27 Aralık 2010

Tanımadığımız İyi An'lar

Bu seneyi, bizi tanımadığımız insanlarla bir araya getiren anları hatırlayarak kapatıyoruz. Bir sonraki adımı, yani insanın kendini ve diğerini tüketen hallerini görmezden gelmeden ama iyi düşünmeye çalışarak. Nihayetinde “insanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları kendi okumak istedikleri; sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir,”* gerçeğinden yola çıkarak... Çöp! kadın ve adamlarımıza iç ve dış dünyalarımızı yansıtarak.
Tıpkı bir öncekinde olduğu gibi, katılan herkese çok teşekkür ederim. Seneye görüşmek üzere... 
Sırasıyla Özgür, Esra ve Özlem
ÖZGÜR: Günlerden bir gün Lyon'dayız. Geceyi trende geçirmiş, şehri dolaşalım diye güne başlamıştık. Tren garından çıktık, dolanıyoruz ama kimse yok ortalarda. Sanki terk edilmiş bir şehir gibi. Bir yerlerden öğrendik ki, Fransa'nın kurtuluş günüymüş. Artık kimden kurtuldular bilmiyorum. Metro istasyonuna indik. Durum aynı, her yer boş. Bilet alalım dedik ama yanımızda bozuk para veya uygun kâğıt para yok. Makineler dışında bilet satışı da bulamadık. O sırada tren geldi. Biz hala tırmalarken turnikelerin diğer tarafından yanımıza biri yaklaştı. “Nereye gideceksiniz” dedi. Biz tabii şüpheyle geveledik bir şeyler. Adam bizi turnikelerden geçirip trene bindirdi. Kendi de sürücü bölmesine girdi! Meğer makinistmiş. İneceğimiz durakta tekrar yanımıza gelip bizi inmemiz için uyardı. Şaşkın düşünceler içinde trenin gidişini seyrettik.
ESRA: Arabamın aküsü bitmek üzereydi ve şansımı zorlayıp motorun çalışması için iyice yüklendim gaza. Bir çalışsa motor, tekrar kendini dolduracak akü. Neyse… Gece yarısını çoktan geçmiş bir saatte, arkadaşımla bira almaya gidelim, şansımızı deneyelim dedik. Kırk-elli metre gittim gitmedim, araba stop etti, yolu tıkadı. O saatte pek araba geçmez ama ben ve arkadaş güle eğlene geri itmeye çalışırken, ilk geçen araba durdu ve bir adam inip “İtelim” dedi. Biz arabayı yerinden bile kıpırdatamamıştık, birlikte ittiler evin tam önüne -ben şoför koltuğunda direksiyon kontrolü yapıyordum- Galiba sarhoştu adam.
ÖZLEM: Kediler tedirgin eder beni. Bir gün apartman kapısının önünde bir kedi. Ben içeri giremiyorum o da oradan ayrılmıyor. “Pist” gitmez, “kışt” hala orada. Karşılıklı bekleşiyoruz. Tam o sırada evin önünde bir araba. İçinde iki kadın. “Hah, komşularımızdan biri herhalde, o girerken ben de girebilirim içeri” diye düşünürken, yan koltukta oturan kadın arabadan indi ve yanıma gelerek: “Ben de korkarım kedilerden ama size yardım etmeye çalışayım” dedi. İkimiz birlikte kocaman! kediyi oradan kaldırmayı başardık.
Sırasıyla Nuvara, Erdem ve Talin
NUVARA: Güneşli bir sabah, valizimle beraber arabama bindim; keyfim yerinde zira o gün WISTA konferansı için Atina'ya uçuyorum. Tam köprünün üzerinden geçerken ağzıma attığım sakız dolguma yapışmasın mı? Kimi arayıp “Dolgum düştü” desem meşgul, araya alamıyor. Ağrım yok diye ciddiye de almıyorlar ama biliyorum birkaç saat sonra oyuk acıyla dolacak! Baktım olmayacak sokak sokak dişçi aramaya başladım. Gördüğüm ilk tabelaya koştum. “Randevum yok ama yola çıkacağım” dedim. Hemen gerekli temizliği yapıp orayı geçici bir şekilde doldurdu. Bıkmadan, şöyle bir ağrı olursa şu ilacı; yok geçmezse başka bir ilacı almamı söyledi. Tüm bunları o kadar sakin ve güler yüzle yaptı ki... Tabii ki bu yaptıklarının karşılığını vermek istedim ve borcumu sordum: "Aa ne borcu, sen yola çıkıyorsun bir de, hem bir şey yapmadım ki" dedi. Benimle ilgilenecek vakit bulduğu için zaten çok mutlu olmuşken, böylesini hiç beklemiyordum.
ERDEM: Fotoğraf çekmek için Gümüşyaka'ya gittim. Siteler arasında rastgele dolaşıp ilginç bir şeyler ararken, birden elimde makineyi gören bir beyefendi tedirgin yaklaştı. Niçin çekim yaptığımı sordu. Selanik göçmeni beyefendi, meğer yerlisiymiş oranın. Şeker bayramıydı; evine davet etti. “Yok gezmem lazım,” dediysem de, bahçesinde yarım saat konuştuk. Siyasetten, ekonomiden bahsetti. Eşiyle tanıştım, bana baklava ikram ettiler. Silivri ve Gümüşyaka’nın tarihini öğrendim. Çekim yapalım derken sokakta fark edilmemle, böyle hoş bir an kaldı geriye. Beyefendinin ismini unuttum ama kulakları çınlıyordur şimdi.
TALİN: Eski bir olay. Sene 1996'ydı sanırım ama daha dün olmuş gibi gözümün önünde. Üniversiteye gittiğim yıllar. Otobüs durağına yaklaşmışım, az bir mesafe kalmış, bir baktım bineceğim otobüs yanımdan geçiyor. Hemen koşmaya başladım. Tam otobüsü yakaladım galiba derken, birden kendimi yerde buldum. Ayaklarım kaldırımın dışında, dizlerim ve ellerimin üzerinde kaldırımdayım. Öylece kala kaldım yerde, nedense hareket edemedim. Sonra biri beni kavradı ve yerden kaldırdı; devrilen bir bibloyu kaldırırmış gibi. Ben öyle şaşkındım ki, teşekkür etmek bir yana, kimdi onu bile göremedim. Gizli kahraman...
Sırasıyla Kevork, Filiz ve Ebru
KEVORK: Açıköğretime 1994 yılında kaydımı yaptırmıştım. Bir yandan çalışıp bir yandan okurken derslere pek vakit ayıramıyordum; zaten sınıfta kala kala 7 senede tamamlayabildim. Amacım sadece diploma almak olduğundan, sınav esnasında etraftan gelecek en küçük bir yardıma çok sevinirdim. Sınavlardan birinde önümde oturan kız cevap anahtarını görebileceğim şekilde yan tarafa bıraktı. O zamanlar tek kitapçık kullanıldığından rahatlıkla eksiklerimi tamamlayabilmiştim. Sınavdan sonra "Gösterdiklerimi alabildin mi?" diye sorunca çok şaşırmıştım. 1-2 sene sonra yine bir sınavda, bu kez ben ricada bulunmuştum. Artık 4 gurup kitapçık kullanıldığından, cevap anahtarının yanında kitapçığa da işaretlemesi gerekiyordu. Böylece kitaptan soruyu okuyup bendeki ile eşleştirip doğru seçeneği işaretleyebiliyordum. Bu sınavdan da geçtim. İlginç olan her iki kızın da adı Meryem’di. Farklı zamanlarda farklı kişiler olarak karşıma cıkmışlar ve beni iki farklı sınavdan geçirmişlerdi. Onları bir daha görmedim.
FİLİZ: Küçükken, sanırım 3-4 yaşlarındayken, annem çalışmaya gittiğinde ağlayıp peşinden gitmişim. Koca İstanbul! Nasıl oluyorsa şans eseri biri beni yolda görüp tanımış; eve geri götürmüş. Çoğu zaman aklıma gelir, o olmasaydı nasıl bir hayatım olurdu diye. Başka şekilde de bulunurdum belki ama şu an var olan bana katkısı olduğu için o kişiye her zaman minnet borçluyum. Hayat çizgimden saparken, parmak uçlarıyla beni çizgime doğru itmiş gibi.
EBRU: Adı Ömer Aksu, sonradan öğrendim. Tek başıma karlı bir Ağva dönüşünde, yollar kapanmış ve Şile’de bir taksi durağına sığınmıştım. Ömer, taksi şoförü, yardım etmişti bütün duraktaki arkadaşlarıyla. Zincir takıp iki araba önlü arkalı İstanbul yoluna çıkarmaya çalıştı beni. Olmadı; kar feci, yol da kapalıydı. Duraklarına döndük, soba başında çay içtik ve bir pansiyon buldular bana. Yerleştim. Sonra korkup uyuyamadım. Aradım duraklarını, Ömeri... Çıktım, sabaha kadar iskambil oynadık. Ertesi gün İstanbul’a kadar iki araba ulaştırdılar beni. Hala Ömer’in ve diğerlerinin sesleri kulağımdadır: “Valla olmaz kardeş, İstanbul’a kadar bırakırız biz seni, insanlık öldü mü!” Ölmemiş insanlık. Sezen Aksu gelir aklıma Ömeri'i hatırlayınca hep. Çok dua ederim hala ona. Yıllar sonra haber almıştım; okumuş, beden eğitimi öğretmeni olmuş.


