27 Ocak 2012

Yapay Penis


Bu kaydı, İstanbul için yapılan yoğun kar yağışı uyarıları sonrası, geçtiğimiz sene gördüğüm en yoğun kar yağışını hatırlayarak giriyorum. Kış dağcılığı eğitimi için, üyesi olduğumuz Yıldız Teknik Üniversitesi Dağcılık Kulübü ile gittiğimiz Kartalkaya’yı, yaklaşık 14 saat boyunca süren ve çadırdan çıkmayı zorlaştıran tipiyi, buz tutan ayakkabı bağcıklarını, taşlaşan ekmekleri, karın eğdiği polleri, rüzgârın sesini…
Kış ya da yaz aylarında gerçekleştirilen herhangi bir dağcılık faaliyetinde, kamp atılacak yer seçildikten sonra yapılan ilk iş, içme suyu oyarak kullanılacak kaynakla, tuvalet için belirlenen alanların ayrılmasıdır. Böylece herkes aynı yerden içer, hep birlikte aynı yere de işer.
Doğada/ya işemek, kadınlar için bir kaya parçası ya da çalılık bulmak, bir ağaç arkasına saklanmak, uzaklaşmak, haliyle daha uzun yürümek demek. Erkekler içinse sınır yok; görünmediklerini düşünmeleri için arkalarını dönmeleri yeterli!
Niyetim, şiddetli bulduğum bu alan paylaşımını tartışmak değil. Yanda resmini gördüğünüz bir nevi yapay penis üzerinden, teorik çerçevesini buraya taşımanın zor olduğu penis kıskançlığı (penis envy) üzerine düşünmek. Benim kendim için çizdiğim bir diğer çerçeve, bu sembolik penis etrafında, aşağıdaki ifadelerde rastlayacağınız gibi kendi üzerine işemek, korkudan altına işemek gibi diğer somut durumları soyut bir alana taşımakla sınırlı. Feminine Urinary Director olarak isimlendirilen bu nesne ile ilgili, Amazon ve REI aracılığıyla özenle seçtiğim kullanıcı yorumlarını, bu kaydı okuyan herkes dilediği gibi yorumlayabilir elbette. Türkçe çevirisini, ifadelerin tonunu cılızlaştıracağı için yapmadığımı da belirtmeliyim:
  • This is a product that has literally changed my life. I'm an avid concert / festival goer (my husband is a musician) and HATE the thought of using the porta-potties. I tried other products (urinelle) and had good luck sometimes and other times peed on myself (I know, classy). This product is perfectly shaped and makes it so easy! I walk out of the bathroom feeling liberated. Girls, seriously you have to try this!
  • This product works great! It can be kind of odd at first so practice at home first. When I first tried it out, I felt like a man with an enlarged prostate. I couldn’t get anything to come out for a minute or two, but then when I got used to the idea it worked well, the only thing is make sure you lean forward and make sure all the liquid is out of the device when you take it out. If there is still liquid in it, when you take it out you might get pee on your leg, as I did my first time! But after I figured out that I have no problems what so ever and it works great!
  • This product is fantastic. If you've ever gone to a street festival with lines of porta-potties or flown on an airplane and had to squeeze into a too small space, this is the solution for you. Not only does it fold to fit in your purse but it works! No more hovering... No more balancing acts... Get your p-mate and your public potty problems are in the past!
  • I love it! I'm in the military and have deployed to both Iraq and Afghanistan and when you're on a mission it just doesn't make sense to "pop a squat" Especially wearing body armor. Besides, who wants to be caught with their pants down when the bullets start to fly? I had to purchase my own but my unit now issues them to all females. This has saved my bladder and dignity several times!
  • This product is something we women have needed since the beginning of time. Because peeing accurately and conveniently is about the only thing that men can do better than women, the freshette equalizes things so that anatomy is not destiny, at least in this regard.
  • Okay, I felt really bad for my sweetie because she really hates using public restrooms, especially in campgrounds and porta-potties. She said she envied me because I didn't have to sit to pee. She also hated leaving our VW Bus in the middle of the night to make a restroom trip and was jealous of the fact that I could just use a jug and never have to leave!
  • Just went kayaking this weekend, and used my Freshette three times. I was particularly happy to have it because each time I had to pee, I was surrounded by poison ivy. I read all the previous comments, and I was surprised that some people said they couldn't do it right, that it was messy to use. The first time I tried it was in my own bathroom, with a towel on the floor just in case. No problems, no drips, and it made me laugh to be able to stand there in front of my toilet just like a man!
  • This product is so cool! I can't believe I waited so long to get one. It makes bathroom breaks in the backcountry less worrisome. No leaks! It is very easy to use. I felt a little uncomfortable about using it at first, but all worries vanished once I tried it. Now I won't go hiking without it!
  • Finally we can pee standing up!

