29 Mayıs 2012

Yas


Faye Moorhouse
Bugün, “Everybody dies” ile biten bir önceki blog kaydını izleyerek, iki blog yazarının son kayıtlarını, kayıplar etrafında biraraya getirmek istiyorum. İlki, “Deconstructing Mummy” Marianna Sidiropoulou-Khalid. Geçtiğimiz günlerde blogunda yayınladığı yazısını çevirmeden, karşılaşmaların, tetiklenmelerin sarsıcı hatta bazen yıkıcı etkisi için paylaşmak istiyorum:
“I am on the bus, having opted for a complete two-hour freedom. Freedom from parking, freedom from my daily mum routine. Just enjoying the rare British sun. The bus stops opposite a church. I love being on a double decker if I am not in a rush. I have all the time to observe and get lost in my thoughts. I turn to my right and see a lot of people gathered outside the church. They are wearing formal clothes and a few of them are crying. A funeral. I look at the faces of the people, certain that the lost one is a beloved grandparent. I look at a woman my age crying in desperation. I look inside the black vehicle parked on the side and see the coffin. It is unusual. There is a sea and a boat painted, some travelling theme. Then I realize. The coffin is not very big. My brain is fighting for me not to understand what is happening. I read ‘Farewell from mummy and daddy’. I scan the crowd again. I see her. It is the mother crying tears of desperation. Her child is in that coffin. A part of her buried forever. I now feel myself, a corporeal loss. The image is so gripping that I stop breathing normally and tears well up in my eyes. I was not prepared for this. I was not prepared to share in a random moment the crumbling life of another woman, another mother. She was burying her child and I was preparing to go pick up mine from the nursery. I got off at the next bus stop to walk home, I needed to be outside. I started crying. I felt her loss. This small moment of realization that all we love, all we have, all that we take for granted, we can lose. I thought about motherhood and about my concept of Deconstructing Mummy. I had just experienced a literal deconstruction of a mother. I imagined her years later somehow moving on with her life. Maybe one day she will smile again. I know that most people do eventually handle their grief even if they are not the same again.”
Çocuğunu kaybeden anneden, annesini kaybeden çocuğa geçişim ise, izlediğim diğer blog yazarı “Garden Correspondent” Siobhan Wilde sayesinde oldu. Wilde, eşinin bir arkadaşının annesini kaybettiğini ve onun için Roland Barthes’in Yas Günlüğü’nde yer alan bir mektubu çevirip gönderdiğini yazıyordu. Annesinin ölümü üzerine Proust’un Georges de Lauris’e yazdığı mektup. Ben bu mektup yerine, en azından benim için yası üzüntüden kurtaran, ferahlatan hatta özgürleştiren Barthes’in, annesinin ölümünün ardından iki yıl boyunca tuttuğu günlüğünden notları aktarmak istiyorum:
29 Ekim 1977: Onun yokluğundan önceki arzularım, şimdi artık gerçekleşemez, çünkü bu durumda bunları gerçekleştirmeme onun yokluğu olanak vermiştir anlamı doğacaktır. Benim arzularım açısından onun yokluğu kurtarıcı olabilecektir bir anlamda. Ancak onun yokluğu değiştirdi beni, eskiden arzuladıklarımı arzulamıyorum artık. Yeni bir arzunun, onun yokluğundan sonraki bir arzunun oluşmasını beklemek gerek, bunun oluşacağını farz edelim.
24 Kasım 1977: Şaşkınlığım ve sanki tedirginliğim (keyifsizliğim) aslında bir eksiklikten değil de bir yaradan, sevginin yüreğini acıtan bir şeyden kaynaklanıyor.
28 Kasım 1977: Kime sorabilirim? İnsanın, artık sevdiği kişi yanında olmadan yaşayabilmesi, onu sanıldığından daha az sevmiş olduğu anlamına mı gelir?
9 Aralık 1977: Yas = Keyifsizlik, olası bir duygusal şantajdan yoksun durum.
18 Şubat 1978: Yasın, değişmeyen ve zaman zaman ortaya çıkan bir şey olduğunu öğrendim. Aşınmıyor çünkü sürekli değil.
20 Mart 1978: Madam Panzera, ‘Zaman yası dindirir’ diye bir söz vardır demişti bana. Hayır, zaman hiçbir şeyi geçirmez; yasın o telaşlı, heyecanlı halini geçirir yalnızca.
25 Mart 1978: Dün, Damisch'e telaş ve üzüntüye kapılmanın geçtiğini, kederinse kaldığını anlattım. O da bana şöyle dedi: ‘Hayır, telaş ve üzüntüye kapılma geri gelir, göreceksiniz.’
18 Nisan 1978: Onu kaybettiğimden beri, kendisinden kısa süre uzak kaldığım yolculuklardaki o özgürlük duygusu yok artık içimde.
27 Nisan 1978: Herkesin bana ‘Burada unutman için her şey var,’ dediği yerde, ben daha az unutuyorum.
1 Ağustos 1978: Kederim ifade edilemez, ama yine de söylenebilir. Dilin bana ‘dayanılmaz’ sözcüğünü sağlaması bile doğrudan doğruya belli bir ‘dayanırlık’ sağlar.
31 Aralık 1978: Keder son derece büyük, ama benim üstümdeki etkisi (çünkü keder kendi başına bir şey değildir, yolundan sapmış etkiler dizisidir) bir tür birikinti, pas, yüreğimin üstüne çökmüş bir tür çamur, bir yürek acısı (Sinirlenme, kıskançlık, sevgi eksikliği).

