
Winnicott’ın aktardığına göre “depresif olduğu her halinden belli” annenin oğluyla iki önemli ayrılığı bulunuyor. Biri kız kardeşi doğduktan sona, bir diğeri de akıl hastanesinde kaldığı 2 ay boyunca. Winnicott, 6 ayda bir kereden fazla görme şansı olmayacağı bu aile için şu yöntemi izliyor:
“Anneye bu çocuğun ayrılma korkusuyla baş etmeye, ayrılığı ip kullanarak inkâr etmeye çalıştığını açıkladım. Anne pek ikna olmadı, ben de ona söylediklerimde bir anlam bulduğu takdirde meseleyi çocuğa uygun bir zamanda açıp dediklerimi ona anlatmasını, çocuğun verdiği tepkiye göre ayrılık temasını geliştirmesini istediğimi söyledim. Daha sonra yaptığımız bir görüşmede anne baba, oğlanla yaptığı ilk konuşmadan bir yıl sonra çocuğun iple oynama ve evdeki nesneleri birbirine bağlama takıntısının nüksettiğini söyledi. Aslında anne ameliyat olmak için hastanede yatacaktı. Oğluna şunları söylemişti: ‘İple oynamandan gitmemin seni kaygılandırdığını anlayabiliyorum, ama bu sefer sadece birkaç gün evde olmayacağım. Zaten geçireceğim ameliyat da o kadar ciddi değil.’ Konuşmadan sonra, bu yeni iple oynama evresi sona ermişti.”
Daha sonraki yıllarda görüşmeye devam ediyorlar; çünkü bu takıntı çeşitli zamanlarda nüksediyor. İlk görüşmelerinden tam 11 yıl sonra Winnicott’ın yazdığı ek not, sözlük karşılıklarının aksine sembolik düzende farklı görünümlere sahip bu iki kavramın, nasıl bir karmaşaya yol açtığını gösteriyor:   
“Geçen süre içinde çocuğun bu hastalıktan kurtulamadığını gördüm. Evde ilk görüşme sırasında çoktan yerleşmiş olan davranış kalıbını korumuştu. Anneden uzak olsaydı kişisel tedavi görebilirdi. Ama bunu evde yapmak mümkün değildi. Ergenlik çağına geldiğinde oğlanda yeni bağımlılıklar ortaya çıktı. Onu annesinden uzaklaştırma yolundaki tüm çabalar sonuçsuz kaldı, çünkü her defasında kaçıp eve dönüyordu. Sonunda çocuk kimseyi memnun edemeyen bir genç olup çıktı; hiçbir şey yapmıyor, zamanını ve zihinsel potansiyelini boşa harcıyordu.”

31 Ağustos 2012

Kapı (Anahtar) Deliği


Beklenen bir sergi, geç izlenen bir film ve yakın zamanda yayınlanan bir kitabın buluşma noktası bu kayıt. Üçünün de kesiştiği bir kavşak var. Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun’undan çektiğim yandaki iki kare ve esinlenerek koyduğum kayıt başlığı, Bahadır Baruter’in 13 Eylül-13 Ekim 2012 tarihleri arasında x-ist’te sergilenecek "Senin Ailen Bir Yalan Yavrum" başlıklı sergisi ile sembolik olarak örtüşüyor. Dijital resim ve videolardan oluşacak sergi, “aile kavramını gösterilmeyeni ile ele alacak ve bir yüzleşme alanı yaratacak” içeriği ile öne çıkıyor. Çünkü Baruter’e göre “yalnızlığın kendine bahane edindiği en makbul kılıf ailedir. Aile, bireylerin ancak bir arada var olabileceği inancıyla inşa edilmiş, yanıltıcı bir mutluluk kaynağıdır. Etrafın algısına yansıtılan olumlu imajların aksine mecburi ilişkiler, zoraki gülümsemelerle insanı esir edebilir. Organik bağlar tutundukça kopar, birlik uğruna bireyi yok eder. Aslında her resim kara mizahla harmanlanmış gündelik bir sahnedir. Beklenilenin aksine mutlu aile sofraları, kucaklanan çocuklar yoktur bu sergide. ‘Senin ailen bir yalan’ derken de Baruter, aslında kendi yalanımızı ortaya çıkarmayı hedefler, aile tablolarını sahtelikten arındırarak yeniden yaratır; izleyiciyi bir kez de duruma dışarıdan değil içeriden bakmaya çağırır. Sıcak, sevecen ve güvenli görünen anların gerçekliğini sorgular, doğal olanı arar. Amacı kendi doğrusunu kabul ettirmek değil, kabul görenin sorunlarını su yüzüne çıkarmaktır.”
Umut Tümay Arslan tarafından hazırlanan “Bir Kapıdan Gireceksin” isimli kitapta yer alan Fırat Yücel denemesi ise, daha önce Beş Vakit ile bloğa konuk olan Reha Erdem’in, Hayat Var isimli filminden yola çıkarak yazılmış. Yücel, benzer bir etkinin Üç Maymun’da da izlenebileceği bir tür tedirginlik hissinin eşlik ettiğini belirtiyor seyir deneyimine: “Sonradan, ‘rahatsız edici’, ‘huzursuz’ gibi tabirlerin filmle ilişkili olarak sıkça kullanıldığına tanıklık ettim. Bunun pek çok başka sebebi de olabilir, ancak bizi çocuk imgesine atfedilen ‘masumiyet’in çok dışında kalan bir dünya algısıyla karşılaştırması, Hayat Var'ın rahatsız ediciliğinin en köklü nedenlerinden biri bana kalırsa,” diyerek de bitiriyor.
Sanırım her iki filmde de, Baruter’in işlerini henüz görmesek de fikrinde, rahatsız ve huzursuz eden hissin adı tekinsizlik. Yani tanıdık, yeni olmayan ama kişisel tarihe bir anda saldıran, hortlatan. Tam da Yücel’in, çocuğun yetişkinler için bir tedirginlik kaynağı olduğun söylemesi gibi: 
“Çocuk, yetişkinler için bir tedirginlik kaynağıdır. Ya büyümezse diye düşünürüz, ya olduğu gibi kalırsa? Olduğu yerde sayıklayıp, emekleyip durursa? Ya bize yabancı kalırsa, bize benzemezse? Kendimizi göremezsek onda, kendi varoluşumuzu onunla doğrulayamazsak? Bizi aynalamayı reddederse? Ona biçtiğimiz masum çocuk rolünü oynamazsa? Ya vücuduna bir şey batırdığımızda gözünden yaş gelmezse? Ya kan akmazsa derisinden? Bize hep "yabancılığı"nı hatırlatıp durursa? Onda hayatı görürüz; dilin dışında var olan hayatı, kültürle, alışkanlıkla henüz boğulmamış nefesi. Davranışlarında dizginlenmemiş, terbiye edilmemiş olanı gördüğümüz için korkarız ondan. Her yere gidebilir sanki, durduk yere kaçabilir, kendini belirsize bırakabilir, sırra kadem basabilir. Onun baktığı yerde ne gördüğünü bilememektir bizi tedirgin eden. Uçurumdan yere uzanan boşluğu yükseklik olarak algılamayabilir, iki boyutlu bir resim görebilir orada, 'resme' düşebilir. Dünyayı bizim gördüğümüz biçimde göremezse diye düşünürüz, dünya bildiğimiz dünya olmaktan çıkabilir. Başka bir dünyanın ihtimalini saklar her çocuk bakışlarında; bizi korkutan o başka dünyadır, bizim dünyamıza benzemeyen, ayaklarımızın yerden kesileceği, dilimizi yutacağımız başka bir dünya. Çocuğun gözlerinin neler gördüğünü, neler görebileceğini bilmek istemeyiz, çünkü orada, o uçsuzlukta kendimizi "büyümüş" sayamayacağızdır. Küçük düşürür bizi çocuğun bakışları, bize kendi büyümemişliğimizi hatırlatır. Dizginlenmemiş olasılıkların boşluğunda, kendimizi yetişkin göremeyeceğimizi; gururdan ve onaylanmışlık duygusundan mahrum, cılız ve âciz, çocuktan daha çocuk, pişmanca çocuk görüneceğimizi hatırlatır. Kendimize böyle görünmek istemeyiz. Çocuğu öldürerek, kendimize benzeterek, onu büyüterek kurtuluruz bu utanç duygusundan.”