24 Ocak 2012

Kısırlık


Bugün, yaklaşık bir sene önce okuduğum ama kadın bedenine ilişkin son iki kayıttaki içeriğin hem çağrıştırdığı hem de örtüştüğü bir doktora tezini paylaşmak istiyorum. Kendi annelik arzularını sorguladığı dönemde, çalışmasını anne olamayan kadınlar üzerine kuran İrem Erdem Atak, “Açıklanamayan İnfertilitede Kadınlık ve Anne-Kız İlişkisinde Anneliğin İletimi” başlıklı araştırmasıyla konuk oluyor bloga. Atak, bilinç düzeyinde yoğun olarak bahsedilen çocuk sahibi olma arzusuna ve organik herhangi bir engel olmamasına rağmen gebe kalamayan 30 kadınla yüz yüze gerçekleştirdiği araştırmasını, psikanalitik kuram çerçevesinde değerlendirmiş; kısırlığı, bu kadınların bilinçdışı süreçlerini anlamak amacıyla bir semptom olarak ele almış:
“Gerçek bebek annenin kollarındaki bebektir; ancak onun öncesinde annenin zihninde hayal edilen bebek vardır. İşte tasarımlardan oluşan bu ruhsal dünya, sadece dünyaya gelmiş olan bebekle etkileşimi değil, doğumdan ve hatta bebek oluşmadan önceki düşlemleri, korkuları, rüyaları, çocukluk anılarını, ebeveynleri ve gelecekle ilgili beklentileri de içermektedir. Bebek sahibi olmak, bilinçdışında da önemli bir çalışmayı gerektirmektedir.
…Kısır kadınlar çocuk sahibi olma arzularında bir anlamda bilinçdışında iyi anneyi aramaktadırlar. Çocuk sahibi olmaktan bahsederken, bir yandan da bunun ne kadar korkutucu bir duygu olduğunu vurgularlar. Kadınlar, kendi olumsuz anne imgelemine karşı çocuk sahibi olmak istemektedirler. Gelmesi beklenen çocuk, kadını kendi annesine karşı savunacak kalkan durumundadır. Tüm boşluğu, kayıp duygusunu ve yalnızlığı dolduracak ve kadının geçmişini tamir edecektir. İşte bu dürtüsel şiddete karşı kısırlık semptom olarak ortaya çıkıp üstün gelmektedir.”
Atak, araştırması için projektif yöntemlerden biri olan Rorschach Testi’ni kullanmış. Amaç, gerçeklikte annenin ve anneyle ilişkinin doğasını incelemek yerine, düşlemsel düzeyde annelerin hastaların ruhsal dünyasında nasıl bir yere sahip olduklarının anlaşılmasını sağlayabilmek. Zira hepsi için ortak bir ruhsal örgütlenmeden bahsedilemez. Ben de bunu göz önünde bulundurarak, testin, kişinin dış dünyaya ilk tepkisini ve anne imgelemine karşı aldığı pozisyonu gösteren ve yukarıda resmini gördüğünüz ilk karta verdikleri yanıtları sıralamak istedim. İlk nesnenin son derece “kötü” olarak düşlemlendiği ve haliyle özdeşim kurmayı olanaksız kılan bu atıfları, elbette tezin kavramsal çerçevesinden bağımsız düşünmeden sıralıyorum.  