23 Mayıs 2012

House M.D.

House bitti, geriye beyaz bir tahta kaldı!

Family sucks!

Everybody lies!

Everybody dies!

18 Mayıs 2012

2 Kadın, 1 Ev


Dün akşam izlediğim bir programın, yaklaşık 1 dakikalık bölümünü kaydetmek istedim buraya. Aşağıdaki anlar/fotoğraflar, Güven İslamoğlu'nun nisan ayında yayınlanan ve "yok olan Anadolu köy kültürünü" ele aldığı "Yeşil Doğa" isimli programından. Isparta'nın Sütçüler İlçesi Darıbükü Köyü de bu köylerden biri. Sadece yaşlıların kaldığı Darıbükü, Kasımlar Barajı'nın tehdidi altında. Niyetim, daha önce blogda sözü edilen bu tür bir saldırganlığın/şiddetin yıkıcılığını tekrar etmek değil. Tüm gün aklımdan çıkmayan bu 2 kadın ve 1 evi, ölümden söz ediş biçimleri ve sembolik karşılıklarıyla uzun uzun düşünebilmek. Dileyenler programın tamamına buradan ulaşabilir.
- Çok güzel bir eviniz var. Ahşap.
- Var ama sahipleri öldü.
- Sahibi kalmadı?
- Kalmadı.
- Ne olacak şimdi? Baraj yapılınca size çık mı diyorlar?
- Öyle olacak heralde, anlaşılan baraj buraya geldi mi git diyecekler.
- Nereye gideceksiniz?
- Bakalım ne yapacağız, o gün bir gelsin bakalım.
- Hükümet büyük, karara kor.
- Hükümet bir yere yerleştirir?
- Ne yapalım kulaklar duymuyor, gözler görmüyor.
- Peki buradan ayrılmak istiyor musunuz?
- Ayrılır mıyız? Burası evimiz. 
- Belki öleceğiz baraj gelinceye kadar
- Allah uzun ömür versin niye?
- Yok canım sende
- Peki sizi götürdükleri yerde yaşayabilecek misiniz?
- Biz ölürüz o zamana kadar
- Ölürüz o zamana kadar
- Ölürüz biz
- Yok çok dinç gördüm sizi

10 Mayıs 2012

Müze bir ev midir?