*Tezer Özlü

23 Aralık 2010

Cocteau Twins




Elizabeth Fraser, bu sene bana “sesiyle” eşlik eden ve iyi gelen kadınlardan biri. Kendisi 1980’lerin başında kurulan Cocteau Twins’in solisti. Bilenler bilir ama bilmeyenler için ilk akla gelen Massive Attack’e ait Teardrop şarkısındaki sestir. “Alice” en son Peter Jackson filmiyle daha popüler artık. Daha önce Lord Of The Rings’te birlikte çalıştıkları için bu süreklilik de şaşırtıcı değil. Grup 1998 yılında yaptıkları resmi bir açıklamayla dağılsa da, her sene onlar adına bir festival düzenleyecek kadar kuvvetli takipçileri sayesinde, sanırım zaman zaman bir araya geliyorlar.
Cocteau Twins İskoç bir grup. İsimleri de, kendileri gibi İskoç olan Simple Minds’ın ilk albümündeki aynı adlı şarkıdan geliyor; şarkının ismi daha sonra “No cure” olarak değişse de… Onları benzersiz kılan Fraser’ın sesi elbette ama şarkı sözlerinin belirsizliği! de… Zira internette araştırdığınızda her şarkının içinde bir soru işareti var. Bilinmeyen bir yer. Sadece Fraser’ın iç dünyasına ait, “onun dili”nden çıkma.
“Gerçekten ne söylediğini anlamak için çabalamayın, şarkıların sözlerini konser sırasında bile değiştiriyor,” diyor biri, “Bütün bu yıllar boyunca ne söylediğini sadece kendisi biliyor” diye ekliyor diğeri. Kendisi de destekliyor: "Kelimelerimi oluşturuyorum; bazen anlamadığım dillerden kelimeler çalıyorum."
Aşağıda sıralananlar, grubun şarkılarının ya isimleri ya da isimlerinin içinde geçen sözcüklerden biri. Hayranlarının hazırladığı bir nevi Cocteau Twins'i anlama klavuzu gibi. 
Ben her seferinde boşlukları kendim doldurmayı tercih ediyorum. Bu kez de, yukarıda dinleyebileceğiz Athol-Brose'yi seçtim. 
AIKEA-GUINEA: İskoç konuşma dilinde deniz kabuğu anlamına geliyor.
ATHOL-BROSE: Yulaf unu, bal ve viskiden yapılan, İskoçya’daki Athol kasabasına özgü bir yulaf peltesi.
BLUEBEARD: Evlendiği kadınları öldüren bir masal kahramanı!
BLUE BELL (Knoll): Mavi çiçekleri çan şeklinde olan bitki. Eski bir inanışa göre bu çanın sesini duyan kişi için ölüm yakın demek.
EPERDU: Kaybolmak
HITHERTO: Bu zamana kadar 
ICEBLINK: Buzul bir alanın üstünde parlayan sarımsı ışık
KOOKABURRA: Boğuk bir ses çıkaran ve daha çok Avustralya’da yaşayan büyük bir kuş türü/balıkçıl
LORELEI: Cermen efsanesine göre, denizcilerin kayalara vurmasına sebep olan sirenlerin çıkardığı çekici ses.
MELONELLA: Sürü
MENDER (Suckling the Mender): Dionysos’a inanan/tapan kadınlara verilen isim.
OOMINGMAK: Eskimo dilinde sakallı öküz anlanıma geliyor.

21 Aralık 2010

Metamorfoz

Elisabeth Wallner'a ait alttaki video, Akbank Sanat’ın 2010-2011 sezonunun “İstanbul’un Ritmi” başlıklı eylül ayındaki açılış sergisinden. Wallner’ın, “özne ve nesne arasındaki metaforik ilişki ve değişimleri incelediği” eserinin ismi Metamorfoz. Blogda paylaştığım bu ilk videoyu izleyen herkes, elbette kendi iç dünyalarını meşgul eden meseleler üzerinden yorumlayacak “kibritleri.” Ama belki de ilk çağrışımlarımız bir kadın ve erkeğin birlikteliğine dair olacak. Ben de bu muhtemel ilk akla gelen üzerinden, öznelerin birbirini nasıl nesneleştirdiklerini, kimimiz için yıkıcı ama doğru bir okumayla desteklemek istiyorum:


“…her insan, öncelikle ilişkinin kendisini arzular; ilişkiye girdiği eşi, ötekini değil. Öteki, ilişkinin olabilmesi için zorunluluktur sadece; bir yoklukla ilişkiye giremeyiz değil mi? ‘Cinsel ilişki’ aşkındır; tadı, kokusu, rengi, teması ya da sesi yoktur. Bu özelliksizliğiyle, doğduğumuz anda kaybettiğimizi sandığımız, zaten ne olduğunu da bilmediğimiz ‘ben’e özdeş olan ötekinin yerini tutabilir. Oysa bir eş, özelliklere sahiptir. Tadı, kokusu, rengi, teması ya da sesi vardır. O, kendisidir; arzuladığımız özelliksiz ve şekilsiz eksiğin yerini tutamaz… Kendimize bir eş seçerken, onu her şeyden önce diğer ‘adaylardan’ ayıran özellikleriyle, kendine özgülükleriyle, tuhaflıklarıyla, biriciklikleriyle seçeriz. Onu arzulamamız için, arzumuzu tetikleyecek bir ‘fark’ bulmamız gerekir. Ancak bir ilişki bir kere kurulduktan sonra, eşimiz kendisi oldukça bizi hayal kırıklığına uğratır. Yanılsamamızı bozar, kendimizi aldatmamızı engeller… Her eş bir ekrandır. Onun üzerine arzumuzun fantezisini yansıtır, bu yansımayla ilişkiye gireriz. Kuşkusuz yansıttığımız şey kendimizden başka bir şey değildir... Eşimizin ekran işlevi gören yüzeyi ne kadar ‘boş’ ise, ilişki o kadar başarılıdır. Yüzeydeki engebeler (kendine özgülükler, belirgin özellikler, kusurlar) huzurumuzu kaçırır, zaman içinde gözümüze batmaya batmaya başlar. Oysa o engebeler, en başta o eşi seçmemizin (onu diğer ötekilerden ayırt etmemizin) nedeniydi.” 
Bülent Somay, Bir Şeyler Eksik (Aşk, Cinsellik ve Hayat Hakkında Bilmek İstemediğimiz Şeyler) s. 83-84