24 Ağustos 2012

Humpty Dumpty


Feodor Rojankovsky yorumu 
Bu kayıt, bir öncekinin dolaylı bir takibi olacak. Zira doğum sonrası, kimilerinin annelik hüznü diyerek romantikleştirdiği, bazılarının da depresyon diyerek klinikleştirdiği sürecin, tıpkı hamilelik gibi, çalışıldığı takdirde kadın ruhsallığına önemli katkılar sağlayacağını düşünüyorum.  Çalışmadan kastım da, aşağıda yapacağım alıntıda olduğu gibi, dış gerçekliğe ait her türlü veriyi kullanarak, bilinçli tercihlerin ardında yatan bilinçdışı tetiklemeleri anlamak. Bugün için bu veriyi, Lucy Rollin, “Dream Imagery and The Portrayal of Childhood Anxieties in Nursery Rhyme Illustrations” isimli makalesiyle sağlıyor. Ölüm, sakat kalma, hayvanlara işkence, acımasız şakalar, sınırsız gücü olan tehditkâr anneler gibi bazı unsurlarıyla, yetişkinlere bilinçli ya da bilinçdışı çocukluk korkularını hatırlatan bilmeceler, tekerlemeler, ninniler…
Rollin çalışmasında, illüstrasyon sanatçılarının kelimelerden yola çıkarak ortaya koyduklarını, rüyalara benzetiyor. Çünkü rüyalar da kelimelerin resme dökülmesi gibi. Her ikisi de, yasaklanan arzuların ya da korkuların ifadesine izin veriyor. Her ikisinde de sansür var. Zira illüstratör, yetişkin olarak söz konusu söylencelerin kişisel çağrışımları ile kendinden beklenenler arasında kalıyor. Rüyadan korunmak için de SENSÖR var. Bu ket vurmanın farklarını, rüyaların hareketli diğerlerinin ise olmadığı gerçeğini bir kenara bırakırsak, söz konusu analoji, yaratımların detaylarına dair yapılan seçimleri analiz etmenin önünde bir engel olmayabilir.  Nitekim bu bilmeceler gibi rüyalar da gizli ve aşikâr içerikleriyle çok şey anlatıyor. İster çizerek yorumlayan, isterse aktaran için.
Yazıda sözü edilen iki örnek, bu kaydın asıl meselesini oluşturuyor. Tekerlemeleri görselleştirenlerin zihinsel zenginliği ise, görünenler ve görünmeyenlere referans vermesi açısından sembolik bir temsil sunuyor:
"Humpty Dumpty tells a brief tale of someone or something falling to complete destruction. The rhythm and rhyme make this story enjoyable to recite, and children in many cultures have recited some form of it for centuries. Yet such a recitation implies the contemplation of violent death, perhaps even one's own if one identifies consciously or unconsciously with Humpty Dumpty. Perhaps even more disturbing is a rhyme which is recited (or sung) by mothers to children: Hushabye Baby. This rhyme, with its soothing sounds and rhythms, rocks a baby and then plunges it to the ground, to injury or death. Yet it may be the single most transmitted rhyme in the canon, offered by mother to infant, generation after generation, for centuries. Why should this rhyme be pleasurable to mothers? Like Humpty Dumpty, its manifest content might be seen as innocent, perhaps a quaint depiction of early wind-rocked cradles, but like Humpty, its latent content recalls Winnicott's catalogue of the few unthinkable anxieties of infancy: Going to pieces, falling forever, having no relation to the body and having no orientation."
Çizimlerin "sevimliliği" tekerlemenin "korkunçluğunu" örtmediği gibi, "korkunç" olanlar da, ifade ettiklerinin gerçekliğini değiştirmiyor. Tıpkı doğum sonrası yaşananlar gibi. Ne korkunç ne sevimli…

Hush a bye baby, on the tree top,
When the wind blows the cradle will rock;
When the bow breaks, the cradle will fall,
And down will come baby, cradle and all.

1 Ağustos 2012

Hayaletler


“In giving birth, a woman achieves what little boys achieved with the castration complex: Detachment and autonomy from the maternal imago. Just as the penis allows men to see themselves as totally separate and independent from women, so does the protruding belly of pregnancy give women that independence from the maternal imago.”
Lucy Holmes, bir önceki kayıtta yer alan “The Internal Triangle: New Theories of Female Development” isimli kitabında böyle diyordu. Holmes bu fikri, psikanalitik tarihe bakıldığında insan ruhsallığının gelişimini erkek merkezli açıklama girişimlerinden yola çıkarak geliştiriyordu. Ne ironikti ki, psikanaliz dünyasında analistlerin de danışanların da genellikle kadın olmasına rağmen, kadınların psikoseksüel gelişimi Freud’dan kalan bir mirasla hala karanlık bir kıtaydı. Zira bu çizgiden bakıldığında kadın ruhsallığı bir eksiklikler kataloğuydu. 
Yukarıda sözü edilen fazlalığın/penisin “kazanımlarını”, ona göre tanımlanınca eksik ve haliyle bağımlı hisseden kadının ancak gebe kaldığı ve doğurduğunda elde edebileceğini ileri süren açıklama girişimini bir eşitleme çabası olarak görmüyorum. Çok daha fazlasını sunduğunu düşünsem de, nihayetinde referans noktasını bu eksikliğe göre belirliyor gibi de düşünülebilir. Holmes’in ruhsallıktan yoksun doğum hikâyelerinin kalabalık nüfusu içinde, kişisel tecrübesinin izini sürmesini oldukça değerli buluyorum. Aşağıdaki paragrafta yer alan genellemelere temkinli yaklaştığımı belirterek, evin içiyle fazlasıyla özdeşleşme halinin ve hayaletleri savmanın herkese iyi gelebilecek bir tarafı olduğunu düşünüyorum: 
“İlk çocuğum doğduğunda, kişisel analizim devam ediyordu. 1985 yılında ikincisi dünyaya geldiğindeyse analist olma yolunda ilerliyordum. Gebelik ve doğum deneyiminin ne kadar derin ve çarpıcı bir tecrübe olduğunu ilkinde anlayamadım. Oldukça büyük bir hastanede, teknolojik bir deneyimdi. Daha küçük ve aile odaklı bir merkezde, normal olarak gerçekleşen ikinci doğum ise beni olduğumdan çok farklı bir yere taşıdı, değiştirdi. Farklıydım. Gebelik ve doğum bir kadının hayatında önemli bir dönüm noktasıydı. Böylece doktoramı, bu konu hakkında daha fazla neler bulabilirim merakıyla, kadınlarla psikanalitik bir çalışma yaparak şekillendirmeye karar verdim. Gebeliği/gebe kalamamayı problem etmiş ya da bir bebek sahibi olmakla ilgili çatışmalı duygular yaşayan kadınları iki grupta bir araya getirdim.
Çalışmanın başında benim için en çarpıcı olan, seans odasındaki hayaletlerdi. Evet kadınlar oradaydı ama anne ve babaları da… Gebeliği, ‘anneleri gibi olma’ olarak tarif edenler için bu fikir iticiyse kısırdılar. Eğer kadınlar babalarıyla annelerine göre daha fazla özdeşleşmişlerse, bebekle ilgili çatışmalı duygular yaşıyorlardı. Gebe olanların bebekleri de, bir yansıtma nesnesi olarak seans odasındaydı. Bu kendiliğin bir görünümü de olabilirdi. Benlik saygısı az anne adaylarının, bebeklerinin ‘kusurlu’ doğacağına ilişkin söylemleri artıyordu.       
İçsel nesneler olarak tarif edilebilecek ve her an bizimle birlikte olan bu hayaletler ruhsal yapıyı yoğunlaştırıyor, nesneler dünyasındaki bu karşılaşmalar, çarpışmalar gerginliği artırıyordu. Çalışma boyunca yaptığımız konuşmalarda, her biri kendi özgün biçimleriyle, son derece güçlü bir şekilde içselleştirdikleri anne ve baba nesnelerini ele alıyorlardı. Kendilerinin de bir ayağını oluşturduğu bu üçgen, gebelik ve doğum algısını etkilediği gibi, doğumla birlikte bir değişime uğruyordu. Doğumla birlikte bu imagolar yerini güçlü bir kendilik algısına bırakıyordu. Bu içsel dramanın odağındaki fetus dünyaya atıldığında, fantastik iç dünyadan dış gerçekliğe geçiş, güçlenme algısı yaratıyordu.”
Kaydın görselleri Mary Kelly'e ait. 70'lerde, anne ve çocuk motifine başka bir açıdan yaklaşan Post-Partum Document isimli süreç odaklı çalışmasından...


