28 Mart 2011

Ekmek


1 hafta önce başlattığım ekşi maya, ekmek yapabilmek için nihayet hazır hale geldi. Keten bir beze sarıp buzdolabında sakladığım hamur, yaklaşık 18 saat sonra ekmeğe dönüşecek. Her gün havalandırdığım karışım, su ve buğday unundan oluşuyor. Hamuru için de yine buğday unu kullanılıyor. 
Ekmek yapımı ve ondan çok daha fazlası için bana ilham veren ise, Fikir Sahibi Damaklar'ın kurucusu ve besin aktivisti Defne Koryürek. Linki tıklayarak  kendisiyle tanışabilir, maya ve ekmek yapımını adım adım izleyebilirsiniz. Bu rehberliğin ardından gerekli olan, Koryürek'in de dediği gibi, zaman ve tecrübe... http://video.ntvmsnbc.com/sicak-ve-taze-26-haziran-2010.html

23 Mart 2011

Mavi Başlıklı Kız

2006 - Hırvatistan/Plitvice  
Ne zaman ve nerede ortaya çıktığı, kimin nasıl anlattığı bilinmeyen 'Kırmızı Başlıklı Kız' masalı, ilk kez Fransız Charles Perrault tarafından, 1697’de yazıya aktarılmış. Bir yüzyıl sonrasına rastlayan ikinci kayıt ise Alman Grimm Kardeşler’e ait. Masalın kurgusu da, karakterleri de, sadece sözden yazıya aktarılırken değil, zaman içinde de farklılaşmış. Hedef kitleye, başka bir kültüre ve hatta aynı kültür içinde değişen yaşam koşullarına göre yeniden üretilmiş.
Bu iki kitabı birbirinden ayıran en önemli özellik ise, değişiklikler barındıran içeriklerinin yanında, iki farklı sona sahip olmaları. Nitekim kurdun kızı yemesiyle biten Fransızcasının aksine Almancası, avcının kızı kurdun karnından çıkarmasıyla son buluyor. 
Türkçeye, 1942’de önce Fransızcası, 1945’te de Almanca yorumu çevrilmiş. Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Fahriye Ekin Danacı da, geçtiğimiz sene sunduğu yüksek lisans tezinde, farklı yayınevlerinden farklı tarihlerde basılan 25 örneği tarayarak, bu çevirileri, kültürlerarası etkileşimdeki rolü açısından incelemiş. Kimilerinde “orjinalinin” tersine baba kurtarıcı olarak var edilmiş, kimilerinde ormandaki diğer canlılar da hikayeye dahil olmuş. Büyükanne bazılarında anneanneye, bazılarında babaanneye dönüşmüş. Tıpkı kitabın, 'Al Başlıklı Kız,' 'Kırmızı Takkeli Kız,' 'Kırmızı Bereli Kız' şeklinde isimlendirilmesi gibi… 
Ben de, bu tezin sınırları dışında bırakılan analitik çalışmayı sizlere bırakarak, çağrışımlarımıza kaynaklık etmesi açısından, çevirilere yansıyan farklı sonları paylaşmak istedim:
“Kurt ölür…
  • Avcı kurdu boğazından tutar, bir yumrukla yere serer. Cebinden çıkardığı bıçakla kurdun karnını yarar. Babaanneyi kurtarır ve kurt ölür.
  • Kurt nehre düşer ve boğulur.
  • Avcı kurdu tüfeğiyle öldürür.
  • Kızın babası, baltasıyla bir vuruşta kötü kurdu öldürür.
  • Kurdun karnı taşlarla doldurulur ve yakında bulunan kuyuya atılır.
  • Kurt taşların ağırlığıyla göle yuvarlanıp boğulur.
Diğer sonlar…
  • Kurt canını kurtarmak için uzağa kaçar.
  • Sesi duyan ormandaki diğer küçük tavşanlar yardıma koşup, kırmızı başlıklı kızı kurtarır. El ele veren tavşanlar kurdun üzerinde zıplamaya başlar.
  • Ufacık kulübenin içinde patlayan tüfeğin basıncı, karnı top gibi şişmiş olan hain kurdun karın zarının çatlamasına sebep olur. Çatlayan karnından kırmızı başlıklı kız ve nine çıkar. Kurdun mavimsi kürkü de yaşamın sonuna kadar küçük kızın duvarını süsler.
  • Karnına taş doldurulan kurt gider ve bir daha da ondan haber alınamaz.
  • Avcılar tüfeklerini ateşleyip kurdu yakalar.
  • Avcı ağla kurdu yakalar. Ona öyle bir ceza verirler ki, bir daha kötülük yapamaz."
'Kırmızı Başlıklı Kız'ın sadece masal olmasına imkan var mı?