16 Aralık 2010

Hediye

Ben bu sene, biten yılı kutluyorum. Benim için tamamiyle “yeni” olan 2010’u.
2011 için ise, tüm bu yaptıklarımın “sürdürülebilir” olmasını diliyorum ve kendime bir hediye veriyorum.
“Sevgili Özlem,
Sana hediye olarak kullanıp atacağın bir şey almadım. Onun yerine, Buğday Derneği üyesi yaptım seni. Bir yıl boyunca hem Buğday Derneği'nin ekolojik projelerini desteklemiş olacaksın, hem de her mevsim dönümünde Buğday Ekolojik Yaşam Rehberi adresine postalanacak. Sana tüm kalbimle bol çiçekli, böcekli, yeşillikli, bisikletli... ve mutlu bir yılbaşı diliyorum."
Belki doğanın en büyük hediye olduğunu hatırlamak/hatırlatmak için bakabilirsiniz. http://www.bugday.org/



14 Aralık 2010

Yaşar Kemal


Geçtiğimiz eylül ve ekim ayına yayılan bir sergiden bu fotoğrafın fotoğrafları. 1956 yılından günümüze Güneş Karabuda’nın çektiği Yaşar Kemal fotoğrafları… Hepsinde bu iki fotoğrafta gördüğünüz gibi “yalnız” değildi; Yaşar Kemal’in kalabalıkların arasında, arkadaşlarıyla çekilmiş fotoğrafları da vardı. Sergide ayrıca, fotoğraflara eşlik eden Yaşar Kemal metinleri de bulunuyordu. Örneğin ben alttaki fotoğrafa, ona ait olmamasına rağmen, beni oldukça etkileyen yanındaki metni uygun buldum. Arılarla, civcivlerle, kargalarla sembolleşen tüm insanlık hallerinin zaman zaman onu/bizi ne kadar yormuş olabileceğini düşünerek.

“Bostanı beklerken bir merakım da karpuz kabuklarıydı. Karpuz kabuklarını güneşe koyuyor, eşek arılarını bekliyordum. Eşek arıları, sarıca arılar, bal arıları, öteki arılar kabuklara doluşuyorlardı. Kabukların arasına oturuyor, onlara, üst üste çokuşmuş arılara gözümü dikiyor, gözümü onlardan ayırmadan SEYREDİYORDUM. Bir şeye gözümü dikip durmadan SEYRETMEK, benim çocukluk huylarımın başlıcalarındandı. Örneğin eve getirilmiş bir kilimi aylarca bıkmadan, usanmadan SEYRETTİĞİMİ anımsıyorum.  Çocukluğumda demircilerin ocakları, marangozların uğraşları da benim için arı SEYRETMEK gibi bir şey olmuştur. Bu SEYRETME işim, günlerce de sürüyordu. Sanki dünyayı hiçbir şey yapmadan SEYRETMEYE gelmiştim. Bir de ağzı yukarı yatıp, köyün üstünde dönen, türlü oyunlar oynayan, tortop olup büyük hışıltıyla civcivleri kapmak için köyün üstüne sağılan kartalları SEYREDİYORDUM.”

Şimdi herkesle paylaştığım bu fotoğrafları, aylar önce yakın çevreme gönderdiğimde, yetişkin ve çocukluk hallerinin geçişkenliğiydi ilk dikkatimi çeken. Temelde hala öyle olmasına rağmen bugün, Yaşar Kemal’in elinde tuttuğu bu oyuncak kayıkla, onun geçmişine doğru bir yolculuk yaptım. Benim için yeni bu bilgileri ise, Günil Özlem Ayaydın sayesinde öğrendim. Ayaydın’ın, Yaşar Kemal’in İstanbul coğrafyasını anlattığı eserlerini bir arada okuyan, “Yaşar Kemal’in İstanbul’una Çevreci Bir Yolculuk” başlıklı 2003 tarihli tez çalışması, özellikle Deniz Küstü merkezinde, bu romanlar arasındaki ilişkileri inceliyor.
“…Balıkçılığı ve denizi biliyorum… 7 tane kayık eskittim… Denizi bilmeyen, yaşamayan bir kişi, fırtınalara tutulmamış her yönüyle yaşamamış bir kişi, denizi nasıl yazabilir değil mi?” diye soruyor Yaşar Kemal, bir söyleşisinde. Hayatının denizle kesişen “fırtınalı” dönemi de şöyle aktarılıyor:
“Yaşar Kemal 1951 yılında İstanbul’a yeniden geldiğinde, amacı arkadaşı Orhan Kemal’le birlikte gezici sebzecilik yapmaktır. Orhan Kemal’in İstanbul’a gelişine kadar, Ankara’da Abidin Dino’dan aldığı paranın yeteceği süre içinde, kendine arzuhalcilik işi ayarlamaya çalışır. Daha arzuhalcilik yapacak mekan bulamamışken parası biter. Bu arada Gülhane Parkı’nda manzaralı, korunaklı bir yer keşfeder ve burada gazete kağıtlarından yaptığı döşekte yatıp kalkmaya başlar. Sarayburnu’nda balık tutarak geçirdiği bu dönemi şöyle anlatır: 
‘Baktım para iyice bitmiş. Yerim yurdum var da, yemek yiyecek para yok… Köprü altında soluğu alıp, kendime tam 3 tane olta satın aldım. Son paramla… Sarayburnu’na geçtim, bir kayanın üstüne oturdum. Oltamı denize attım. Vay anam, ilk günün bereketi de ne bereketmiş. İki üç kilo balık tuttum birkaç saatte. Hem de ne balık, kocaman kocaman. Biliyorum şimdi şu söylediklerime İstanbul’da inanacak kimseyi fenerle arasam bulamam. Balıklarımı gittim oynar oynar köprü altında sattım. Bu parayla kendime bir maltız, bir torba da kömür aldım. Keyfime diyecek yok. Her gün balığa iniyorum kıyıya. Balığın bir kısmını yiyorum. Kovadaki oynar oynar balıklarımı da götürüp köprüde satıyorum.” 
Toprakla bu kadar özdeşleşmiş bir insanın, denize yansıyan hikayesi...


9 Aralık 2010

(KEŞKE)

Yandaki fotoğraflar biri 40, diğeri 20 dakikalık iki dans gösterisine ait.
İkisi de, geçtiğimiz haftalarda Dans Filmleri Festivali kapsamında açılan fotoğraf sergisinden.
İkisini de Oğuz Meriç çekmiş.
Caddebostan Kültür Merkezi’nin en üst katının duvarlarına asılı onca fotoğraf arasında ben, bu ikisine takıldım. İsimleri yazılıydı ama hikâyeleri sonra geldi. Birbiriyle örtüştü, en azından benim iç dünyamda.