22 Temmuz 2012

Pipi


“Etrafında ‘Göster oğlum amcalara pipini’ diyen bir Allah’ın kulu bile olmadığı halde her fırsatta külotunu indiriyor. Ya tamamen çıkarıyor ya da biraz indirip ‘Anne bak, sana pipi şakası yapıyorum’ diye dans etmeye başlıyor. 
Sık sık yarı çıplak bir vaziyette yatağıma gelmek, yorganın altına girmek ve çadırcılık oynamak istiyor. Çadırcılık nasıl mı oynanıyor? Yorganı kafamıza kadar çekiyoruz, ayaklarımızla havalandırıp küçük bir hava ve ışık deliği açıyoruz ve ben ona masal anlatıyorum. 
Çadırcılıktan bağımsız arada sırada penisindeki boyut farklılaşmalarını sorguluyor. Oynayıp, oynayıp ‘Büyüteceğim şimdi bak’ diye hırslanıyor. Yazarken bile tuhaf oluyorum ama üç yaş yaklaşırken oğlumda pipinin bir cinsel organ olduğuna dair bir farkındalık başladı resmen. Ve inanın ben çok ama çok korkuyorum. Çünkü yabancısıyım konunun, karşı cinstenim. Ama ben daha karnımdayken anlamıştım başıma gelecekleri. Doktor, ‘Bir oğlunuz olacak’ dediğinde bu yüzden ‘Ne yani benim içimde bir pipili mi var’ diye bağırmıştım.”
Bu giriş, Sibel Arna’nın 21 Temmuz 2012 tarihli Hürriyet Cumartesi ekinde yayınlanan yazısına ait. Okur okumaz, özellikle “İçimde bir pipili mi var?” ifadesi üzerinden bir kayıt girmeyi arzu etsem de, yakın zamanda okuduğum bir metni paylaşmayı daha uygun buldum. Zira Arna’nın “bağırmasından” sadece sezebileceğimiz bu “pipiliden” korkma ya da ona öfke duyma hali, ancak kendi kişisel hikâyesi ile anlamlı olabilir. Burada sadece speküle ettiğim bu ruh hali, pipili bir çocuktan çok, pipinin kendisine atfedilenlerle ilişkilendirilebilir. Ya da içeride büyüyen pipili bir çocuğun/pipinin, yıllar önce bir kız çocuğu olarak olmadığı anlaşıldığında yaşanan hayal kırıklığını tetiklemesi, kimbilir belki de telafisi olarak görülmesi gibi, analitik teorilerle yan yana geldiğinde anlamlı olabilecek bilinçdışı süreçlerle birlikte de okunabilir. Konuyu dağıtmadan, beklenen çocuğun pipili ya da vajinalı (pipisiz değil ama pipiye de denk değil)  olmasından bağımsız, Lucy Holmes’in “The Internal Triangle: New Theories of Female Development”  kitabından, kadının hamilelik ve doğurma fonksiyonunu penise eşitleyen bölümünü aktarmak istiyorum:
“Like the penis, the fetus is self and non-self, both subject and object; this double role gives woman the self-containment and self –reliance  that the penis gives man. Like the penis, the pregnancy and the fetus represent bodily sembols of independence from the engulfing pre-Odipal mother. The newborn, like the phallus, can be seen and grasped and partially identified with.
…In giving birth, a woman achieves what little boys achieved with the castration complex: Detachment and autonomy from the maternal imago. Just as the penis allows men to see themselves as totally separate and independent from women, so does the protruding belly of pregnancy give women that independence from the maternal imago.
…Childbirth helps woman achieve what Jessica Benjamin called intersubjectivity, where sameness and difference between two subjects (not a subject and an object) exist in the healty tension of mutual recognition. So the loss of the child/penis can be a developmental milestone, albeit an agonizing one, which can be experienced as traumatic as death. Childbirth is certainly linked with death in the unconscious. The loss of the self/object in childbirth is one reason fort his link. Over and over, my clients talked about childbirth in ways that brought death to mind: ‘As long as she was inside me, she was safe, immortal, a timeless fantasy. Now I have lost her to the world. She is flesh and blood, limited, manefist and ultimately mortal.”
Son cümleyi okuyunca, Deconstructing Mummy’nin geçenlerde attığı tweet aklıma geldi: “New mums, time to meet your real child and leave behind the fantasied one!” 

13 Temmuz 2012

Pinokyo

Fotoğraftaki Pinokyo’yu Salı Pazarı’ndan aldım. 1 TL’ye. Sonrasında okuduğum aşağıdaki makaleyi, onunla birlikte, kişisel olarak çokça çağrışıma izin verdiği için paylaşmak istedim. Tıpkı buraya kaydettiğim pek çok metin gibi bu da, gösterdiklerinin ötesinde anlamlar taşıyor. Kimi eski, kimi sadece kirli eşyaların doldurduğu az sayıdaki tezgahların içinden neden Pinokyo’yu seçtiğimi anlamama yardımcı oluyor. Tamamına buradan ulaşabileceğiniz yazı, bloğun bütünlüğüne katkı sayladığını düşündüğüm özelliklerinin dışında da ilgiyi hak ediyor.