“Bade, 33 yaşında, 8 yıllık evli: “Hep yarasaya benzetiyorum. Böyle kanatları şöyle kıvrık, yarasa gibi. Bunu başka şeye benzeten oluyor mu? Cadılar Bayramı’nda kabağın üstüne çizdikleri şeylere benziyor bu, Halloween’de. Bir de o yengecin elleri gibi, kıskaçları gibi biraz.”
Songül, 28 yaşında, 8 yıllık evli: “Bunlar da ne olabilir ki? Yarasaya mı benziyor neye benziyor, hayvan gibi ya. Ne böyle insan gibi de değil kanatları var... İnsan da değil bu ya, insan da olabilir ama kanatları var. Hayvan galiba. Uçak da olabilir ama değil. Kapkara bir şey. Siz bence bunu alın, benzetemedim doktor hanım. Arkasına bakayım belki bir şey yazılıdır, kanatları var sanki yarasa gibi bir şey. Yarasa hayvan da değil değişik bir şey yani. Eşim bunu yorumlar ben hiç benzetemedim. Ruh halim çok kötü. Yok yok hiçbir şeye benzemiyor.”
Halime, 27 yaşında, 5 yıllık evli: “Kelebek diyeyim buna. Sanki kelebeğe benziyor di mi? Bu arada kelebekleri görüyorum rüyamda belki o yüzdendir. Zorro’nun şalı var ya ona benziyor.”
Zekiye, 35 yaşında, 11 yıllık evli: “Tavuk görüyorum ve civcivler görüyorum. Böyle bir ağaç yapılır ya parmaklık gibi, oraya tutunmuşlar tavuklar, altta civcivler var. Bunlar da yeni doğmuş civcivler, ağızlarını açmışlar. İki insan öpüşüyor da olabilir. Fal gibi oldu bu. Bana fal bak derler hep, çıkar mı çok da bilmem ama.”
Zerrin, 24 yaşında, 5 yıllık evli: “Hiç üretme şeyim yok kafamda biliyor musunuz? Kuşa benzetiyorum bunu. Şunlara kanat diyorum, şu sırtındaki herhangi bir benek benek, şu kafası diyorum başka da bir şeye benzetemiyorum.”
Selma, 27 yaşında, 6 yıllık evli: “Hiçbir şeye benzemiyor gibi, ama kaya parçası. Uçan bir kuşa da benziyor.”
Necla, 34 yaşında, 15 yıllık evli: “Bu belkemiği gibi bir şeye benziyor. Sanki pöçük tarafı gibi bir şey geliyor bana. Bir hayvan olabilir mi? Yarasa gibi bir şey ona da benziyor, kahve falı bilseydim daha güzel benzetirdim.”
Kevser, 31 yaşında, 8 yıllık evli: “Uçak mı uçağa da benziyor. Şuradan uçağa benzettim. Kanatları var. Kuş da olabilir. Bu benim buralarım da olabilir kendim. Şurası rahim zannediyorum, buralarda yumurtalıklar olabilir.”
Nuran, 30 yaşında, 5 yıllık evli: “Ne bileyim bir yaratık, canavar gibi, yaratık gibi bir şey ya da ultrasonda rahme benziyor.”
Reyhan, 28 yaşında, 3 yıllık evli: “Bir hayvana benziyor ama kelebek mi desem yarasa mı desem, karışık bir şeye benziyor ama… Bir de şeye benzettim sağlıkçı olduğum için kemik, biraz pelvis yapısına benzettim, ama daha çok hayvana benziyor, şurada kıskaçları varmış.”