19 Mart 2011

Alışveriş Festivali!

Aşağıdaki müjdeli haberi, 18 Mart tarihli Radikal’den öğrendim:  
“Duydunuz gongun sesini, festival başladı! İstanbul Shopping Fest bugün Torium Alışveriş Merkezi ve İstinye Park'ta gong sesiyle açıldı. 5 büyük parti, 17 uzun alışveriş gecesi ve 600'ün üzerinde şov bizi bekliyor.”
Hürriyet ise yetinmemiş, sabahlara kadar alışveriş yapabileceğimiz bu coşkuya özel, haftalık bir gazete çıkarıyormuş!
Ben de, heyecanına maalesef ortak olamayacağım bu “festival”i fırsat bilip, organizasyonun baş aktörleri olan “kapalı” alışveriş merkezlerine, görünmeyen iktidarın yansıdığı alanlardan biri olarak bakabileceğimizi düşündüm. Bu konuda bize rehberlik etmesi için de,  Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden Kent Plancısı Emrah Tuncer’in “İktidarın Mekansal Örgütlenmesi: İktidarın Mekansal Fantazmagorisi Olarak İstanbul’daki Büyük Alışveriş Merkezleri” başlıklı yüksek lisans tezini seçtim.
Burada sözünü ettiğim iktidar, ölçülebilir olmayan, kendini sadece etkilerinde var edebilen bir ilişki biçimi. Dışarıdan değil, içeriden; toplumun bütünü düzeyinde değil, ayrıntı düzeyinde ve kişileri, onların hareketlerini kısıtlayarak değil, kendisi üreterek iş gören, Michel Foucault’un ifadesiyle “sevimli” bir iktidar. Zira, “kendini sansür uygulamakla sınırlandıran bir iktidarı sevmek nasıl mümkün olabilir? Eğer iktidar yalnızca baskıcı olsaydı, ya yasağın içselleştirilmesini ya da öznenin mazoşizmini kabul etmemiz gerekirdi.”  
İktidar, bireyleri toplumdaki değerleri kabul etmeye ikna eder. Bazen anıtlarla, bazen kulelerle, bazen bayraklarla, bazen yollarla, bazen devasa binalarla, bazen de karakter değiştirerek her türlü defoyu gizleyen parlak, örtülü bir mekan olarak ortaya çıkar. Tıpkı alışveriş merkezleri gibi:
“Bu merkezlerin, sloganlarına da yansıyan en büyük iddiası, kapalı bir kentsel mekan yaratmaktır. 'Çağdaş bir yaşam merkezinin tüm olanaklarını' sunan Akmerkez, 'alışveriş kenti' Cevahir, 'tutkuların buluştuğu nokta' Astoria, 'tatmadığımız bir dünyanın keyfini yaşayacağımız' Sapphire, 'her katı ayrı bir yaşam alanı' Capacity ve 'hem cam kubbesi, hem ağaç gölgesi olan tek alışveriş merkezi' İstinyepark…
Halbuki iç mekanlardaki ortak alanlar, kentin aksine, sadece girişler ve mağazaları birbirine bağlayan sirkülasyon şeritleridir. Çeşitli alışveriş merkezlerinin mekan karakteristikleri açısından analiz edildiği yandaki planlara göre, açı farklılıklarından dolayı seçenekli gibi görünse de, Akmerkez, tek bir eksen üzerinde ve yönlendirici bir niteliğe sahiptir. Tek doğrulu Capitol, Galleria ve Metrocity de kentteki seçenekli mekan organizasyonundan uzaktır. Üstelik, alışveriş merkezlerinin düzeni de, tüketimi denetimine alır:
  • İnsanları mekana hapseden sınırlı sayıdaki çıkışlar, mağazaların tam karşısına yerleştirilen sıralar...
  • Az alışveriş yapıldığı hissi yaratan BÜYÜK market arabaları.
  • Müşterileri tüm alanı katetmeye zorlayan yerleştirmeler: Yürüyen merdivenler arasında bırakılan uzun mesafeler, mağazanın en sonunda yer alan soyunma kabinleri, asansörlerin uzak köşelerde konumlanması…
  • Sizi yavaşlatan aynalar ya da 'Son 2 gün', 'Son 10 dakika' gibi hızlı karar vermenizi sağlayan kaçırılmayacak fırsatlar!”