Iakow Levi - The Tale of Pinocchio and the Puberty Rites of Savages: “It is already more than a century that the tale of Pinocchio has been charming children and adults alike. This touching tale has already passed the exams of time. But why do we find it so touching? What is it telling us between the lines, which penetrates us, without even passing through the threshold of conscience A child is born. However, he is not a child but a puppet. And he is not born by a Mom, like every child, but from a bulk of wood. Where is his mother? How can a child be born without a mother? When he makes his first appearance, he is already a big child, at school age and beyond. All the most important stages of childhood evolution are skipped. Pinocchio has never felt maternal warmth, he has never been kissed, patted, or coaxed by a mommy, and he was only a piece of wood in need of maternal love. The first thing that he does is behaving badly and telling lies.
A child who receives the affection that he needs does not tell lies. Lies are told when reality is unacceptable; they are a fantasized substitute for it. The unacceptable reality to Pinocchio was that he had no mother. However, is it true? Is it the true story, or the tale conceals behind a screen a reality, which has been covered by the veil of repression. As, in Biblical myth, the screen opens on a Father -- god, who bends on the earth to create the first Man out of it, in the same way the story of Pinocchio begins with a father bending on a bulk of wood, to create his son. As soon as Pinocchio begins moving and telling lies, his nose grows. We know from psychoanalytical research that the nose is a male phallic substitute. If Pinocchio's nose grows, it means that he has an erection. Byzantine emperors, when they wanted to prevent from a relative or a competitor the possibility of ascending to the throne, they cut his nose, meaning they castrated him. In this way, they definitely excluded him from being a potential competitor.
What a strange story! A newborn child, who is not a child but a puppet, born from a bulk of wood by the hand of a carpenter --  father, and who immediately has a lot of erections. And he is not behaving himself. Therefore, he has to be continuously admonished and punished. Where do we find in real life new born children, without a mother, made (i.e. born) from a father, already at puberty age, which have erections and are admonished and punished? Only in one place: in the camp of the young novices in the midst of the forest. Reik has studied the puberty rites of the savages, and he says:
Perhaps the most important prohibition they have to observe during this period is that which forbids association with women.  The circumcised youths among the Amaxosa  remain in their huts in isolation. If they leave the huts for a short time, they have to cover their faces in case they should see girls and women, and in particular, they must not see their own mothers.
In the story of Pinocchio, the mother is indeed absent. He can only fantasize her in the image of the Blue Hair Fairy, who appears and disappears into the fine air, like in a dream During those rites, mothers and sisters are told by the men of the tribe that the monster has eaten their sons and brothers. As Sarah died of grief while Isaac was passing his own puberty rite on the mountain, so the mother of Pinocchio, who in the tale condenses with that of the sister, dies of grief for the death of her son -- brother.
Seized with a sad presentiment he began to run with all the strength he had  left, and in a few minutes he reached the field where the little white house had once stood. But the little white house was no longer there. He saw instead a marble stone, on which were engraved these sad words: HERE LIES THE CHILD WITH THE BLUE HAIR WHO DIED FROM SORROW BECAUSE SHE WAS ABANDONED BY HER LITTLE BROTHER PINOCCHIO”

21 Haziran 2012

My Dead Parents


Kuzenim Tuba Biret Ertan sayesinde haberdar olduğum bu blog, sadece linkini paylaşamayacağım kadar "her şey"e uygun. Üzerine tıkladığınızda ulaşabileceğiniz My Dead Parents, "I am a fiction writer. This is not a fiction" diyen Peter Vidani'nin içsel yolculuğu. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmaması, yıkıcı olanın inşa edebilirliği ne muhteşem: 
"My father George was killed in a car accident when I was 16. My mother Anita died from complications related to alcoholism in 2010, when I was 32. I’m not sure how I feel about my parents, or about their deaths. I know don’t feel very sad, and I know that’s not how I’m supposed to feel.
My parents have been dead for different versions of “a while,” so I know I’m not supposed to be crushed by grief, but I never really felt sad at all. That makes me feel guilty, and a little broken. When I hear about other people being devastated by their parents’ deaths I think, Shouldn’t I be as sad as they are? I don’t feel connected to those people at all—I feel a mix of pity, jealously and revulsion.
Maybe I can explain my ambivalence by saying that I wasn’t very close to them, or that since my family wasn’t a very happy place to be there isn’t much to miss. But there has to be a primal connection that makes being “close” irrelevant. Loving them is in my DNA. They are my DNA.
When my mother died and people asked how I was doing, I always said that I wasn’t sad for myself, but I was so, so sad for her.  I was, and am, so sad that she went from being a world traveling, intelligent and vibrant woman to someone who drank so much that she lost most of her ability to walk and often shit on the floor. I am terrified that’s a possibility for any human being, but am I sad that my mother, who drank so much that she lost most of her ability to walk and often shit on the floor, is now gone from my life? Not really.
It’s easy and sometimes enjoyable to say that my parents were bad parents. My father was emotionally distant and occasionally abusive. My mother was resentful and selfish, and this was before her debilitating alcoholism brought out, or created, qualities in her that were much worse. 
That isn’t the whole story, of course, and just because I want or need to criticize them doesn’t mean that doing so isn’t a bit ungenerous and ignorant. They definitely weren’t ideal, but a lot went wrong in their lives, and I was a pain-in-the-ass to raise.
But when I try to consider my parents as people—people who existed before I did, who didn’t disappear when I looked away—things change. The wrongs I’ve been so attached to disappear, and what emerges are two people who were passionate, successful and adventurous. My father was an international banker who worked in Africa and the Middle East and dedicated the last years of his life to helping Ukraine, his homeland, find its economic footing after Communism fell. My mother was an environmentalist and a dedicated ESL teacher. They traveled the world, and I think they had a fair amount of fun. This isn’t a new revelation, but since I only just understood that I’m too old to be complaining about my mom and dad, I suddenly have a lot of time to think about other things, such as how my parents went from being cool people to unhappily married, mediocre parents that I don’t miss, and how all of this stuff relates.
My mother’s funeral didn’t take place for a few weeks after her death, so I started cleaning out her house, my childhood home, in the interim. The house was a mess, and I spent most of my time in her study, which had become a haphazard storage room for everything from soiled sheets to unopened mail. I spent days bagging sweaters for Goodwill and organizing the incredible amount of cheap jewelry and pantyhose she’d purchased from Filene’s Basement decades before and had never worn—apparently she feared the world was going to experience a devastating shortage of clip-on earnings and pink trouser socks.
While I was going through her things, I found boxes of letters my parents wrote to each other. I found ones where my parents were goofy and love struck and cards where my mother’s friends referred to my father as “fun.” My mother had such a difficult life, and things were so grim when she died, that it was shocking to learn that things had once been different. They’d had a relationship I never knew about, and would never have imagined.
For days I sat in my mother’s filthy study, surrounded by photos, faded letters and crappy jewelry, trying to take in my parents’ lives and thinking: I don’t know these people at all. And for the first time, I really wanted to. As I went through their stuff I realized that my parents had done way more interesting things by 32 than I had. They were excited by the world, and they got to experience it with a wonder that’s hard to muster now because we are over-informed and over-stimulated. They were ballsy, and I think they were happy. But things changed, and now I’m sorting through their leftovers, trying to figure out why. They experienced real tragedy—between my sister and I they lost a son when he was ten months old. Is that enough to permanently derail a marriage? It’s probably more than enough.  It’s possible they weren’t ever very happy with each other and just got married because it seemed like an okay option. But their letters show that they were more in love than I could have imagined, so clearly there’s a lot I don’t know or understand. 
I spent years thinking my parents owed me something.  Now I feel I owe them more than a little.  Maybe I can find a way to make how interesting they were as individuals matter more than the mistakes they made as my parents, or the bad things they did to each other. I think it’s worth trying, and that’s what I’m doing here. I’m going through my parents’ things and attempting to piece them together while also trying to understand my experience of them.  I’d like to figure out who they were, and maybe even find a way to be sad that they’re gone."