Parantezi, geçtiğimiz haftasonu gerçekleşen Masumiyet Müzesi Sempozyumu’nda “Müze bir ev midir?” diye soran Levent Çalıkoğlu açıyor; “Müzelerin geleceği evlerimizin içindedir,” diyerek bitirdiği manifestosuyla Orhan Pamuk kapatıyor. 
Hem daha önce girdiğim Müze, Dilin Resmi Resmin Dili, Göbekli Tepe isimli diğer kayıtlarla örtüştüğü, hem de bir “müze”den çok daha fazlasını ifade ettiği için, bir kez de buraya kaydetmek istedim:
“Müzeleri seviyorum ve pek çokları gibi her geçen gün müzelerde daha mutlu hissediyorum kendimi. Müzeleri çok ciddiye aldığım için bazen öfkeli, kuvvetli düşünceler geliştiriyorum. Ama müzeler hakkında öfkeyle konuşmak da gelmiyor içimden. Çocukluğumda İstanbul’da çok az müze vardı. Çoğu da korunmuş tarihî anıtlardı. Ya da Batı dışı yerlerdeki çok az müze gibi devlet dairesi havalı yerler. Daha sonra Avrupa şehirlerinin arka sokaklarındaki küçük müzeler, bana müzelerin de tek tek bireylerin hikâyelerini anlatabileceğini hissettirdi (tıpkı romanlar gibi). Louvre, Metropolitan, Topkapı, British Museum, Prado gibi yerlerin insanoğlunun büyük zenginliği olduğunu hiç unutmuyorum. Ama bu büyük anıtsal hazinelerin geleceğin müzeleri için örnek olmasına karşıyım. Müzeler, özellikle hızla zenginleşen Batı dışı ülkelerde ortaya çıkmakta olan yeni ve modern insanın dünyasını, insanlığını araştırmalı ve ifade etmeli. Oysa devlet destekli büyük müzeler insanı değil, devleti temsil etmeyi hedefliyor. Bu, iyi ve masum bir hedef değil.
Düşüncelerimi bir sırayla ifade edeyim:
1. İmparator ya da kral saraylarının halka açılmasıyla şekillenen ve vazgeçilmez bir turistik ziyaretgâh ve milli bir simge halini alan Louvre, Hermitage gibi büyük milli müzeler, milletin hikâyesini (yani tarihi) bireyin hikâyesinden çok daha önemli kıldı. Oysa tek tek bireylerin hikâyesi, insanlığımızı bütün derinliği ile ortaya koymak için daha uygun.
2. Saraylardan milli müzelere geçiş ile, destanlardan romanlara geçiş arasında bir paralellik olduğunu görüyoruz. Evet, eski kralların kahramanlık hikâyeleri olan destanlar, onların yaşadığı saraylar gibidir. Ama milli müzeler romanlar gibi değiller.
3. Bir topluluğun, cemaatin, takımın, milletin, devletin, halkın, bir kuruluşun, şirketin, bir cinsin tarihini anlatmaya çalışan müzelerden bıktık, yorulduk. Tek tek bireylerin, sıradan hikâyelerinin bütün büyük toplulukların tarihinden daha zengin, daha insani ve çok daha mutluluk verici olacağını hepimiz biliyoruz.
4. Sorun Çin, Hint, Meksika, İran ya da Türk tarih ve kültürlerinin ne kadar zengin olduğunu anlatabilmek değil. (Elbette bu da yapılmalı, ama bu zor değil.) Zor olan, bu ülkelerde günümüzde yaşayan tek tek insanların hikâyesini aynı zenginlik, derinlik ve güç ile müzelerde anlatabilmek.
5. Bana göre müzeler, bir devleti, milleti, şirketi, belirli bir tarihi vs. iyi temsil edip edememeleriyle değil, tek tek bireylerin insanlığını ortaya çıkarıp çıkaramamalarıyla ölçülmeli.
6. Müzeler daha küçük, daha bireysel ve daha ucuz olmalı. Ancak böyle, tek tek insanların hikâyelerini ifade edebilirler. Büyük kapılı büyük müzelerde, insanlığımızı unutup devleti ve kalabalıkları hatırlamaya çağrılıyoruz. Bu yüzden Batı âlemi dışında milyonlarca insan müzelere gitmekten korkuyor.
7. Günümüz ve geleceğin müzelerinde sorun devleti temsil değil, insanı ortaya çıkarmaktır. Bu insanın yüzyıllardır acımasız baskılar altında olduğunu da unutmayalım.
8. Büyük anıtsal, sembolik müzelere giden para ve kaynaklar, tek tek insanların hikâyelerini anlatan küçük müzelere gitmeli. Bu kaynaklar, insanları kendi küçük evlerini ve hikâyelerini “müzeleştirmeye” teşvik edip onlara destek olmalı.
9. Eşyalar çevrelerinden, sokaklarından kopartılmadan kendi doğal evlerine hüner ve dikkatle yerleştirilirse, zaten kendi hikâyelerini anlatırlar.
10. Şehirlere, mahallelere hükmeden anıtsal binalar insanlığımızı ortaya çıkarmıyor, tam tersi onu eziyor. Daha insani olan; mahalleyi, sokakları, çevredeki evleri, dükkânları, her şeyi serginin bir parçası haline getirecek mütevazı müzeler hayal edebilmek!
11. Müzelerin geleceği evlerimizin içindedir.”