19 Ocak 2012

Menopoz


Aşağıdaki metni/metinleri, izlediğim bir program sonrası; meme, yalancı meme (emzik), biberon, sütyen, silikon gibi “nesneleri” kavramlaştırmak niyetiyle oturduğum bilgisayar başında, internet çağrışımları vesilesiyle buldum. Böylece Rahim/Tabut kaydının ardından, en azından benim için hiç de raslantısal olmayan bu başlığa ulaşmak, Birhan Keskin ve şiiri ile kulaktan dolma bir aşinalığın ötesine geçmek için bir fırsat oldu. Keskin, ”Türk şiirinde kadınsılığın biyolojik doğasını yansıtması açısından ilk şiir kitabı” olarak nitelendirilen Ba için verdiği bir röportajda, “Kırklı yaşlar bu kadar zor mu?” sorusuna şöyle cevap veriyor:
“Benim için zordu. 37 yaşımda hiç umulmadık ani bir menopozla karşılaştım. Daha kırk bile değildim. Ba o süreci anlatıyor işte. O durgunlaşmayı, durmayı, kalakalmayı, o şaşkınlığı, o hiç kıpırdamayan, dümdüz, göl gibi olan o hali anlatıyor. O yüzden, bedene dair çağrışımları var. Aslında yaşlanmak dışarıdan bakıldığı kadar zor bir şey değil. İlk yüzleşme anı, ilk bir iki yıl zordu tabii. Düşünsenize, başından beri hep sanki sizinle var olmuş olan, doğurmayı düşünseniz de düşünmeseniz de öyle bir yeteneğinizin bir şekilde olduğunu her ay size hatırlatan bir şey birden bitiyor ve bitmekle kalmıyor. O bir geçiş süreci ve o süreç sizi fiziksel olarak da ruhsal olarak da son derece zorluyor aslında.”
Veysi Erdoğan, 2007 yılında Yasak Meyve’de yayınlanan denemesinde Ba için şunları yazıyor:
“Türk şiirinde Birhan Keskin gibi kadının biyolojik yapısının ruhsal dengeye yansıması üzerine bir söylem geliştiren olmamıştır. Bu kitapta Keskin, huzursuzluğunu, yakınmalarını ve hüznünü; monopoz, monogam ve monolog kavramları etrafında kurarak, tekil bir söylemle ifadelendirir. Ba’nın ilk bölümü olan monopoz, diğer bölümlerin anlam çatısını da oluşturarak, şiirin temel meselesini üstlenir. İçeriye sıkışmış gerçeklik (kan), bedenin gediklerinden çıkamamakta ve sürekli olarak bedeni körelmeye maruz bırakmaktadır. Bundandır ki Ba’nın genel izleği, ‘ara bölge’ye hapsolmuş bedenin, içteki enkazı ‘dışarıya dökme’ ve ferahlama isteği üzerine kurulmasıdır diyebiliriz.
Durağanlık, artık üremenin olmadığı içsel bir karmaşayı doğurmuştur. Onun için bu büyük bir travmadır. Bu durumda sarsıntıya neden olan akışkanlığın yitimi, bedeni yoksullaştırmış, onu kısırlaştırmıştır. Kendi bedenine yabancılaşan Keskin; ayaklandırmak, göl, şimşek, gürül gürül, alev, sıçrayan su, Iguassu Şelalesi gibi ifadelerle içteki durgunluğu eski yapısına kavuşturmak isteğine kapılmaktadır. Bu durumda durgunluğun bir eziyete dönüştüğü Ba’da Eziyet şiiri, kadınsılığın yitimi üzerinden konuşur:
 

Ağaç duruyor
Yol da ot da.

Duran bir şey var bende,
ağaç gibi.
Onu ayaklandırıp, oradan oraya
gitmek zor.

Bende bir ağaç duruyor, bir ot
Eserse arada rüzgâr
Ağacın saçlarını o tarıyor.

Aşk ayaklandırmıştı bir kere
hatırlıyorum ama…
Şimdi rüzgâr şimdi güz
Ağacın dallarını zorluyor.


Geçmişin izinden gitmek, Ba’da ve Keskin’in diğer kitaplarında bir geleneğe dönüşmüştür. Arkaya bakmayı huy edinen bir özelliği vardır şiirlerinin. Fakat Ba’daki geri dönüşler, Keskin’in diğer kitaplarında olduğu gibi hafıza’ya değil, bedene yönelmiştir. Aradaki bu ince ayrımın ortak özelliği, iki şekilde de ruhun dağılmışlığına neden olmalarıdır.”
Bense geriye dönüp bakmanın, dağılmaya değil, bütünlemeye yaradığını düşünüyorum. Nitekim Birhan Keskin, diğer bir kitabı Yeryüzü Halleri’ni konuştuğu bir söyleşisinde, “Kendini didik didik eden bir süreç yaşadım. Kendimle çok ciddi olarak, profesyonel anlamda cebelleştiğim bir dönemdi. O süreçte pek çok şeye; insanın içinde biriken kuruma, pasa, komplekse, egoya, içeride biriken bütün artıklara dokundum, onların bazılarını dışarı boşalttım. Ondan sonra artık ben gözümü sonsuza dikip bakabilirim. Gözünüzü dikip baktığınız yerde kazanacaklarınız da var,” diyor.