13 Haziran 2012

Ekolojik Bilinçdışı


Ekolojik bilinçdışı ile psikanalizin ekolojik yönü arasında bir paralellik kurulabilir mi? Yakın zamanda okuduğum aşağıdaki iki paragrafı bu çerçevede düşünürken, buraya da kaydetmek istedim. Talat Parman, Psikanaliz Yazıları'nın 23. sayısının girişinde şöye diyor: "Psikanaliz ayrıntılarla, döküntülerle, dahası çöpe atılanlarla uğraşmak demektir. Tıbbın elinin tersiyle ittip, deyim yerindeyse değersiz gördüğü insan ruhsallığının tüm yaratımlarını, düşleri, düşlemleri, sakar eylemleri, dil sürçmelerini atıldıkları çöplükten çıkarıp yeniden ruhsallığın kullanımına sunmuştur. O nedenle psikanaliz yeni imgeleri, nesneleri, eylemleri olanakların sonsuzluğunda sürekli tüketmek yerine, eskileri yeniden değerlendirmeyi amaçlayan bir yeniden dönüştürmedir. Psikanaliz bir geri dönüşüm uğraşıdır. Tüketimden değil yeniden üretimden yanadır. Ve o nedenle ekolojiktir. Psikanaliz, ürettiği çöp dağlarını ne yapacağını bilmeyen günümüz insanına 'arzularınızı, isteklerinizi, düşlerinizi, düşlemlerinizi, sakar ve yarım kalmış eylemlerinizi, hatalarınızı, yanlışlarınızı, tüm yaşam sürçmelerinizi atmayın, onları saklayın ve divan denilen o yeniden dönüştürme mekanına getirin' der. Ve şöyle düşünür: 'Getirin ki onların, yani bizzat sizin yarattıklarınızın size ait değerler olduğunun farkına varın."
Pikaland
Ekopsikoloji teriminin yaratıcısı Theodore Roszak ise, 1992'de yayımlanan "The Voice of the Earth" (Dünyanın Sesi) adlı kitabında ekopsikolojinin felsefesini sekiz kuralla şöyle tarif ediyor: 
  • "Zihnin temelinde ekolojik bilinçdışı yatar; yani her insan doğuştan doğaya dair bir bilince sahiptir. 
  • Ekolojik bilinçdışının içeriğinde, kozmik evrimin, tarihin ilk zamanlarına kadar uzanan kaydı bulunur. 
  • Ekopsikolojinin amacı, insanın ekolojik bilinçdışında bulunan ve doğuştan sahip olduğu, doğa ve insanın karşılıklı ilişkisine dair bilgiyi uyandırmaktır. 
  • İnsan gelişiminin hayati aşaması çocukluk dönemidir. Ekopsikoloji çocuğun henüz unutmadığı çevresel bilinci yetişkinlerde de uyandırmayı amaçlar. Çocukta bu bilincin gelişmesi içinse doğayla ilgili hikâyeler, masallar, ninniler çok önemlidir.
  • Ekolojik egonun gelişmesiyle insan, doğaya ve diğer insanlara karşı ahlaki bir sorumluluk duygusuna sahip olur. Ekopsikoloji bu sorumluluk duygusunun sosyal ilişkilerde ve politik kararlarda söz sahibi olmasını amaçlar. 
  • Ekopsikolojinin en önemli terapilerinden birisi, doğayı bir yabancı gibi gören ve ona hükmetmeye çalışan, politik gücün de kaynağı olan 'eril' karakter özelliklerini yeniden ele almak ve düzeltmektir. 
  • Ekopsikoloji sanayi kültürünün yıkıcılığını sorgular. Ancak bunu yaparken hayatımızı kolaylaştıran teknolojiye karşı değildir. Bu anlamda ekopsikoloji anti-endüstriyel değil, post-endüstriyeldir. 
  • Dünyanın ve kişinin iyiliği arasında 'sinerjik' bir etkileşim vardır. Bu yüzden dünyanın ihtiyaçları insanın da ihtiyaçlarıdır; insanın hakları, dünyanın da haklarıdır."


6 Haziran 2012

Arka Bahçe


İlk basımı 1999 yılında Metis tarafından yapılan bir kitabın arka kapağı ile geçtiğimiz günlerde başka bir kayıtta işini paylaştığım Faye Moorhouse'un diğer çalışmaları biraraya geliyor. Kuzenim Esra Ertan sayesinde gündemime giren Nurdan Gürbilek, "Ev Ödevi" için şöyle diyor: 
"Her çocuk er geç aynı şeyi yaşar: Bir zaman gelir, onun için ev olmaktan çıkar ev. Ne erken çocuklukta olduğu gibi keşfedilecek bir dıştır artık, ne de dış dünyaya karşı sığınılacak bir iç. Tam olarak ne zaman yaşarız bunu: Evin dışarıya karşı bir sığınak olduğu kadar bir engel de olduğunu fark ettiğimiz an mı? Evin geçici, ana babamızın güçsüz, ölümlü olduğunu sezdiğimiz an mı? Yoksa evin bize bir iç dünya bağışlarken aynı zamanda büyük bir iç sıkıntısı da verdiğini, bir iç dünyası olmanın bedelinin bu iç sıkıntısı olduğunu fark ettiğimiz an mı?
Faye Moorhouse
Bu duygunun zamanı, yoğunluğu, katlanılabilirliği evden eve, çocuktan çocuğa değişir kuşkusuz. Tek bir şey dışında: Ömür boyu bize eşlik eden mutluluk imgelerimizin olduğu kadar, kurtulmak için hep çaba harcayacağımız korkularımızın, dağıtmak için her yolu denediğimiz iç sıkıntımızın da kaynağı, kaynağı değilse bile ilk sahnesi orası. İşte oraya, o mutluluk mekânının arka bahçesine, birçok düşün olduğu gibi birçok şiirin, öykünün, romanın da imgelerini topladığı o arka bahçeye bakmamın nedeni bu..." Benim de...

A Fight Broke Out

3 Haziran 2012

2 Doğru, 1 Yanlış!

Bu fotoğraflar, 1 saatlik yenidoğan ve onun memeyle ilk buluşmasının kaydedildiği videodan. Bebek, yaklaşık 7 dakikalık kaydın sonunda, küçük müdahalelerle de olsa, memeye ulaşmayı başarıyor. Geçtiğimiz günlerde izlediğim bu videoyu, bugün okuduğum bir makaledeki aşağıdaki satırlar sayesinde, anlattığı şeyi, tam da benim için anlatmadığı yerde yeniden hatırladım. 