7 Mayıs 2012

Masumiyet Müzesi


Hem nitelik hem de nicelik olarak yoğun bildiri akışı içinde gerçekleşen iki günlük Masumiyet Müzesi Sempozyumu sonrası, aldığım notların hepsini burada paylaşmaya imkân yok. Ama sunumunu merakla beklediğim iki konuşmacıdan biri olan Talat Parman’ın yaklaşımından yola çıkarak, elbette kitabı okumuş olanlar için, orada imkân olmayanı burada deneyebilir ve bir soru sorabilirim.
Psikiatrist ve Psikanalist Talat Parman, “Nedir Kemal’in Hastalığı?” başlıklı konuşmasının hemen girişinde: “Babasının ölümünden hemen sonra ‘Nihayet annemle yalnız kaldık’ cümlesinden yola çıkarak, Kemal’in, çözülmemiş bir ödipal karmaşanın içinde olduğunu söylemek, insan ruhsallığının karmaşıklığı düşünülünce, aceleci ve yüzeysel bir açıklama olur,” dedi. Parman, Freud’un 1914 yılında yazdığı “Yeniden Anımsama, Yineleme ve Özümseme” isimli kitabına yaptığı atıfla, bellek üzerine şekillendirdiği konuşmasına, “eşya/müze”nin çağrıştırdıklarının tam tersine işaret ederek şöyle devam etti: “Anımsamama hastalığı! Anımsamak yerine hiç unutmamaya çalışarak yeniden yaşamaya çalışmak. Bunlar, anlar yerine içselleştirilmemiş yaşantı izleridir. Yineleme de anımsamanın tersidir. En önemli olan anımsanamaz. Yinelemede ızdırabın izi vardır. Canla başla yaşanılanı yinelemek. Bu patolojinin özgün bir örneğidir. Yineleme, yıkıcılığa eğilimin ilk aşamasıdır.”

Romanda Kemal’in tekrar tekrar yaşadığı ızdırabın/hazzın yinelenmesinden yola çıkarak, bizi baba ve oğlun aynı “kaderi” paylaşıyor olduğu ilüzyonundan kurtaracak bir başka yineleme/aktarıma bakılabilir mi? Her ne kadar Ayşe Düzkan, konuşmasının sonunda bu benzerliği romanın en masum noktası olarak adlandırsa da, bana göre en ürpertici ve derinlikli bağını oluşturuyor:
“Çok çok acı çekiyordum. Ağabeyin evlenmişti. Sen Amerika’daydın. Ama tabii acımı annenden saklamaya çalışıyordum. Hırsız gibi bir köşede gizli gizli acı çekmek de bir başka acıydı.
…Bir otelde aile taklidi yapar gibi yaşıyorduk. Acımın hiç dinmek bilmediğini, böyle giderse delireceğimi görüyor ama yapmam gereken şeyi bir türlü yapamıyordum. Aynı günlerde, o da çok kederliydi; bana kendisine evlilik teklif eden bir mühendis olduğunu, ben karar vermezsem bir başkasıyla evleneceğini söyledi. Ama ciddiye almadım.
…Onun İstanbul’da bir yerde yaşadığını, gazeteleri açıp benim okuduğum haberleri okuyup benim seyrettiğim televizyon programını seyrettiğini hayal edip onu hiç görememek beni çok üzüyordu. Bütün hayatın nafile olduğu duygusu üzerime geliyordu.”
Kemal, babasının hikayesi ve dilini, özellikle “sanki hayatımın merkezi dağılmış, geçmişim dünyaya gömülmüştü” diyerek anlattığı babasının ölümünden sonra, yoğun biçimde tekrarlamıyor mu? Üstelik babasının acısı ile Füsun’un acısı iç içe geçmişken.