16 Mart 2011

Optik Bilinçdışı

Kaydın ismi Walter Benjamin’e ait. Sinema için kullandığı bu ifade, şu günlerde yeniden izlediğim Twin Peaks’le ne kadar da örtüşüyor. 90’ların başında çekilen dizi, geçtiğimiz hafta Youtube çağrışımları sayesinde çıktı karşıma: Piyanonun başında Angelo Badalamenti, 30’lu yaşlarıma aktardığım birkaç huzursuz sahneyi tetikleyen filmin müziklerini, David Lynch ile nasıl adım adım inşa ettiklerini anlatıyordu. Bu rastlantıyı davet kabul edip, pek çoğumuz için benzer etkilere sahip bu tanıdık ses ve görüntülere yakından bakmaya karar verdim. Zamanı esneten internet sayesinde, elbette ulaşmak zor olmadı. 
Zamanda yolculuk diziyle de sınırlı kalmadı. 7 Mayıs 1990 yılına ait New York Magazine, Google Books ile tam karşımdaydı. Her perşembe dikkatle izlenen dizinin ikinci bölümü, belli ki epey sarsıcı olmuştu. Kimse Ajan Cooper’ın gördüğü rüyaya anlam veremiyordu. Üstte legolarla sahnelenen bu rüya, dizi boyunca göreceğimiz diğerleri gibi, çözülmeyi bekleyen bir koddu. Kod kırılınca, suç da çözülecekti.
Cooper, Laura Palmer cinayetini, rüyalarını ve hatta hipnozu kullanarak, kasabalının pek de alışık olmadığı biçimde araştırır. Kehanet gibi görünen bu “irrasyonel” durum, aslında rüyalardan bilinçli yaşama arda kalanları yorumlamanın mahsulüdür. Ne de olsa rüyalar kişinin psikolojik dünyasının ana motifleridir. Yani Cooper’ın rüyaları, onun bilinçdışının ürünleridir ve tüm bunları anlamlı kılacak tek kişi de odur. Tıpkı bu rüyayı, diziyi izleyen bizlerin, gördüklerimizi ancak kendi bilincimizin dışında kalanlara ulaşmak için kullanabileceğimiz gibi.
Öte yandan, rüyanızda gördüğünüz ayakkabının ya da saçın, bardağın ya da aklınıza gelebilecek herhangi bir şeyin ne anlama geldiğini, sizin adınıza “yorumlayan” internet sitelerinin birinde, bize ait gerçekliğin ta kendisi olan rüyalar, bakın nasıl da bizden bağımsızlar!
  • "Gündüz haşır neşir olduğumuz, üzerine çok düşündüğümüz, merak ettiğimiz konuları, gece rüyamızda görürüz. Bunların bir kısmı yorumlanmaya değer olsa da bir kısmı sadece evham ve kuruntudan ibarettir. 
  • Net olmayan, karma karışık, bir konudan diğer konuya geçen, korku yüklü olan rüyalar vardır. Bunlar sarhoşken, yani kendini bilmeden, şeytan tarafından insanı korkutmak için görülen rüyalardır. Şeytani rüyalar, yalan rüyalardır. 
  • İnsanlara bir mesaj vermek için gösterilmiş, yorumu yapılması gereken, ibret ve ders alınması, iyi algılanması gereken rüyalar da vardır."
David Lynch, daha sonra filmi de çekilen TV serisi için şöyle diyor: “Twin Peaks'de pek çok tuhaf şey gördüm. Bana öyle geliyor ki, insanlar size sadece bildiklerinin % 10’unu anlattılar. Geri kalanını keşfetmek size kalmış.”
Tıpkı rüyalar gibi…