Donald Winnicott'ın dosya konusu olduğu Psikanaliz Yazıları'nda Levent Kayaalp, "Bütünleşme / Bütünleşmemişlik / Bütünlüğün Yitirilmesi" başlıklı makalesinde şöyle yazıyor: "Winnicott çocuğun gerçekliği keşfinin yanılsamayla başladığını belirtir; aç bebekle süt dolu memenin karşılaşması, karşı istikametlerden gelen iki doğrunun birbirini bulması gibidir. Çocuk bu karşılaşmayı bir halüsinasyon olarak da yaşayabilir, dış gerçekliğe ait bir şey olarak da. Bu karşılaşmalar, bebeğin aslında orada var olan bir şeyi ortaya çıkarma kapasitesini geliştirir." 

Peki, ya bu iki doğru buluşamamışsa ya da bir yanlış etmişse? Bu sorumun cevabını da yine aynı makale içinde buldum: "Başlangıçtaki birincil can çekişmenin geçmişe gönderilmesinin tek koşulu, benliğin onu önce kendisinin şimdiki zaman deneyimine sokması ve orada ona tüm güçlülükle hakim olmasıdır. Aksi takdirde yaşanmamış geçmiş ayrıntı, gelecekte aranmaya devam eder." 


29 Mayıs 2012

Yas


Faye Moorhouse
Bugün, “Everybody dies” ile biten bir önceki blog kaydını izleyerek, iki blog yazarının son kayıtlarını, kayıplar etrafında biraraya getirmek istiyorum. İlki, “Deconstructing Mummy” Marianna Sidiropoulou-Khalid. Geçtiğimiz günlerde blogunda yayınladığı yazısını çevirmeden, karşılaşmaların, tetiklenmelerin sarsıcı hatta bazen yıkıcı etkisi için paylaşmak istiyorum:
“I am on the bus, having opted for a complete two-hour freedom. Freedom from parking, freedom from my daily mum routine. Just enjoying the rare British sun. The bus stops opposite a church. I love being on a double decker if I am not in a rush. I have all the time to observe and get lost in my thoughts. I turn to my right and see a lot of people gathered outside the church. They are wearing formal clothes and a few of them are crying. A funeral. I look at the faces of the people, certain that the lost one is a beloved grandparent. I look at a woman my age crying in desperation. I look inside the black vehicle parked on the side and see the coffin. It is unusual. There is a sea and a boat painted, some travelling theme. Then I realize. The coffin is not very big. My brain is fighting for me not to understand what is happening. I read ‘Farewell from mummy and daddy’. I scan the crowd again. I see her. It is the mother crying tears of desperation. Her child is in that coffin. A part of her buried forever. I now feel myself, a corporeal loss. The image is so gripping that I stop breathing normally and tears well up in my eyes. I was not prepared for this. I was not prepared to share in a random moment the crumbling life of another woman, another mother. She was burying her child and I was preparing to go pick up mine from the nursery. I got off at the next bus stop to walk home, I needed to be outside. I started crying. I felt her loss. This small moment of realization that all we love, all we have, all that we take for granted, we can lose. I thought about motherhood and about my concept of Deconstructing Mummy. I had just experienced a literal deconstruction of a mother. I imagined her years later somehow moving on with her life. Maybe one day she will smile again. I know that most people do eventually handle their grief even if they are not the same again.”
Çocuğunu kaybeden anneden, annesini kaybeden çocuğa geçişim ise, izlediğim diğer blog yazarı “Garden Correspondent” Siobhan Wilde sayesinde oldu. Wilde, eşinin bir arkadaşının annesini kaybettiğini ve onun için Roland Barthes’in Yas Günlüğü’nde yer alan bir mektubu çevirip gönderdiğini yazıyordu. Annesinin ölümü üzerine Proust’un Georges de Lauris’e yazdığı mektup. Ben bu mektup yerine, en azından benim için yası üzüntüden kurtaran, ferahlatan hatta özgürleştiren Barthes’in, annesinin ölümünün ardından iki yıl boyunca tuttuğu günlüğünden notları aktarmak istiyorum:
29 Ekim 1977: Onun yokluğundan önceki arzularım, şimdi artık gerçekleşemez, çünkü bu durumda bunları gerçekleştirmeme onun yokluğu olanak vermiştir anlamı doğacaktır. Benim arzularım açısından onun yokluğu kurtarıcı olabilecektir bir anlamda. Ancak onun yokluğu değiştirdi beni, eskiden arzuladıklarımı arzulamıyorum artık. Yeni bir arzunun, onun yokluğundan sonraki bir arzunun oluşmasını beklemek gerek, bunun oluşacağını farz edelim.
24 Kasım 1977: Şaşkınlığım ve sanki tedirginliğim (keyifsizliğim) aslında bir eksiklikten değil de bir yaradan, sevginin yüreğini acıtan bir şeyden kaynaklanıyor.
28 Kasım 1977: Kime sorabilirim? İnsanın, artık sevdiği kişi yanında olmadan yaşayabilmesi, onu sanıldığından daha az sevmiş olduğu anlamına mı gelir?
9 Aralık 1977: Yas = Keyifsizlik, olası bir duygusal şantajdan yoksun durum.
18 Şubat 1978: Yasın, değişmeyen ve zaman zaman ortaya çıkan bir şey olduğunu öğrendim. Aşınmıyor çünkü sürekli değil.
20 Mart 1978: Madam Panzera, ‘Zaman yası dindirir’ diye bir söz vardır demişti bana. Hayır, zaman hiçbir şeyi geçirmez; yasın o telaşlı, heyecanlı halini geçirir yalnızca.
25 Mart 1978: Dün, Damisch'e telaş ve üzüntüye kapılmanın geçtiğini, kederinse kaldığını anlattım. O da bana şöyle dedi: ‘Hayır, telaş ve üzüntüye kapılma geri gelir, göreceksiniz.’
18 Nisan 1978: Onu kaybettiğimden beri, kendisinden kısa süre uzak kaldığım yolculuklardaki o özgürlük duygusu yok artık içimde.
27 Nisan 1978: Herkesin bana ‘Burada unutman için her şey var,’ dediği yerde, ben daha az unutuyorum.
1 Ağustos 1978: Kederim ifade edilemez, ama yine de söylenebilir. Dilin bana ‘dayanılmaz’ sözcüğünü sağlaması bile doğrudan doğruya belli bir ‘dayanırlık’ sağlar.
31 Aralık 1978: Keder son derece büyük, ama benim üstümdeki etkisi (çünkü keder kendi başına bir şey değildir, yolundan sapmış etkiler dizisidir) bir tür birikinti, pas, yüreğimin üstüne çökmüş bir tür çamur, bir yürek acısı (Sinirlenme, kıskançlık, sevgi eksikliği).

23 Mayıs 2012

House M.D.

House bitti, geriye beyaz bir tahta kaldı!

Family sucks!

Everybody lies!

Everybody dies!