"Bir türlü gidemedik. 
Kalabildiğimizden de çok emin değilim.
Önceden de mi böyleydik sonra mı oldu bilmiyorum. 
Keşke biraz olsun durabilseydik...
Keşke bir masada oturabilseydik..."

 “Parantez doğru değildir, parentez eğridir. Parantez açılır, kapanır.
İçerisinde çok fazla kelime olursa, cümleyi unutturabilir.
Parentezin içinde noktaya yer yoktur.
Açılan her parantez mutlaka kapatılmalıdır.”

Ben parantezin içine keşkeyi alıp, kapatmaya çalışıyorum...

Hepimizin çağrışımları kendine özgü, sizin parantezinizin içinde ne var?

8 Aralık 2010

Ben, Annem ve Ananem

Bir kitap var elimde, "The Horse, The Wheel and The Language". David W. Anthony'nin yazdığı bu kitap, bugün kullandığımız dilin arkeolojisini inceliyor. Yazılı olmayan zamanlara ait bilginin izini sürerken dili, arkeolojinin sınırlılığı karşısında araç olarak kullanıyor. İlgi çekici bu içerik, benim kendi kişisel serüvenimle oldukça örtüşüyor. Kendi "dilimizi" anlayabilmek için benzer bir yolculuğun gerekliliğini hatırlatıyor. Kitabın girişinde tüm bu hissettiklerimi destekleyen ve yukarıdaki fotoğrafları da paylaşmama sebep olan bölümü aktarıyorum:
"Aynaya baktığınızda sadece yüzünüzü değil, aynı zamanda bir müze görürsünüz. Her ne kadar size ait olsa da yüzünüz; anne-babanızdan, anane-dedenizden ve onlardan da önce yaşayanlardan aktarılanların bir yansımasıdır. Sizi memnun ya da rahatsız eden burnunuz, gözünüz sadece size ait değildir. Geçmişi sadece vücudumuzda da taşımayız; bizimle birlikte her yerdedir: Müzik kabiliyetimiz, denge hassasiyetimiz, kalabalıklar içinde yaşadığımız utangaçlık… Dünyaya bakarken devamlı taktığımız bir lens gibidir geçmiş. Oysa ne kadar da şaşırtıcıdır çok azımızın kendi geçmişine ait izleri bu kadar az hatırlıyor olması"
Çok isterdim ananemin annesi ve onun da annesinin fotoğraflarını yerleştirebilmeyi... İzleri görebilmek için! 

5 Aralık 2010

Kadın Sürücüler

Kaldırımdan yola inen kadınlar, ARAÇlarını değiştirerek,  belki de "erkeklerin" iç dünyalarını ve toplumsal rolleri altüst ediyor/bozuyor!
1960 yılında Metin Erksan tarafından çekilen ilk “Şoför Nebahat”, Sezer Sezin. Ben, Fatma Girik’in oynadığı 1970 yapımı Süreyya Duru filmine göz attım. Sanırım arada çekilen iki devam filmi daha var. Taksi şoförlüğü yapan babasının ölümünden sonra, bu işi yapmaya başlayan evin kızına, “şoförlük yapmaya sadece ehliyet almanın yetmediğinin, bu işin raconunu da bilmesi gerektiğinin” öğretildiği hikâye.
Filmin başında Nebahat ile babasının yakın bir arkadaşı arasında geçer alttaki konuşma: 
-Kendin mi çalışmak istiyorsun? Yok canım, olmaz öyle şey.
-Niye olmuyormuş, ayıp mı yani.
-Olmaz be kızım, şoförlük kolay mı zannediyorsun? Gelinlik kızın taksi şoförü olduğu nerede görülmüş?
Nebahat’in şoförlük yapacağını duyan başkaları da girer devreye:
-Kadınların çalışmasına alıştık alışmasına ya, şoförlük garip.
-Yanlış iş yaptı. Şoförlük kadın işi değil.
-Biz erkekliğimizle altından kalkamıyoruz. Çocuk oyuncağı mı İstanbul da direksiyon sallamak?
Nebahat’in arabasına binen ve ondan acele etmesini isteyen İzzet Günay da söylenir indiğinde: “Neden evinde oturup da elinin hamuruyla erkek işine karışırsın bilmem.” Hemen peşinden trafik polisi de bir destur çeker: “Kimlere kaldı bu iş…”
Nihayetinde kendi de inanır Nebahat; şoförlük onun harcı değildir, racona uymadıkça! Nitekim filmin devamında “erkek” olmayı başarabildiği ölçüde başa çıkabilir her şeyle.
Bu filmden 40 yıl sonra, 2010 yılının sonbahar aylarında çıkan haberlere bakarak, araba ve yolla özdeşleşen toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden ve yeniden üretilmediğini söylemek mümkün mü?
- KADIN SÜRÜCÜ durdu, 16 araç birbirine girdi - Milliyet - 27 Eylül 2010
- Polisten kaçan KADIN SÜRÜCÜ, duvara tosladı - Milliyet - 1 Kasım 2010
- KADIN SÜRÜCÜ, yanan aracını bırakıp kaçtı - CNN Türk -  20 Ekim 2010
- KADIN SÜRÜCÜ, berbere daldı  - SkyTürk.net - 13 Ekim 2010
- VE KADINLAR YOLLARDA! - Akşam - 28 Kasım 2010
Kadınların yolda olma durumunu olumsuzlayan bu haberler/tasvirler, cinsiyetin yaygın bir biçimde paylaşılan tanımlarını “SÜR”dürüyor.
  

1 Aralık 2010

"Arka"mıza Baktık!