11 Mart 2011

Yedek Memleket

İlk anlamlı buluşma, geçen sene gerçekleşti. Daha öncesini hatırlamadığım için, 2010’u bir milat olarak kabul edebilirim. Tercihimi belgesellerden yana kullanıp, iki hafta içinde 2’si yurtdışından 13 belgesel izleyebilmiştim. Beyoğlu Sineması’ndaki Şok Doktrini ve Karalama teknik açıdan beni ne kadar zorladıysa, Pera’nın cep sinemasındaki konforlu koltuklarda eşlik ettiklerim, zihinsel olarak bir o kadar yıkıcıydı. Seçtiklerim arasında aklımda kalanlar da, hiç kuşkusuz, onların dert ettiklerinin ötesinde, kendi kişisel çağrışımlarımla örtüştüğü oranda öne çıktı. “Dersim’in Kayıp Kızları-İki Tutam Saç”ı izlerken salonu kaplayan ağır hüzne eşlik etmemek olanaksızdı; “kot taşlama işçilerinin sömürülen emek ve bedenlerinin ölümle noktalanan hikâyelerinin” anlatıldığı “Toz”u izlemeye ise cesaretim yoktu. Kara Şimşek ismini verdiği eşeğiyle Mardin’in dik yokuşlarında çöp işçiliği yapan Yusuf, kendiyle hayli mutlu görüntüsüyle, aklımdan hala çıkmayan bir adam.
Tüm bunları hatırlamama sebep olan ise, bu sene festival için yapılan eğlenceli bir uygulama. Şöyle diyor:
“Heyecanını bugüne kadar yaklaşık üç milyon izleyicisiyle paylaştı. Otuzuncu yılını da yine izleyicisiyle birlikte kutluyor. Bilet kuyruğundaki, film çıkışındaki, İstiklal Caddesi'nde koşan, yönetmenden imza alan izleyicisinin anılarını bilmek, görmek istiyor... Yıllar öncesinden bir bilet koçanıyla, üzeri işaretlenmiş çizelgesiyle, arkadaşına anlattığı anısıyla, bu film gibi otuz yılı sizden duymak istiyor...”
Ben de, http://www.filmgibi30yil.com/ isimli adrese yukarıdaki fotoğraf ile birlikte, benim için gerçekliği gündelik olanın sınırlarından kurtaran sinema için düşündüklerimi iliştirerek gönderdim:   
“Hafıza tetikleyicisi, kimlik koruma aracı. Koltuktan divana geçmek gibi... Kabuslar, fanteziler eşliğinde çıkılan zihinsel bir yolculuk, keşiflerle dolu bir FESTİVAL. Kaybetmek istemediğim ve çerçeveleyerek sakladığım içsel bir tarih.”
Slavoj Zizek’in, “Perdenin arkasında, çoktan onun ötesine geçmiş olan özneden başka bir şey yoktur,” ifadesini hatırlayarak ve başlığa, bu belgesellerden birinin ismini koyarak duyurmak istedim.