16 Ocak 2012

Rahim/Tabut


Harun Atak, Spleen Fanzin için, son kısa filmi  “Entrechat“ı henüz tamamlayan Tan Tolga Demirci ile konuşmuş. Tamamına, surrealismus.blogspot.com  adresinden ulaşabileceğiniz röportajdan aşağıdaki alıntıları, kendi zihinsel kurgum çerçevesinde biraraya getirdim. Bir “gösteren” olarak daha önce de başvurduğum Demirci’nin ifadelerini, aylar önce yine aynı adreste görüp sakladığım fotoğrafla yan yana kullanmak istedim:
"Soru: Tabutunuz dev bir müzik kutusu olarak dizayn edilseydi orada neler çalsın isterdiniz?
Yanıt: Çocukluk döneminde saklambaç oynarken, yüzümü bir ağaç gövdesine dayayıp gözlerimi yumduğumda, sayıları tuhaf bir melodiyle mırıldanırdım. Hatta melodi hiç bitmesin diye mümkün olduğunca yavaş saymaya özen gösterirdim. Sonunda gözlerimi açar ve yumduğum ağaç gövdesinin annemin bedeniyle yer değiştirmiş olduğunu görürdüm. O an, tuhaf bir biçimde saklayacak ya da saklanacak hiçbir yerin kalmadığı gerçeğiyle yüzleşirdim. Tabutumda da bilincimin çok uzaklarında olan bu melodinin çalıyor olmasını isterdim. Sonuçta tabut da tıpkı ağaç gövdesi gibi hayata gözlerinizi yumduğunuz yer değil midir?
Soru: Kadınların yüksek topuk giymesini ve jeep gibi yüksek araçların tercih edilmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Yanıt: Kadınlar, tanrıya daha yakın olabilmek için yüksek topuğu tercih ediyor olmalılar. Jeep kullanan kadınlar için aynı şeyi iddia etmenin doğru olmayacağını düşünüyorum. Jeep'ler, ilksel cennet arketipinin yerini tutan güvenlikli bölgeler. Ne var ki size sunulmuş 'hazır cennet' mekânları sayesinde gerilemiş olduğunuz yer annenizin değil, kapitalizmin rahmi. Jeep'i tercih eden kadın, keşfedemediği kendi rahminin günahını, yitik cennet temsili olan arabasının içinde çıkarır.
Soru: Alfabetik Düşler'de M-arriage kısmında evliliğin tekdüzeliği ile Mc Donalds'ın imgesi M harfi arasında nasıl bir ilişki var?
Yanıt: Kapitalizmin oral dönemi olan Mc Donalds'ın, yiyerek içe alma dürtüsünü kışkırtmasına bezer biçimde, evlilik de merkezi libidoyu ahlaki anlamda manipüle ederek, onu, sözde duygusal-ekonomik sermayenin aile çatısında bir araya geldiği yerel bir merkez bankasına dönüştürür. 'M' harfi, harften öte bir sözcük, bir cümle ve tüketimi hedefleyen bir dürtü ile ahlaki bir kurum olan 'aile' arasındaki kapitone noktasıdır.
Soru: Kısa filmlerinizde yer alan sürrealist öğeler nasıl bir sürecin sonucunda ortaya çıkıyor, rüyalarınızın ve çocukluğunuzun bu sürece etkisi ne yönde?
Yanıt: Zihinsel anlamda kat ettiğim her yol, bir önceki yolda bıraktığım nesnelerle müthiş bir uyumsuzluk taşıyor. İmgenin ortaya çıkışı, tam da bu uyumsuzluk üzerinden kuruyor kendini. Nesnel gerçeklik ve düşsel gerçek arasındaki uyumsuzluk, kendiliğinden bir imge akışı olarak görselleşirken, çocukluk ve 'olgunluk' arasındaki uyumsuzluk, kurgusal bir öykünün tam kıyısında, sürrealizme hizmet eden bir yarık açıveriyor. Her ne kadar düşsel imge, 'kendiliğinden' bir teşhir gücüne sahip de olsa, akli olanla temsil edilen olgunluk sürecinin ayakta kalabilmesi için zorunlu bir takıntı olan 'estetik' algıyı, hiç de sürrealistlerin sevmediği şekilde bu imge zincirini manipüle etmek adına kullanıyorum.
Soru: Nasıl bir öykü okumak tedirgin eder sizi ve hemen filmini çekmek istersiniz?
Yanıt: Bana tekinsiz gelen, kendimi içinde konumlandıramadığım bir mekânın ya da 'yüz'ün kişisel tarihime olan apansız saldırısıdır. Böylesi bir yokluğun absürt bir nesne ya da olay örgüsü üzerinden kendi tekinsiz varlığını kurma zorunluluğu da yok aslına bakılırsa. Örneğin yalnızca 'meme'yi anlatan/gösteren bir romanda kendinizi O'nun yerine koymanız büyük ölçüde olasıdır. Ya da hiç bilmediğiniz dilde yazılmış bir öyküyü okurken dahi sözcüklerle aranızda bir fantezi alanı kurabilirsiniz. Sözüne ettiğim ve içinde 'ben'i taşımayan, 'ben' olamadığım tekinsizlik, tanıdık bir görüntünün, hiç tanımadığım yanılsamasını yaratan bir görünüme dönüşmesi ile mümkün olabilir ancak. İşte bu asla soyut olmayan görünümü, kaygı uyandıran ve beni yok sayan varlığına rağmen filmleştirebilmek isterdim."