Onunla ilk defa, kuzenimin “Me, You and Everyone We Know isimli filmi alıyor ve izliyorsun” demesiyle tanıştım: Filmin yönetmeni, senaristi ve başrol oyuncusu, doğduğunda ona verilen ismiyle Miranda Jennifer Grossinger’dı. Soyadını, “kendini en üretken hissettiği ay temmuz olduğu için” (IMDB) July olarak değiştirecek kadar ilginç bir performans sanatçısı ve aynı zamanda bir öykü yazarı. Bu ilk uzun metrajlı filmiyle, 2005 yılında Sundance Film Festivali’nde jüri özel ödülü alan July, aynı yıl Cannes Film Festivali’nde de ödüllendirildi. 2007 yılında yayımlanan “No One Belongs Here More Than You” isimli kitabı, Frank O’Connor kısa öykü ödülü aldı. 2009 Venedik Bienali’nde yer alan işleri bu yaz boyunca New York’ta sergilendi. Tüm bunları anlatıyorum çünkü geçtiğimiz günlerde tesadüfen rastladığım bir videosunda şöyle diyordu: “Herkes ilk filminin ardından ikincisi için acele eder ama benim onun dışında her şey için acelem var.” Nitekim 5 yıl aradan sonra son filmi “Future” bitti ama henüz gösterime girmedi.
Tık Tık Tık...
Gelelim yukarıda, "Tık"ladığınızda daha ayrıntılı bir şekilde göreceğiniz fotoğrafların, Miranda July ile ilişkisine. Sözünü ettiğim videoda July, birazdan anlatacağım www.learningtoloveyoumore.com isimli internet sitesinden, bir takım görevler ışığında çekilen fotoğrafları gösteriyordu.  2002 yılında Harrell Fletcher ile birlikte kurdukları bu site, meğerse her ikisinin belirledikleri görevler doğrultusunda herkesin katılımına açık, interaktif bir projeymiş. 2009 yılında kapanana kadar, dünyanın pek çok ülkesinden 8 bine yakın katılımcı 70 görevi yerine getirmiş. Hatta Seattle’da Oliver ailesi 2007 eylül ayında mevcut 63 görevin hepsini tamamlamış. Her biri son derece kişisel deneyimler içeren bu görevler, bazen katılımcıların yataklarının altlarını fotoğraflamalarını, bazen ilk gençlik yıllarında duvarlarını süsleyen posterleri yeniden yapmalarını, el ele tutuşan yabancıların fotoğraflarını çekmeyi ya da bir bebek kıyafetinin (tulum/zıbın) yetişkin ölçülerinde yapılıp giyilmesini (katılımın en az olduğu görevlerden biri) içeriyor.
Ben en çok yavaş yavaş
diyorum kendime...
Ben de, son derece eğlenceli ve heyecan verici bu görevler içinden ikisini seçip, biraz değiştirip birleştirerek, yakın çevreme kendilerine "arkalarından bakmalarını” önerdim. “Arka” taraflarını çektikleri fotoğraflarına, kendilerine her zaman hatırlattıkları bir cümle, bir slogan düşünmelerini istedim. Yaratıcı ve özgür olabileceklerini de ekledim.
Haliyle ilk sorulardan biri “kendilerinin mi yoksa başkalarının mı bu fotoğrafı çekeceğiydi”. Her ikisini de tercih edenler oldu. Teknik problemler çözüldü; aynalarla konuşuldu, bazen fotoğraf makineleri yerine cep telefonları kullanıldı. Fonlar belirlendi; saçların kesilmesi beklendi. Herkes kendi kişisel hikâyesini yarattı; özel dünyasını paylaştı.
Amerika’dan, Ada’dan, Eskişehir’den… Evden, yeni işin yeni mekânından, Haliç’ten, sokaktan…
Eski dostlar, yeni arkadaşlar, kardeşler, kuzenler, çiftler, anneler, torunlar…
Hepimiz kendi sırtımızı sıvazladık, başımızı okşadık… Dilediğimiz, hatırlattığımız, eğlendiğimiz, aklımıza ilk gelen cümleleri, kelimeleri saçlarımızdan ya da omuzlarımızdan döktük. 
Katılan herkese çok teşekkür ederim...
Sırasıyla... Sıkıntı yok – Kendini düşün – Bakma, gör ve hisset – Hayata daha geniş açıdan bak – Gökyüzü kadar sevmeye devam etmek istiyorum, gökyüzü hep daha da büyüsün – Hayat zaten zor iş, başka iş istemem – Bırak gitsin – Her çıkışın bir inişi vardır – Bak bakalım her şey hayal ettiğin gibi mi? – Nevermind – Free Your Mind – Mecbur muyuz? – Kurtul – You should look your past to get experience – Durma… Devam – Rebirth – Kızımın gözünden – Hayat seni büyük bir hevesle bekliyorum – Hayat boyu el ele – Kadın olmak


28 Kasım 2010

1980'leri Hatırlamak

Yer: İstanbul Bilgi Üniversitesi
Tarih: 26 Kasım 2010
Başlık: İstanbul’u Hatırlamak
Önümüzdeki yıl bu zamanlarda 12.’si gerçekleştirilecek İstanbul Bienali’nin küratörleri Adriano Pedrosa ve Jens Hofmann, belki de kendileri için bir yol haritası ortaya koyabilmek için, elbette İKSV ile birlikte, şimdiye kadar yapılan tüm bienallerin küratörlerini ve bu bienallere katılan sanatçılardan bazılarını bir araya getirerek, bir konferans organize etti. 12. Bienal’in halka açık bu ilk organizasyonunun birinci gününde, ben de oradaydım. Bu bir nevi anma toplantısı, sadece Türkiye çağdaş sanat tarihine değil, aynı zamanda Türkiye’nin yakın dönem toplumsal, ekonomik ve siyasi tablosuna bakabilme fırsatı sundu salondakilere.
Şimdiye kadar gördüğüm programına en sadık ve dakik bu konferans, sanırım başarısını, zaman zaman insanı zorlasa da, vermediği aralara borçlu. Nitekim ilk ara, saban 10’da başlayan ve 3 konuşmacının 1’er saatlik dilimler halinde yaptığı sunumlara ayrılan ilk oturumdan sonra geldi! Yemek molasından sonraki ikinci oturuma da ilgi, tıpkı ilk saatlerindeki gibi, hiç az değildi. 
280 adet üç maymun ve 64 adet bereket tanrısı! ve
onların oluşturduğu Türkiye haritası... 
Ulus devlet, görmeyen, duymayan, konuşmayan bir halk, 
erkek egemen kültür gibi ağır sorunlarımızın çarpıcı tezahürü.
Küratörlerin, bienali gerçekleştirdikleri sırayla sahneye çıktıkları organizasyonda tek eksik, 1997 yılında yapılan 5. Bienal'in küratörü Rosa Martinez’di. İlk konuşmacı da haliyle, İstanbul Bienali’nin bienal olarak adlandırılmadığı zamanlarda, elini taşın altına koyan Beral Madra’ydı. “25 sene önceki bir olayı size anlatabileceğim için çok mutluyum” dedi konuşmasının başında. Onunla başladığımız bu 25 senelik yolculuktan geriye kalan çok şey var elbette ama ilk 3 bienali düzenleyen Türkiye’den iki küratörün deneyimleri ister istemez öne çıktı benim için. Özellikle Hale Tenger’in 3. Bienal’de sergilenen ve 1980 darbesinden sonra hakkında dava açılan ilk sanat eseri olma “ayrıcalığına” sahip yandaki işini paylaşabilmek için. "Böyle tanıdıklarım var" isimli bu eser, gün boyunca örnekler gösterilen bienal işlerinden benim aklıma kazınan oldu. 
Beral Madra’nın kendi kuşağı için bir direniş alanı olarak tanımladığı bienalin ilk zamanları, pek çok destekle ilerliyor. Lojistik ve haberleşme gibi teknik problemler var. Eserler nasıl getirilecek ya da götürülecek? Email yok, faks daha yeni yeni kullanılıyor. Konsolosluklar-elçilikler aracı oluyor. Devlet de yardım ediyor. Koleksiyonerler, galericiler de işin içinde. Hatta ilk bienalin sponsoru Asil Nadir, ikincisininki de Halil Bezmen. Eserlerde örtülü bir eleştiri var ama sanatçı tavrıyla ortaya konan bir duruş daha çok.
3. Bienal’in küratörü Vasıf Kortun’la birlikte bienal devletten, galeri ve koleksiyonerlerden ve hatta onun deyimiyle “akademi kalesinden” ayıklanıyor. Kendi istedikleri eserleri dayatan elçilikler de devre dışı kalıyor. “Ben devletle çalışmam. 1980 sonrasında insan nasıl olur da devlete gider ki? Benim aklıma bile gelmedi” diyor. Onun bu tavrı mekan seçimlerine de yansıyor. 1987 yılında ilk yapıldığında Madra’nın deyimiyle “dönemin yerleştirme estetiğine uygun biçimde” tarihi yarımadadaki mekanlar kullanılırken, Vasıf Kortun’la birlikte işler Sultanahmet’in dışına taşıyor; Feshane mekan olarak seçiliyor. İlk iki bienalin ardından Vasıf Kortun, sanki "nasıl olmaması" gerektiğinden yola çıkarak kurguluyor bienali. 
Örtülü eleştiriden, daha açık ve rahatsız edici işlere uzanan, sözlü kültürle birlikte görsel kültürün de yerleştiği, yavaş yavaş ama birikerek ilerleyen bir tarih… Ama hala tekin değil...