8 Mart 2011

İğrenç

10 yıl arayla çekilmiş bu iki fotoğraf, bir “ayıbı” bir ‘iğrençliği” vurgulamak için birbiri ardına yerleştirilmiş ve aşağıdaki yorumlarla da desteklenmişti. Her daim, son derece sorunlu bir dil kullanarak özel bir çalışmayı hak eden Milliyet internet editörlerinin elinden çıkma bu temizlik/modernlik uyarısı şöyle diyordu:    
“Eşi Danny Moyer ve üç çocuğuyla birlikte tatil yapan Julia Roberts, plajda koltuk altı kıllarını paparazzilerle paylaşırken, akla yaklaşık 10 yıl önce İngiltere'de verdiği meşhur poz geldi. Nothing Hill filminin tanıtım kampanyası sırasında hayranlarını selamlarken koltuk altı kıllarını sergileyen Roberts, o dönemde yoğun biçimde eleştirilmişti ancak geçen zamanın pek bir şeyi değiştirmediği bu pozla kanıtlanmış oldu.”
Geçtiğimiz günlerde yaşanan bu zorunlu karşılaşmayı, neyin iğrenç olduğunu tekrar düşünmek için özellikle bugün, kadınlar gününde paylaşmak istedim. Julia Kristeva’nın “Korkunun Güçleri-İğrençlik Üzerine Bir Deneme” başlıklı kitabı için Hande Öğüt’ün yazdıkları ile birlikte:
“Bedenimiz bir organizma değil, kendi atıklarıyla bir bütündü. Bir nevî akışkanlıktı ki, bu akışkanlık, kadınsı bedenle özdeşleşir. İlkellerde ve ortaçağda, henüz kartezyen bir ayrıma tabi tutulmayan beden; tüm salgılarıyla, atıklarıyla, kokusuyla, uzantılarıyla bir bütünlüktür ve saklanması gerekmez. Ancak iğrenti nesneleriyle dolu, yapış yapış bir ardalanı kabullenmeyen Avrupalı, kendisini ortaçağdan bağışık tutar ve arketipini eski Yunan ve Rönesans'ta bularak tertemiz bir geçmiş çizer kendine. İğrenti nesnelerini, tarihin karanlığına gömer, hiç kendisinin olmamış gibi. Ve utanç söylemi yaratılır; beden üzerinde kurulu bir disiplinin varlığının göstergesi olarak. Derken bir 'organizmaya' dönüştürülür beden.”
Nihayetinde, “kirlenmenin gücü, kirlenmeye içkin değildir; kirlenmenin gücü, kirlenmeyi kirlenme olarak tanımlayan yasağın gücüyle bağlantılıdır.” Bu fotoğraflar, erkek diline doğan Batı düşüncesinin bastırma, kaçınma veya gizleme eğiliminde olduğu iğrençliğe karşı, aşılmaz bir sınır olabileceği fikrini reddetmiyor mu? 

5 Mart 2011

Guernica

Parçaları bir araya getirdiğim ve anlamlı bir bütün oluşturmaya çalıştığım bu son derece kişisel alan, herşeyden önce kendimle iletişim kurma çabamın bir ürünü. Bu alana yapılan müdahaleye itirazım da, elbette bu çizdiğim çerçevenin dışında değil. Böylece kendi iç dünyam ve ülke gündemiyle örtüştüğünü düşündüğüm yıllar öncesine ait aşağıdaki "yap-boz," tıpkı benim yaptığım gibi, bakanın/okuyanın kendi çağrışımlarıyla zenginleşecek.      
Kazananı yok, mağduru çok, salonun orta yerinde bir iç savaş!
Birleştirilmek üzere parçalara ayrılmış bu resim, Picasso'nun Guernica'sı. Başka bir ifadeyle, İspanya iç savaşı sırasında, 40 kadar Alman savaş uçağının 3 saat süreyle bombaladığı bu kent üzerinden, Picasso'nun "İspanya'yı acı ve ölüm okyanusuna batıran askeri sınıfa duyduğu nefretin göstergesi."
Bu resmin zihnimde tetiklediklerine rehberlik eden de, kitaplığımda duran ve açıkçası nereden geldiğini bilmediğim Serol Teber'e ait Picasso başlıklı sürpriz kitap: 
"Guernica'daki hemen tüm figürler ve bunların etkinlikleri günümüzde de tartışma konusudur. Resmin yapıldığı günlerde boğanın İspanya'yı, atın ise militarizmi-Franco faşizmini simgelediği söylenmiştir. Bu kanı bugün de çok yaygındır... 1945 yılında Picasso, bu konuda sorulanlara verdiği kısa yanıtta 'boğanın dolaysız faşizmi değil, ancak karanlık bir gücü, atın ise İspanya halkını simgelediğini' söylemiştir... 
Boğanın ilk çizimlerde, boşalmaya hazır bir gerginlikle kasılmış kaslarında saldırganlık daha bir belirgindir. Bu konumuyla boğanın, en az potansiyel olarak saldırgan bir gücü -modern militarizmi- içerdiği düşünülür. Elinde lamba tutan kadın, boğayı ya da onun simgelediği karanlık gücü yakından görmek istercesine lambayı ona yaklaştırmaya çalışmaktadır. Belki de içinde yaşanılan çağın ve Picasso'nun temel sorunu, kadının simgelediği gücün -büyük bir olasılıkla çalışan insanların- boğanın (modern zorbalığın-militarizmin) gerçek niteliğini görebilmelerinde düğümlenmektedir."  
Teber'in dediği gibi at, gerçekten bir ölüm kalım savaşı içindedir. Hatta altında kaldığı acı ve yük öylesine büyüktür ki, alışılagelmiş fizyolojik yapısı bile değişmiştir. Belki de tek umut, elinde lamba tutan kadının konumundan gelecektir! 
Nihayetinde atın, boğanın ya da kadının ifade ettikleri, sizin ve benim gibi, onu yorumlamaya çalışana kalıyor. 