18 Mayıs 2012

2 Kadın, 1 Ev


Dün akşam izlediğim bir programın, yaklaşık 1 dakikalık bölümünü kaydetmek istedim buraya. Aşağıdaki anlar/fotoğraflar, Güven İslamoğlu'nun nisan ayında yayınlanan ve "yok olan Anadolu köy kültürünü" ele aldığı "Yeşil Doğa" isimli programından. Isparta'nın Sütçüler İlçesi Darıbükü Köyü de bu köylerden biri. Sadece yaşlıların kaldığı Darıbükü, Kasımlar Barajı'nın tehdidi altında. Niyetim, daha önce blogda sözü edilen bu tür bir saldırganlığın/şiddetin yıkıcılığını tekrar etmek değil. Tüm gün aklımdan çıkmayan bu 2 kadın ve 1 evi, ölümden söz ediş biçimleri ve sembolik karşılıklarıyla uzun uzun düşünebilmek. Dileyenler programın tamamına buradan ulaşabilir.
- Çok güzel bir eviniz var. Ahşap.
- Var ama sahipleri öldü.
- Sahibi kalmadı?
- Kalmadı.
- Ne olacak şimdi? Baraj yapılınca size çık mı diyorlar?
- Öyle olacak heralde, anlaşılan baraj buraya geldi mi git diyecekler.
- Nereye gideceksiniz?
- Bakalım ne yapacağız, o gün bir gelsin bakalım.
- Hükümet büyük, karara kor.
- Hükümet bir yere yerleştirir?
- Ne yapalım kulaklar duymuyor, gözler görmüyor.
- Peki buradan ayrılmak istiyor musunuz?
- Ayrılır mıyız? Burası evimiz. 
- Belki öleceğiz baraj gelinceye kadar
- Allah uzun ömür versin niye?
- Yok canım sende
- Peki sizi götürdükleri yerde yaşayabilecek misiniz?
- Biz ölürüz o zamana kadar
- Ölürüz o zamana kadar
- Ölürüz biz
- Yok çok dinç gördüm sizi

10 Mayıs 2012

Müze bir ev midir?


Parantezi, geçtiğimiz haftasonu gerçekleşen Masumiyet Müzesi Sempozyumu’nda “Müze bir ev midir?” diye soran Levent Çalıkoğlu açıyor; “Müzelerin geleceği evlerimizin içindedir,” diyerek bitirdiği manifestosuyla Orhan Pamuk kapatıyor. 
Hem daha önce girdiğim Müze, Dilin Resmi Resmin Dili, Göbekli Tepe isimli diğer kayıtlarla örtüştüğü, hem de bir “müze”den çok daha fazlasını ifade ettiği için, bir kez de buraya kaydetmek istedim:
“Müzeleri seviyorum ve pek çokları gibi her geçen gün müzelerde daha mutlu hissediyorum kendimi. Müzeleri çok ciddiye aldığım için bazen öfkeli, kuvvetli düşünceler geliştiriyorum. Ama müzeler hakkında öfkeyle konuşmak da gelmiyor içimden. Çocukluğumda İstanbul’da çok az müze vardı. Çoğu da korunmuş tarihî anıtlardı. Ya da Batı dışı yerlerdeki çok az müze gibi devlet dairesi havalı yerler. Daha sonra Avrupa şehirlerinin arka sokaklarındaki küçük müzeler, bana müzelerin de tek tek bireylerin hikâyelerini anlatabileceğini hissettirdi (tıpkı romanlar gibi). Louvre, Metropolitan, Topkapı, British Museum, Prado gibi yerlerin insanoğlunun büyük zenginliği olduğunu hiç unutmuyorum. Ama bu büyük anıtsal hazinelerin geleceğin müzeleri için örnek olmasına karşıyım. Müzeler, özellikle hızla zenginleşen Batı dışı ülkelerde ortaya çıkmakta olan yeni ve modern insanın dünyasını, insanlığını araştırmalı ve ifade etmeli. Oysa devlet destekli büyük müzeler insanı değil, devleti temsil etmeyi hedefliyor. Bu, iyi ve masum bir hedef değil.
Düşüncelerimi bir sırayla ifade edeyim:
1. İmparator ya da kral saraylarının halka açılmasıyla şekillenen ve vazgeçilmez bir turistik ziyaretgâh ve milli bir simge halini alan Louvre, Hermitage gibi büyük milli müzeler, milletin hikâyesini (yani tarihi) bireyin hikâyesinden çok daha önemli kıldı. Oysa tek tek bireylerin hikâyesi, insanlığımızı bütün derinliği ile ortaya koymak için daha uygun.
2. Saraylardan milli müzelere geçiş ile, destanlardan romanlara geçiş arasında bir paralellik olduğunu görüyoruz. Evet, eski kralların kahramanlık hikâyeleri olan destanlar, onların yaşadığı saraylar gibidir. Ama milli müzeler romanlar gibi değiller.
3. Bir topluluğun, cemaatin, takımın, milletin, devletin, halkın, bir kuruluşun, şirketin, bir cinsin tarihini anlatmaya çalışan müzelerden bıktık, yorulduk. Tek tek bireylerin, sıradan hikâyelerinin bütün büyük toplulukların tarihinden daha zengin, daha insani ve çok daha mutluluk verici olacağını hepimiz biliyoruz.
4. Sorun Çin, Hint, Meksika, İran ya da Türk tarih ve kültürlerinin ne kadar zengin olduğunu anlatabilmek değil. (Elbette bu da yapılmalı, ama bu zor değil.) Zor olan, bu ülkelerde günümüzde yaşayan tek tek insanların hikâyesini aynı zenginlik, derinlik ve güç ile müzelerde anlatabilmek.
5. Bana göre müzeler, bir devleti, milleti, şirketi, belirli bir tarihi vs. iyi temsil edip edememeleriyle değil, tek tek bireylerin insanlığını ortaya çıkarıp çıkaramamalarıyla ölçülmeli.
6. Müzeler daha küçük, daha bireysel ve daha ucuz olmalı. Ancak böyle, tek tek insanların hikâyelerini ifade edebilirler. Büyük kapılı büyük müzelerde, insanlığımızı unutup devleti ve kalabalıkları hatırlamaya çağrılıyoruz. Bu yüzden Batı âlemi dışında milyonlarca insan müzelere gitmekten korkuyor.
7. Günümüz ve geleceğin müzelerinde sorun devleti temsil değil, insanı ortaya çıkarmaktır. Bu insanın yüzyıllardır acımasız baskılar altında olduğunu da unutmayalım.
8. Büyük anıtsal, sembolik müzelere giden para ve kaynaklar, tek tek insanların hikâyelerini anlatan küçük müzelere gitmeli. Bu kaynaklar, insanları kendi küçük evlerini ve hikâyelerini “müzeleştirmeye” teşvik edip onlara destek olmalı.
9. Eşyalar çevrelerinden, sokaklarından kopartılmadan kendi doğal evlerine hüner ve dikkatle yerleştirilirse, zaten kendi hikâyelerini anlatırlar.
10. Şehirlere, mahallelere hükmeden anıtsal binalar insanlığımızı ortaya çıkarmıyor, tam tersi onu eziyor. Daha insani olan; mahalleyi, sokakları, çevredeki evleri, dükkânları, her şeyi serginin bir parçası haline getirecek mütevazı müzeler hayal edebilmek!
11. Müzelerin geleceği evlerimizin içindedir.”