Kaydı, müzede, romanın her bir bölümü için ayrı olarak düzenlenen vitrinlerden, ilgili bölümle, yani “Babamın Hikayesi: İnci Küpeler”le görselleştirerek bitirmek istedim. “Katalog/Kitap”ta şöyle yazmış Orhan Pamuk: “Vitrinin üzerinde duran büstü, romanı daha yazmaya başlamadan, 1999 kışında Çukurcuma’daki eskici dükkânlarının birinin soğuk ve tozlu bodrumunda kendi kedime eşelenirken buldum ve hemen satın aldım. Heyecanlı ve hevesli bu ilk dönemimde hikaye daha kafamda tam ortaya çıkmış değildi. Sırf o anda hoşuma gittiği için satın alıp daha sonra hikâyenin parçası yapamadığım için müzeye de koyamadığım at arabası lambaları, gaz saati gibi pek çok eşyanın tersine bu eşyanın Kemal’in babasının büstü olduğunu kısa sürede kavradım ve ikincil kahramanı anlatırken yüzünü bu büstteki gibi hayal ettim. Kemal’in babasının romanda anlattığı aşk hikâyesindeki genç kadının gençlik fotoğrafını ise hikâyeyi yazdıktan sonra buldum. ‘Arkada gemi fotoğrafı’ var diye korunmuş ve eskicilerden gelmiş fotoğrafları hızlı hızlı elden geçirirken, gemilerden çok kızın hüzünlü yüzü takıldı aklıma.”
Peki bu iki yüz, sadece farkında olmadıklarımızı hatırlatmak için, Füsun ve Kemal'e ait olabilir mi?

2 Mayıs 2012

Anne Öldürdü, Baba Yedi!


Geçtiğimiz sene haziran ayında, Kitap-lık Dergisi’nde bir öykü okumuş ve benzer etkiye sahip bir fotoğrafla yan yana blogda paylaşmıştım. 
Edebiyatla ilişkisi son derece sınırlı bir insan olarak “Çığlık” sanırım her şeyden çok, tıpkı diğer kayıtlar gibi, bir gösteren işlevi gördü. Bütünün, devam eden sürecin bir parçasıydı. 
Şenay Eroğlu Aksoy, bu öykünün de yer aldığı ilk kitabını geçtiğimiz aylarda Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkardı. Zaman zaman blogun vesile olduğu mutlu karşılaşmalardan biri olarak, imzalı bir kopyasını da bana gönderdi. 
Dün kuzenim Tuba Biret Ertan'ın bahsettiği başka bir kitapla, Abis isimli öyküsünün hemen girişini hatırladım:  
“Bahçemin yanı başında yatar ölülerimiz. Uysal, kıpırtısız. Babam en yaşlı servinin altındadır, annem onun yanında. Bizim buralarda ayırmazlar aileleri, yaşarken sarılamayan yaralar, toprakta küllensin diye koyun koyuna yatırırlar annelerle kızları, babalarla oğulları. Kimi zaman mezarlığa girer, taşların aralarında dolanırım; sarı arsız otlar uzamıştır her yanda. Benim mezar yerimse, çekilmiş bir diş yeri gibi çökük, babamın yanında.“
Bu çağrışıma aracılık eden diğer kitap ise, maalesef sadece kapağı ve özellikle başlığı ile konuk oluyor bloga. 40 masalın yeniden yorumlanmasından oluşan bu derleme, elbette orjinallerini de okumayı zorunlu kılıyor. Kitaba ismini veren masal Grim Kardeşler'e ait. The Juniper Tree. Alissa Nutting'e ait yeni versiyonunu okumak için kitabı edinmek gerekiyor ama üvey oğlunu öldüren ve babasına yediren bir annenin "masalını" internetten bulmak mümkün: 
“My mother she killed me, My father he ate me, My sister, little Marlinchen, Gathered together all my bones, Tied them in a silken handkerchief, Laid them beneath the juniper-tree, Kywitt, kywitt, what a beautiful bird am I!”