1 Mart 2011

Benzemek/Ayrışmak

Hem anneme hem babama benziyorum
ya da ikisine de değil...
Aileler çocuklarının kendileri gibi mi ya da ‘kendileri’ mi olmalarını ister? Hepsi gizliden gizliye kendilerinin gelişmiş modellerini ummazlar mı? Daha mutlu ama kendisinin aynısından bir tane daha!
Çocuk her ne kadar gelecekle bağlantılı olsa da, geçmişi de yanında getirir. Ebeveynler için bu ideal bir geçmiştir ki, masumiyetin, bolluğun, mutluluğun göstergesidir. Her şey mahvolmadan önceki dönemdir. Çocuklar için kurgulanan gelecek, neredeyse bu hiç gerçekleşmemiş geçmişin bir uyarlamasıdır. Sanki bir çocuk doğduğunda zaman geri sarar ve her şey yeniden başlar. Bu zihinsel inşanın göstergesi, çocuklarını kendilerinin bir uzantısı gibi algılayan anne babalardır. Başarılar, hayal kırıklıkları, sevinçler, üzüntüler birbirine karışır. Ayrışmak ya da ayrıştırmak mümkün değildir.
Bu zihinsel benzeşmeyi, fiziksel izler üzerinden tartışan bir araştırmayı paylaşmak istiyorum bugün. Ege Üniversitesi’nden Psikolog Sema Kocaman Arslan’ın “Yeni Doğanı Babaya Benzetme Eğiliminin Evrimsel Psikoloji Açısından Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezinin, tartışmalı bulduğum teorik çerçevesinden çok, dikkat çekici saha çalışmasını…
Yeni doğan bebeklerin ebeveynlerinden birine, diğerinden daha çok benzetilip benzetilmediğini belirleyebilmek ve eğer benzetiliyorsa bunun altında yatan süreçleri inceleyebilmek amacıyla yola çıkan çalışma, 3 aşamalı. Son ikisi, ilk bölümde ortaya konan sonuçların sağlaması niteliğinde olduğundan, araştırmanın ilk aşamasıyla yetineceğim.    
Araştırma kapsamında, özel bir doğum hastanesinde doğum yapmış olan annelere, eşlerine, aynı zamanda annenin ve babanın birer akrabasına bebeğin yüz görünümünün ebeveynlerden hangisine daha çok benzediği sorulmuş; yanıtlar not alınmış. Ayrıca, bebeklerin cinsiyetleri, kaçıncı çocuk oldukları, anne-babanın kaç yıldır evli oldukları da kaydedilmiş. Sonuç:
  • Anneler, bebeklerini daha çok babaya benzetiyor.
  • Babaların, anneye ve babaya benzetme oranları eşit.
  • Annenin yakınları da, tıpkı anne gibi, bebeği babaya benzetme eğiliminde.
  • Bebeğin kız ya da erkek olması, babaya benzetilme olgusu üzerinde bir farklılaşma yaratmıyor.
  • İlk bebek yüksek oranda babaya benzetilirken, ikinci bebeklerde böyle bir ayrım izlenmiyor.
  • Evlilik ‘yıllandıkça’ annenin bebeği babaya benzetme eğilimi azalıyor.
Böylelikle, “babalık yatırımının sağlanması için annelerde bulunan babaya benzetme eğilimi” Türkiye’deki örneklemle de doğrulanmış oluyor ve literatürdeki yerini alıyor. Bense annelerin bu ‘yatırımını’ bir açıklamadan çok, toplumsal alana taşıma ve cinsiyet rolleri üzerinden sorun tespiti olarak görme ‘eğilimi’ içindeyim. 
Tüm bu karmaşanın içinde çocuğa düşen de, bu benzerlikler ve benzemezlikler üzerinden kurduğu kimliğini yeniden düşünmek oluyor.