7 Mayıs 2012

Masumiyet Müzesi


Hem nitelik hem de nicelik olarak yoğun bildiri akışı içinde gerçekleşen iki günlük Masumiyet Müzesi Sempozyumu sonrası, aldığım notların hepsini burada paylaşmaya imkân yok. Ama sunumunu merakla beklediğim iki konuşmacıdan biri olan Talat Parman’ın yaklaşımından yola çıkarak, elbette kitabı okumuş olanlar için, orada imkân olmayanı burada deneyebilir ve bir soru sorabilirim.
Psikiatrist ve Psikanalist Talat Parman, “Nedir Kemal’in Hastalığı?” başlıklı konuşmasının hemen girişinde: “Babasının ölümünden hemen sonra ‘Nihayet annemle yalnız kaldık’ cümlesinden yola çıkarak, Kemal’in, çözülmemiş bir ödipal karmaşanın içinde olduğunu söylemek, insan ruhsallığının karmaşıklığı düşünülünce, aceleci ve yüzeysel bir açıklama olur,” dedi. Parman, Freud’un 1914 yılında yazdığı “Yeniden Anımsama, Yineleme ve Özümseme” isimli kitabına yaptığı atıfla, bellek üzerine şekillendirdiği konuşmasına, “eşya/müze”nin çağrıştırdıklarının tam tersine işaret ederek şöyle devam etti: “Anımsamama hastalığı! Anımsamak yerine hiç unutmamaya çalışarak yeniden yaşamaya çalışmak. Bunlar, anlar yerine içselleştirilmemiş yaşantı izleridir. Yineleme de anımsamanın tersidir. En önemli olan anımsanamaz. Yinelemede ızdırabın izi vardır. Canla başla yaşanılanı yinelemek. Bu patolojinin özgün bir örneğidir. Yineleme, yıkıcılığa eğilimin ilk aşamasıdır.”

Romanda Kemal’in tekrar tekrar yaşadığı ızdırabın/hazzın yinelenmesinden yola çıkarak, bizi baba ve oğlun aynı “kaderi” paylaşıyor olduğu ilüzyonundan kurtaracak bir başka yineleme/aktarıma bakılabilir mi? Her ne kadar Ayşe Düzkan, konuşmasının sonunda bu benzerliği romanın en masum noktası olarak adlandırsa da, bana göre en ürpertici ve derinlikli bağını oluşturuyor:
“Çok çok acı çekiyordum. Ağabeyin evlenmişti. Sen Amerika’daydın. Ama tabii acımı annenden saklamaya çalışıyordum. Hırsız gibi bir köşede gizli gizli acı çekmek de bir başka acıydı.
…Bir otelde aile taklidi yapar gibi yaşıyorduk. Acımın hiç dinmek bilmediğini, böyle giderse delireceğimi görüyor ama yapmam gereken şeyi bir türlü yapamıyordum. Aynı günlerde, o da çok kederliydi; bana kendisine evlilik teklif eden bir mühendis olduğunu, ben karar vermezsem bir başkasıyla evleneceğini söyledi. Ama ciddiye almadım.
…Onun İstanbul’da bir yerde yaşadığını, gazeteleri açıp benim okuduğum haberleri okuyup benim seyrettiğim televizyon programını seyrettiğini hayal edip onu hiç görememek beni çok üzüyordu. Bütün hayatın nafile olduğu duygusu üzerime geliyordu.”
Kemal, babasının hikayesi ve dilini, özellikle “sanki hayatımın merkezi dağılmış, geçmişim dünyaya gömülmüştü” diyerek anlattığı babasının ölümünden sonra, yoğun biçimde tekrarlamıyor mu? Üstelik babasının acısı ile Füsun’un acısı iç içe geçmişken.

Kaydı, müzede, romanın her bir bölümü için ayrı olarak düzenlenen vitrinlerden, ilgili bölümle, yani “Babamın Hikayesi: İnci Küpeler”le görselleştirerek bitirmek istedim. “Katalog/Kitap”ta şöyle yazmış Orhan Pamuk: “Vitrinin üzerinde duran büstü, romanı daha yazmaya başlamadan, 1999 kışında Çukurcuma’daki eskici dükkânlarının birinin soğuk ve tozlu bodrumunda kendi kedime eşelenirken buldum ve hemen satın aldım. Heyecanlı ve hevesli bu ilk dönemimde hikaye daha kafamda tam ortaya çıkmış değildi. Sırf o anda hoşuma gittiği için satın alıp daha sonra hikâyenin parçası yapamadığım için müzeye de koyamadığım at arabası lambaları, gaz saati gibi pek çok eşyanın tersine bu eşyanın Kemal’in babasının büstü olduğunu kısa sürede kavradım ve ikincil kahramanı anlatırken yüzünü bu büstteki gibi hayal ettim. Kemal’in babasının romanda anlattığı aşk hikâyesindeki genç kadının gençlik fotoğrafını ise hikâyeyi yazdıktan sonra buldum. ‘Arkada gemi fotoğrafı’ var diye korunmuş ve eskicilerden gelmiş fotoğrafları hızlı hızlı elden geçirirken, gemilerden çok kızın hüzünlü yüzü takıldı aklıma.”
Peki bu iki yüz, sadece farkında olmadıklarımızı hatırlatmak için, Füsun ve Kemal'e ait olabilir mi?

2 Mayıs 2012

Anne Öldürdü, Baba Yedi!


Geçtiğimiz sene haziran ayında, Kitap-lık Dergisi’nde bir öykü okumuş ve benzer etkiye sahip bir fotoğrafla yan yana blogda paylaşmıştım. 
Edebiyatla ilişkisi son derece sınırlı bir insan olarak “Çığlık” sanırım her şeyden çok, tıpkı diğer kayıtlar gibi, bir gösteren işlevi gördü. Bütünün, devam eden sürecin bir parçasıydı. 
Şenay Eroğlu Aksoy, bu öykünün de yer aldığı ilk kitabını geçtiğimiz aylarda Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkardı. Zaman zaman blogun vesile olduğu mutlu karşılaşmalardan biri olarak, imzalı bir kopyasını da bana gönderdi. 
Dün kuzenim Tuba Biret Ertan'ın bahsettiği başka bir kitapla, Abis isimli öyküsünün hemen girişini hatırladım:  
“Bahçemin yanı başında yatar ölülerimiz. Uysal, kıpırtısız. Babam en yaşlı servinin altındadır, annem onun yanında. Bizim buralarda ayırmazlar aileleri, yaşarken sarılamayan yaralar, toprakta küllensin diye koyun koyuna yatırırlar annelerle kızları, babalarla oğulları. Kimi zaman mezarlığa girer, taşların aralarında dolanırım; sarı arsız otlar uzamıştır her yanda. Benim mezar yerimse, çekilmiş bir diş yeri gibi çökük, babamın yanında.“
Bu çağrışıma aracılık eden diğer kitap ise, maalesef sadece kapağı ve özellikle başlığı ile konuk oluyor bloga. 40 masalın yeniden yorumlanmasından oluşan bu derleme, elbette orjinallerini de okumayı zorunlu kılıyor. Kitaba ismini veren masal Grim Kardeşler'e ait. The Juniper Tree. Alissa Nutting'e ait yeni versiyonunu okumak için kitabı edinmek gerekiyor ama üvey oğlunu öldüren ve babasına yediren bir annenin "masalını" internetten bulmak mümkün: 
“My mother she killed me, My father he ate me, My sister, little Marlinchen, Gathered together all my bones, Tied them in a silken handkerchief, Laid them beneath the juniper-tree, Kywitt, kywitt, what a beautiful bird am I!”