22 Kasım 2010

CNBC-e

CNBC-e'nin tek reklam için ayrı,
çok reklam için ayrı ama aynı! reklam jenerikleri 
Dün akşam tesadüfen gördüğüm yandaki reklam jeneriklerini, internet ortamına taşımak için önce televizyondan kayıt yapmam, sonra da o kayıttan fotoğraflar çekmem gerekti. Hatta dışarıda epey bir vakit geçirmek zorunda kaldığım için, gündüz saatlerine denk gelen uzun kaydı izlerken, bana rahatsızlık veren hissin sadece bu reklam jenerikleri olmadığını da anlamış oldum. 
Sabah saat 10'dan akşam 18'e kadar, CNBC-e'nin ekonomi ağırlıklı yayınını kumandanın ileri tuşuyla izlerken, kanalın ekrana yansıyan yüzünün kadın ağırlıklı olduğunu fark ettim. Fakat kadınların her yerde olmaları ya da her işi yapıyor olmaları, maalesef onları özgürleştirmiyor! 
  • "Ben yatırım yapmayı bilmem, kocam ilgilenir. Sadece parayı tüketmeyi seviyorum."
  • "Krizden bahsedip de akşam alışveriş merkezinde dağıtamıyorsunuz. Ama çok tutumlu muyum? Para harcamayı seviyorum ve parayla keyif yapmayı değerli buluyorum."
  • "Bu sarı kafayla dolaşıp kafam da çalışıyor havası vermeyi seviyorum."
  • "Bir ara sarışın olmuştum. Bence her kadın hayatın bir döneminde sarışınlığı yaşamalı. Sarışınlığın sadece adı değil, hakikaten bir havası olduğunu düşünüyorum. Sarışın kadın illa ki kendine baktırır."
Bu sözler, kanalın, kim olduklarının hiç önemli olmadığı kadın habercilerine/spikerlerine ait. (Sibel Ateş Yengin/Akşam - 24 Ekim 2010) Tıpkı yukarıdaki görüntüler gibi, bu ifadeler de bir süre sonra doğal bir gerçekliğimiz gibi kabul ettiğimiz kadın rollerine dönüşüyor. "Erkekler/modernizm/kapitalizm" tarafından düzenlenen bir dünyanın kurallarına uyarak özgür olduğunu sanan kadınlar, sanki gizli/açık bir güce boyun eğiyorlar. Tıpkı sadece kadınlara yönelik reklamlarda bile neyin nasıl yapılacağını söyleyen dış sesin, erkek sesi olarak kurgulanması gibi...


Not: 
Konuyu köşesine taşıyan Sina Koloğlu oldu. 
http://cadde.milliyet.com.tr/2010/11/30/YazarDetay/1320185/WIKILEAKS_TEN_TARTISMA_PROGRAMLARINA_KONULAR

20 Kasım 2010

Sonbahar

İlk sıradaki fotoğraflar dün çekildiler. 
Kimsenin kaldırmak, toplamak, süpürmek için acele etmediği bir zaman diliminde... 
Rahat rahat dökülen, kaldırımları dolduran yapraklar arasında yaptığımız yürüyüş sırasında.
Geçtiğimiz aylarda çekmiştim ikinci sıradakileri. Mayıs ayında. Mart-nisan baharsa, mayıs da gül ayıydı. 
Evlerin en dış kapılarını süsleyen çoğunlukla onlardı, özellikle kırmızı olanlar. Nadiren sarı ya da beyaz.
Eğer bir apartman dairesinde yaşıyorsanız, muhtemelen en az iki kapı daha var "içeri" girmek ya da "dışarı" çıkmak için.
Belki daha az ya da fazla...
Kasımdan mayısa, mayıstan kasıma "kapılara" bakmak!

16 Kasım 2010

Kurban Bayramı!


Kurban olmanın da, etmenin de bayramlık bir tarafı olamaz. Belki de insan, kurban ederek kurban olduğunu unutuyor/hatırlıyor! Ya da bunu öğreniyor. 
Adalet kavramı böyle bir dengeyle ancak içselleşebiliyor.
"Bayram"ın hissettirdikleri üzerine görsel bir malzeme ararken çıktı karşıma Les Kossatz. Avustralya'nın şöhretli heykeltıraşlarından biriymiş. "Askıdaki Koç" isimli yandaki çalışması da oldukça eski; 1973 yılına ait.
Sadece bu heykelinde değil, daha pek çok çalışmasında koyunu/koçu, insan davranışını anlamak ve anlatmak için güçlü bir metafor olarak kullanıyor. 
Bu araçsallaştırma bir hayvan olarak koçun temsil ettiklerini de kapsıyor elbette. Zengin hayvancılık endüstrisi ve çevresel sorunlar karşısında yaşadığı varoluş sıkıntısını-tehdidini örneğin.
Havaya asılı demir bara iliştirilen ve koçun karnından ve onu boğarcasına boynundan geçen metal fileler...  
Adalet terazisi sadece doğanın dengesini değil, insanın iç dünyasındaki kavramları da ölçüyor!

11 Kasım 2010

Bahaneleşen Mahalle

Dün akşam Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde, moderatörlüğünü Merih Akoğul’un yaptığı Ferhat Özgür söyleşisi hayranlık uyandırıcıydı. Aslında Sermet Çifter Salonu’nda katıldığım bir önceki etkinliğin sonunda Merih Bey, ısrarla duyurusunu yapmıştı: “Çok önemli bir sanatçı, bu sene Berlin Bienali’nde iki videosu birden gösterildi. Buralarda bulmak zor; mutlaka gelin, tanışın.”
15 kişiyi bulmayan “kalabalık” karşısında önce sanat serüvenini sonra da işlerini anlattı Ferhat Özgür. Çok şanslıydık ki daha hiçbir yerde sergilenmeyen en son çalışmasını da görebildik. Oldukça ilgi uyandıran iki videosu da tam karşımızdaydı.
Her ne kadar kendisi izleyiciye nasıl düşünmesi gerektiğine dair bir dayatma olduğunu düşünse de, ben sergilenen tüm sanat eserlerinin doğru metinlerle daha etkili olduğunu düşünüyorum ya da sanatçının biyografisinin bilinmesinin, ortaya çıkma hikayesinin paylaşılmasının… Tıpkı Ferhat Özgür’e ait, şimdilerde Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde görebileceğiniz “Bugün herkes dışarı” isimli 2002 yılına ait işinde olduğu gibi. Değişen/dönüşen kent, birey üzerindeki etkisi, kentleşme modelleri, yoksulluk, göç, sosyal adaletsizlik gibi kavramlar üzerine kafa yoran Ferhat Özgür, şöyle anlatıyor çektiği bu kurgusal fotoğrafı:
Sağ fotoğrafta yer alan 3. sıradaki kişi,
Ferhat Özgür’ün pek çok işinde başrol oynayan annesi
"Bir yanında Ankara Yarı Açık Ceza Evi, diğer yanında Büyük Ankara Hastanesi'nin bulunduğu bir sokak 'Yan Sokak.' Tuhaf bir isimle doğup büyüdüğüm mahallenin adı nedense Şükriye Mahallesi olarak belirlenmiş. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım burada geçti. Sonra Demirlibahçe'de yaşadım, ta ki on iki yıldır ikamet etmekte olduğum Oran Şehri'ne yerleşene kadar. Bu yeni bölge daha çok, sanatçı, yazar ve politikacıların toplandığı bir 'uydu kent' olarak biliniyor. Düzenli olarak ziyaret ettiğim Yan Sokak'a bir pazar günü gittiğimde yapmak istediğim şey, bu sokakta yaşayanların kapılarını tıklatmak ve onları sokak boyunca tek bir sıra halinde dizmekti. Geriye kalan şey, onları sokağın bir girişinden bir de çıkışından görüntülemek. Bir nevi sokağın otoportresi. Fiziksel olarak çıkmaz sokak orası, metaforik olarak da çıkışı zor. İlk kez tüm mahalleli, tek bir ortak anı paylaşmak üzere dışarıdaydı.”
Dün akşamdan sonra ismi benim için önemli bir referansa dönüşen Ferhat Özgür, Türkiye/kent gerçekliğine işaret etmek için sokağını atölyeye dönüştürüyor; mahallesi bahaneleşiyor. 
Daha fazlası için http://ferhatozgur.blogspot.com/