12 Ocak 2012

Çekirdek ve Kabuk


En büyük, en geniş, en hızlı, en yıldızlı nesnelerle dolu Birleşik Arap Emirlikleri’nde, dünyanın en yüksek binası da Dubai’de. Doğal düzlüklerine ters orantılı biçimde yapay bir diklik. 2010 yılında, ziyaretçilerinin aşağı yukarı hareketine açılan Burj Khalifa, hem mekânla birlikte “inşa” edilen toplumsal cinsiyet algısı üzerine düşünmeye, hem de binaların sembolik ya da somut düzeyde uyguladığı şiddeti vurgulamaya müsait bir yapı. Fakat bugün, “İnşaata Girmek Yasaktır!” ve “Küçük İnsanlar” başlıklı kayıtlarda izleyebileceğiniz bu iki yaklaşımın aksine, bir önceki kayıttan yola çıkarak farklı bir değerlendirme öneriyorum. İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Bengü Cengiz Gök’ün, 2010 yılında sunduğu “Büyük Ölçekli ve Çok Fonksiyonlu Binaların Dış Mekânlarının Kent İle İlişkileri” başlıklı tez çalışması’nın ilk bölümünde yer alan büyüklük teorisinden hareketle, özellikle çekirdek ve kabuğu, Fatih Karahan’ın ifadeleriyle sembolik olarak ilişkilendirerek, duvarlaşan pencereler ya da pencereden duvarlar üzerine düşünmek istiyorum.
Burj Khalifa'nın dış cephesi için 26 bin cam panel kullanılmış!
Önce Gök:
“Büyük ölçekli binalar bir yüzyıldan beri inşa edilmelerine rağmen bu olgunun teorik altyapısı oluşmamıştır. Hollandalı Mimar Rem Koolhaas bu anlamda yaptığı çalışmada, ‘Büyüklük Teorisini’ beş görüş çerçevesinde ifade etmektedir:
1- Kritik büyüklükteki kütlenin ötesine geçen binalar ‘büyük ölçekli’ olarak anılırlar. Bu tip kütleler artık bir veya bir kaç mimarın çabası ile kontrol edilemezler. Çözümleri, bütünden ayrı çalışmayan fakat kendi içlerinde özerkliği olan parçalara bölünmeyi gerektirir.
2- Büyük ölçekli binalarda mimariden daha çok mekanik çözüm olan asansör ve buna benzer düşey sirkülasyon elemanları, konvansiyonel mimarideki boşlukları yeniden yorumlar. Kompozisyon sorunları, ölçek, oran, detay tartışmaya açıktır. ‘Büyüklük’ bağlamında mimarinin sanat içeriği işlevsizdir.
3- Büyük ölçekli binalarda çekirdek ve kabuk arasındaki mesafe büyüdüğü için cephe, içerideki fonksiyonu yansıtmaktan uzaklaşır. İç mekân ve mimari, farklı projeler olarak ayrılırlar; biri değişken program ve ikonografik ihtiyaçlara cevap ararken diğeri kente stabil/durağan bir görüntü sunar. ‘Büyüklük’ nedeni ile bina, işlevine ilişkin ipucu vermez ve kent içerisinde merak uyandıran bir kütle olarak algılanır. Görünen ile deneyimlenen aynı şeyler değildir.
4- Güzel veya çirkin olmasından bağımsız sadece boyut açısından bakıldığında bu tip binalar alışılmışın dışında (ahlaki açıdan sorgulanması gereken büyüklükleri vardır) bir etki alanına sahiptirler. Bu etki alanları niteliklerinden bağımsızdır.
5- Tüm bu yırtılmalar bütünü - ölçek, mimari kompozisyon, gelenek, şeffaflık, etik değerler- daha radikal bir sonucu işaret eder; ‘büyüklük’ ya da büyük ölçekli binalar kent dokusunun bir parçası değildirler, sadece bir arada yaşarlar.”
Sonra Karahan:
“Kendiliğin önemli ve belki de en temel özelliklerinden biri, varlık olarak kendini ötekilerden ayırabilme/kendini ayrı bir varlık olarak algılayabilme, bir anlamda içerisi (kendim olan şey) ve dışarısı (kendim olmayan şey) arasında bir ayrım yapabilme kapasitesidir. İçeriyi dışarıdan ayırmak/ayırabilmek, bir içeriye sahip olabilmek, bir içeri yaratabilmek olmak’ın/ varolmak’ın olmazsa olmazıdır! Duvarlar asıl bütünlüğü oluşturan, kendiliği asıl sırtlayan, içeriyle dışarısı arasında ve içerinin farklı işlevlerle bölünmesinde asıl ayrışmayı/netliği oluşturan yapılardır. Pencereler büyüdüğünde, bu, duvarların küçüldüğü anlamına gelecektir. 
…Büyük ve az örtük pencereler çağındayız artık. Bu, evlerimizin saydamlaştığı/saydamlaştığımız anlamına mı geliyor? Sanırım hayır! Hazzın narsistik işlenişi anlamına geliyor daha çok. Erotik mi? Sanmıyorum! Daha çok belki histerik!”

9 Ocak 2012

İçerisi ve Dışarısı

Yandaki fotoğraf, geçtiğimiz hafta yaptığımız seyahatin sürpriziydi. Abu Dhabi’de, Manarat al Saadiyat Kültür Merkezi’nin tam ortasına yerleştirilen 5,5 metrelik fotoğraf kabini, Inside Out Projesi için oradaydı. Bu dev yazıcıdan düşen “kendimizi” tutmakta zorlansak da, postere dönüşen fotoğraflarımızı itinayla taşıdık. Ben de bugün, hem kimlikle ilişkilendirilen içeriğinin hem de proje isminin çağrıştırdıklarını, uzun zaman önce okuduğum bir makaleyle birlikte kullanarak anlamlandırmayı uygun buldum. İç dünya ile özdeşleştirdiğim ev ya da sembolik ifadeleriyle pencere, blogda ilk defa yer almıyor. İçerisi (inside) ve dışarısı (outside) bu sefer, Fatih Karahan’ın “Mimarlık ve Psikanalizin Kesişim Noktası Olarak Ev ve Yer” başlıklı çalışmasından alıntılarla ters yüz (inside out) oluyor:
“Ruhsal yapılanmanın en önemli ilişkisinin anneyle kurulan ilişki olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ruhun çekirdeği bu ilişkinin tarafında/etrafında örülür. Anne nesnesi garip bir nesnedir! Diğer tüm nesnelerden farklı olarak, özneye dışarıdan belirmez. Anne, içinden çıkılan bir nesnedir. Dolayısıyla da anneyle kurulan ilişkide sınırlar biraz tuhaf, karmaşık özellikler gösterir. İçinden çıkılan bir nesne olarak da, ilk yeri temsil eder anne. Ya da, yer annedir. Ne zaman yer’den konuşsak, bilinçdışında anneyle kurulan ilişkiye de bir göndermede bulunuyoruz demektir. Yer, ilk yer, daha sonraki tüm yerlerle kurulacak ilişkilerin çekirdeği, bu çok özel nesne ve bu nesneyle kurulan yine çok özel bir ilişkiden oluşur. Yerden bahsettiğimizde, hemen yanına ‘ev’i de getirebiliriz. Yer ve ev insanoğlunun yaşam macerasının başlangıcında aynı noktaya, anne’ye çıkarlar. Önce rahim içine, sonra kucağa.
…İçinde yaşadığımız evler bizlerin ve ilişkilerimizin aynalarıdır aslında. Bizde ve/veya ilişkilerimizde ne varsa onu yansıtacaklardır. Dağınık evler, çok düzenli evler, tıkıştırılmış evler, nesne fakiri evler, bakımsız evler, aşırı gösterişli evler, soğuk evler, mat evler, içine kapanık evler, kibirli evler, ezen evler, ezik evler… Bütün bu tanımlamaların, ilk ilişkiden, anne’yle kurulan ya da kurulamayan ilişkiden bir şeyler taşıdığı/taşıyacağı açıktır. Çünkü eğer bir gönderen/gönderilen, belirten/belirtilen veya gösteren/gösterilen gibi yapısalcılığı da derinden belirlemiş göstergebilim