8 Kasım 2010

Küçükyalı Arkeopark

En sonunda dün, Küçükyalı Arkeopark’ı ziyaret edebildik. Anadolu yakasının en geniş ve en iyi korunmuş bu arkeolojik alanı, Bisans’tan kalan büyük bir manastır kompleksinin merkezi. Bu kompleksin en önemli kalıntısı ise üst bölümü çökmüş olan çok kubbeli sarnıç. Duvarları ve suyun ilk ulaştığı iç bölümü sapasağlam ayakta. Bu yapının benim için en etkileyici bölümü, ışıkları en son yanan su kanalı oldu. Yukarılardan, Başıbüyük tepelerinden gelen suyu taşıyan kanal, şimdilerde kesintiye uğrasa da, yerin altında ilerleyen gizemli bir patika gibi.
Bize memnuniyetle rehberlik eden Berna’nın anlattıkları ve kişisel kazı deneyimleri, pazar öğleden sonramızı tıpkı bu bölge gibi benzersiz kıldı. Burası gerçekten kendine özgü bir yer. Tarihi yarımadada ya da İstanbul’un diğer bölgelerinde başka bir örneği yok. Çünkü diğer komplekslerin (Kariye örneğin) kilise dışında kalan yapıları ortada yok. Burada ise sarnıç, onun üstünde kalan kilise kalıntıları, geçen sene Berna’nın birebir çalıştığı manastır kulesi ve onları çevreleyen istinat duvarları mevcut. Bu duvarlar fotoğraflarda da görebileceğiniz gibi bazen yola taşıyor, kimi zaman evlerin duvarlarıyla birleşiyor. Bir yanıyla üzerindeki yapılara direnip, yeraltında kalan büyük bir yerleşim alanının ipuçlarını veriyor.

Berna önce sarnıcı gezdirdi; su geçirmez turuncu sıva kalıntıları gösterdi. Sarnıcın dışında yaptığımız kısa tur sırasında da anlattı:
  • Sarnıcın üstüne çıkmak için etrafını dolaştığımız yerin önceki yıllarda yol olduğunu ama girişimlerle kazı alanına dahil edildiğini,
  • Numaralandırılan toprak katmanlarını,
  • Her çalışma sezonunun sonunda kazı alanını kapatmak için kullanılan örtüyü,
  • 2010 kültür başkenti vesilesiyle desteğin arttığını ama önümüzdeki yıl sponsor arayışı içinde olduklarını,
  • Kazı alanının hemen yanındaki boş arazide başlatılan çalışmaların durduğunu; mahkemelik olunan arsa sahibi İş Bankası’nın burası için muhtemelen başka planları bulunduğunu!
  • Manastırın kulesinde çalışmanın “baş döndüren” bir deneyim olduğunu,
  • Önemli destekçilerden birinin mahallenin kadın muhtarı Ayşem Moroy olduğunu,
  • İmparator Michele I Rangabe’nin oğlu patrik Ignazius tarafından 9. yüzyılda inşa ettirildiğini,
  • Çoğunlukla eğitim atölyelerinin düzenlendiği alanda, fenerlerle gelmelerini istedikleri öğrencilerin oldukça eğlendiklerini,
  • Zamanında Bizans’ın banliyösü olan bu alanın isteyen herkese açık olduğunu,
Burada kazılar, duvarların ardında yapılmıyor. Her şey şeffaf. Hemen yanındaki oyun parkı ile arkeopark bir tırmanma mesafesinde!
Kazı ekibinin başında olan Koç Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Alessandra Ricci, Açık Radyo’da uzun zaman önce katıldığı programda şöyle diyordu: “Yenikapı, Üsküdar ya da Sirkeci’de sürdürülen kurtarma kazılarından farklı olarak burası, İstanbul’da yürütülen tek bilimsel arkeolojik kazı projesi.”
Elbette bu vurgunun bir anlamı var. Çünkü kent arkeolojisi kavramı içinde değerlendirilebilecek bu kazılar; sistemli, interdisipliner ve kent yaşamıyla bütünleşmeyi, iç içe olmayı hedefliyor. Zira kentlerin kökeni, geçmişi, sürekliliği gibi kavramların sembolleri sadece anıtsal yapılar, geleneksel doku değil; bu yapıların çevresi de aynı zamanda. Her dönemde kenti zenginleştiren, çeşitlendiren katmanların “yerin altından üstüne doğru ortaya konması” kentin ve toplumun kimliği açısından önemli.


Not: 28 Kasım 2010 pazar günü Berna'dan gelen bir email, İş Bankası'na ait parseller için Koruma Kurulu'nun inşaat yapılamaz kararı verdiğini müjdeliyordu.

4 Kasım 2010

Kurşun Asker

Galeri Alfa-Çukurcuma
İstiklal Caddesi’nin aşağı paralelinde, Faik Paşa Caddesi (yokuşu) boyunca yürürken, tabelada yazan “Kurşun Asker”i görüp girdim içeri. Hemen kapının girişinde, camlı dolapların içinde, kimi bir dizinin parçası, kimi tek başına pek çok figür. Bayrakçısı, borazancısı, atlısı, okçusu,  yeniçerisi, topçusu… Harem Dizisi ve onun altında, tüm bu figürleri eski kıyafet albümlerindeki resimlere ve gravürlere dayanarak boyayan Neslihan Ağırbaş’ın ifadesiyle, en çok ilgi gören Padişan Dizisi. Hemen yan tarafta ise en eskisi 1493, en yenisi 1906’a ait haritalar, gravürler… Sanat Tarihçisi Ayşe Yetişkin Kubilay’ın sahip olduğu Galeri Alfa, onun rehberliğinde meraklısına çok şey vaat ediyor.
Aslında ben, kurşun askerleri tıpkı gerçekleri gibi dizi dizi görmeyi beklemiyordum. Sanırım “Kurşun Asker”i, militarizmi sorgulayan bir serginin, yeniden yorumlanan özneleri gibi algıladım. Eve geldikten sonra bu yanlış anlamanın peşinden giderek, savaş karşıtı hareketin bir parçası olarak başlatılan “The Army Men Project” ile tanıştım. Amerika’nın Irak işgalini protesto eden grup, dünyanın her yerinde bu küçük, sessiz savaş sembolleriyle zorunlu karşılaşmalar hedefliyor. Markette, parkta, benzincide, havuz başında, ağaç dalında, köprüde, kaldırımda, aklınıza gelebilecek her yere yerleştirilen ve “Beni eve götür” diyen küçük askerler…
Cebinizde taşıdığınız askerlerinizi çıkarıyor ve dış dünyadaki savaşa dahil oluyorsunuz!
Sadece Amerika'dan değil, dünyanın her yerinden gönderilen daha fazla fotoğraf için, www.mouthswideopen.org

3 Kasım 2010

İdam!

Ölüm cezasına karşı dünyadan 100 afişi, 1-14 Kasım
 arasında DEPO'da görebilirsiniz 
“Tasarımın (afişin) toplumsal değişime ilham kaynağı olacak bir araç olduğuna inanıyoruz. Yarattıklarınız, insanların harekete geçmesini sağlayabilir.”
Dün tamamen başka amaçlarla gittiğim Tütün Deposu’nun ikinci katında karşılaştım bu ifadeyle. Sonrasında şöyle devam ediyordu: “Bu yetiyi dünyayı değiştirmek için kullanabilirsiniz.”
Poster for tomorrow (yarın için afiş) tüm insanlığı ilgilendiren konuların tartışılmasını desteklemek amacıyla, tasarımcı olan olmayan herkesi katılmaya çağıran bağımsız, kar amacı gütmeyen bir organizasyon. 2009 yılındaki ilk projelerini ifade özgürlüğü üzerine gerçekleştirmişler. Bu sene ise, ölüm cezasının tüm dünyada kaldırılması çağrısına katkı sağlıyorlar. 10/10/10 Ölüm Cezasına Karşı Dünya Günü’nde düzenledikleri etkinlikler dışında, asıl amaçları Aralık ayında Birleşmiş Milletler’in ölüm cezasına ilişkin moratoryum oylamasına dikkat çekmek.
Kimi ölüm cezasını kaldırmayan 58 ülke, kimi cezanın uygulanış biçimleri üzerinden kurgulamış her biri birbirinden sarsıcı afişlerini. Bu 58 ülke ve 2009 raporu için www.amnesty.org.tr adresine başvurabilirsiniz. Sayfalar arasında bir süre sonra sadece rakamlara dönüşen, yüzleşmesi zor bu kocaman kavramları (suç, ceza, ölüm, adalet) aktarmaya benim yüreğim yetmedi! Afişler sırasıyla: Valerie Pettis/Amerika, Daniel Zender/Amerika, Jean Philippe Pamuier/Hollanda, Victor Santos/Meksika, Natalia Lazarashvili/Gürcistan, Igor Dukic/Amerika, Victor Santos/Meksika, Claudio Reis/Portekiz, Yuan Wang/Çin… 

1 Kasım 2010

Halı-Sandalye

Circus - Halı
Beklerken, masanın üstünde duran dergiyi elime aldım. Turkuvaz Dergi Grubu’nun çıkardığı Home Art’ın Yazı İşleri Müdürlüğünü de yapan Lale Dağkıran, kendisi için ayrılan sayfada, geniş bir yelpazede tasarım ürünlerini sergiliyordu. Dergi sayfasında yer alan yukarı baştaki fotoğraf ise, tüm bu bilgileri sonradan edinmeme sebep olan halıydı. Tuğla gibi bir dekorasyon dergisinin sayfaları arasında hızla dolaşırken gözüme ilişmişti. Şimmmşşşek gibi bir önyargıyla “evimizi süslemesi gereken bir yeniliği müjdelediği için” ilk hissettiğim duygu ürperti oldu. Zira gördüğüm halı, üzerine işlenmiş kadın ve erkek bez bebeklerden oluşuyordu. Hatta fotoğrafın ayrıntısını, hemen yanındaki kutuda veren Dağkıran, internet üzerinden sipariş verilebilen ürünün, 3 ay sonra teslim edildiğini yazıyordu!
Multidao/Crowd - Sandalye
Eve geldikten sonra yaptığım kısa araştırma sonrası, bir internet sitesinden “tıpkı bir sanat eserinin olması gerektiği gibi” sadece 10 adet üretildiğini öğrendim. Yani bir seri üretim durumu söz konusu değildi. Belki bu sayı için bile itiraz sesleri yükselebilir.
 “Circus” isimli bu halı, biri hukuk eğitimi almış diğeri mimar, Brezilyalı iki kardeş Humberto ve Fernando Campana’ya ait. Kendilerini, içinde bulundukları tasarım endüstrisinin dışında konumlayan ikilinin tüm işleri, yakın zamanda “Antibodies” başlığı altında topluca sergilenmiş. Hem iki sanatçıya daha yakın bakmak hem de “Circus” halıyı anlamak için belki Campanaların “Multidao=Crowd” sandalyesini incelemek lazım. Sandalye, yaklaşık 15 milyon insanın yaşadığı Sao Paulo’ya, özellikle Brezilya’nın kuzeydoğusundan yaşanan göçleri sembolize ediyor ve o bölgeye ait geleneksel bebekleri kullanıyor. Kardeşler, Sao Paulo’da yaşayan tüm gruplar arasındaki tansiyondan, gerilimden ve bu grupların yine de bir arada olmayı başarabilmesinden her zaman ilham aldıklarını söylüyorlar.
Tıpkı İstanbul perisi gibi…

29 Ekim 2010

Oyuncak Çocuklar!

Düşünülebilecek en büyük kültürel değişim tüketimi sorgulamak olabilir mi?
Worldwatch Enstitüsü’nün “Kültürleri Dönüştürmek: Tüketicilikten Sürdürülebilirliğe” başlıklı 2010 raporu, bu kavramsal bütünlük etrafında yayınlanan çok sayıda veri ve analizi içeriyor. Raporun tamamına değilse de, bazı makale ve tablolarına internet adresinden ulaşabilirsiniz. http://www.worldwatch.org/
Sırasıyla Jasmine, Tiana, Mulan, Pocahontas
Bu makalelerin birinde, enstitünün kıdemli araştırmacısı Erik Assadourian, 2002 yılında İngiltere’de yapılan bir araştırmayı hatırlatıyor: “Çocuklar Pokemon karakterlerini, bilinen bitki ve hayvan türlerinden daha çok tanıyor. Amerika’da 2 yaşındaki çocuklar M’yi harf olarak bilmezken, Mc Donalds’ın M’sini teşhis edebiliyor.” Diğer bir yazısında ise bu sonucu besleyen kaynaklardan birini değerlendiriyor. Yakın zamanda gösterilen The Princess and the Frog çizgi filmi üzerinden şöyle bir tespitte bulunuyor:
“Disney, yarattığı karakterlerle derin bir okuma yapmıyor. Kullandığı değişik ırkları, izleyiciler için yeni bir tüketim öznesine dönüştürüyor sadece. Tıpkı Asyalı Mulan, Amerikan yerlisi Pocahontas, Arap Jasmine gibi Afro-Amerikan Tiana!” 
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman sonra, "pembe" ve "mavi"ye hapsolmuş iç dünyalarıyla  çocuklar, "yetişkinlerin" oyuncağı oluvermiş!
Tüketim ve toplumsal cinsiyet rolleri üzerine, çocuklar merkezinde kafa yoran Güney Koreli sanatçı JeongMee Yoon’un “Pembe ve Mavi” fotoğraf projesi ise, tüm ifadeleri çarpıcı biçimde özetliyor.