diliyle konuya yaklaşacak olursak hiçbir şey tam olarak kendisi değildir. Ev de bir gösteren olarak olduğu şey olan evin dışında bir şeyi/şeyler zincirini gösterecektir. Ev, en arka/en arkaik katmanda ilk nesne olan anne’ye gönderme yapacaktır. Hem yaşanılmış gerçek anne’ye ve onunla kurulan ilişkiye, hem de bu gerçek annenin ötesindeki ideal anne’ye. İçinde yaşadığımız ev de hep bir ideal eve göre durmadan oluşan, tamamlanmaya çalışan ya da yine bu idealden dolayı dondurulmuş, askıya alınmış bir yer olacaktır.
…Evin bir başka gösterdiği şey, yaşamın ilk basamaklarından itibaren başlayıp/kendini gösterip yetişkinlikte olgunluğa erişen, kendilik alanı diye tanımladığımız olgudur. Ev, ben’dir. Kendiliğin önemli ve belki de en temel özelliklerinden biri, varlık olarak kendini ötekilerden ayırabilme/kendini ayrı bir varlık olarak algılayabilme, bir anlamda içerisi (kendim olan şey) ve dışarısı (kendim olmayan şey) arasında bir ayrım yapabilme kapasitesidir. Kendiliğin yansıma alanı olarak ev, öyleyse, içeriyi dışarıdan ayırmaya yarar. İçeriyi dışarıdan ayırmak/ayırabilmek, bir içeriye sahip olabilmek, bir içeri yaratabilmek olmak’ın/ varolmak’ın olmazsa olmazıdır! Temel olarak kapalıdır ev, kişi gibi. ilk hal/ilk durum, ev için de insan için de bir kapalılık durumudur. Dışarıyı içeriye hemen almaz; içeriyi dışarıya hemen açmaz ev de, insan da!
…Kapı, neyin dışarıya çıkacağının ve neyin içeriye alınacağının bir bakıma denetlendiği yerdir. Sınırın kapısıdır. İçeri ve dışarı arasındaki sınırın. Bizi/evi dış dünyaya açan yer olarak kapı; kapanabilmenin, kendini/kendiliği sürdürebilmenin olmazsa olmazı nesnelerden geçişin/geçme gerekliliğinin, nesnelere bir anlamda bağımlılığımızın gösterenidir. Pencerelerden farklı olarak, yaşamsaldır. Yaşamsallığını dile getirdiği yer dışarı doğru açılmasıdır. Önce dışarı açılır, nesneler bulur; sonra o nesneleri içeri taşır, içeri açılır! Öyleyse, yine içeri/dışarısı arasında bir açıklık olarak pencereleri nasıl anlamlandırabiliriz? Pencere/pencereler evin/öznenin gözleridir. İçeriyi korumanın yollarından biri, dışarıyı görmek/gözlemek/görerek kollamaktan geçer! Evin ve öznenin uyanıklık halidir pencereler/pencere gözler! Kapıdan farklı olarak, içeride kalarak dışarısı hakkında bilgilenmenin, imgeler yığınında dolaşmanın, dışarının anlamını içeriden çıkmadan yapmanın aracısı olurlar.”