28 Ocak 2011

Haremdeki Gerillalar

Guerrilla Girls (Gerilla Kızlar); ırk, cinsiyet, iktidar gibi kavramları, kadının temsili ve mevcudiyeti açısından eleştiren bir sanatçı kolektifi. 1980’lerin ortalarından itibaren toplumsal eylemlerini ya da kişisel performanslarını, goril maskeleri takarak gerçekleştiriyorlar. Röportajlarında da, hayatta olmayan kadın sanatçıların isimlerini kullanarak, anonim kalmayı sürdürüyorlar. Bu “kimliksizleşme,” elbette daha kuvvetli bir dil ortaya koyabilmek için yapılmış, bilinçli bir tercih.
Ben de, kadının TARİH boyunca biçimlenen algısının izini sürebilmek için, son zamanların güncel dizisi “Muhteşem Yüzyıl” üzerinden Topkapı Sarayı’na SIZIYORUM. Dizinin ilk bölümünü özenle tarayarak çektiğim bu fotoğrafta, resmi olarak da devletle özdeşleşen erkek iktidarı karşısında dans eden kadınlara, birer goril maskesi giydirerek zihinlerdeki haremlere itiraz ediyorum!
Show TV'nin tarihi uyarlaması Muhteşem Yüzyıl dizisinde, padişah karşısında dans eden cariyeler

25 Ocak 2011

Bir Çift Yıldız

AFGL 3068 isimli yıldız çiftinin ölen kızıl devi,
gerçekten büyük; 3 trilyon kilometre uzunluğunda
Astronom Phil Plait, Time Dergisi’nin referans verdiği Bad Astronomy adlı blogunda, 2010’un en iyi gökyüzü fotoğraflarını belirlediği kişisel listesini yayınlamış. Her birini birer sanat eseri olarak değerlendirdiği bu 14 fotoğrafı, profesyonel ya da amatör astronomlar tarafından çekilen yaklaşık 1000 fotoğrafın içinden belirlemiş. Listeye sadece “güzel” olanları değil, bilimsel bir hikâyesi olanları da koymak istemiş. İlk sırada yer almasa da, son derece dikkat çekici yandaki fotoğraf için de şöyle yazmış:
 “Uzun süredir bu işi yapıyorum. Galaksiler, gezegenler, gaz bulutları, yıldızlar… Hepsini gördüm, ama daha önce böylesine rastlamamıştım. Bu fotoğraf bana, gökyüzünün hâlâ sürprizlerle dolu olduğunu hatırlattı. Ne olduğunu okuduğumda, şaşkınlığım daha da arttı. Bu, ölen bir yıldızın, boşlukta dairesel izler bırakan tozlu rüzgârıydı. Yanında ışıl ışıl parlayan yıldızla, evrimini tamamlayan bu kızıl devin birbiri etrafındaki yörüngeleri neredeyse 800 yıldır sürüyor.”
Bu yıldız çiftinin; ölüm, yaşam, ayrışma, zaman, tükenme gibi kavramlar üzerine düşünmeyi mecbur kılan mevcut durumları, hikâyelerinin bilimsel boyutunu sanırım gölgede bırakıyor…

21 Ocak 2011

Bakış

1957 yılında, onuruna verilen bir yemekte Sophia Loren’in Jayne Mansfield’e bakarken çekilen bu fotoğrafını, bir sayfadan öbürüne atlarken, “internet çağrışımları” sayesinde buldum; tesadüf gibi görünse de, muhtemelen bir düşünceden başka bir düşünceye iz sürerken.
Genellikle “kıskançlıkla” etiketlenen ve karikatürleştirilen bu bakışı, katmanlarını tek tek soyarak, toplumsal cinsiyete sahip bir iktidar biçimi olarak yorumlamak mümkün olabilir mi? 
Hem Mansfield’e bakan Loren, hem de ikisine birden bakan bizler için…
Elbette benim yüklediğim anlamlarla sınırlı olamayacak bu fotoğrafa, gündelik hayata sızan ve kanıksanan kodlarla yüzleşme alanları açmak için bakılabilir. Simone de Beauvoir’ın dediği gibi, eğer kadın, doğulmayıp kültürel kurgular ve seçimlerle olunan bir şeyse, yeniden farklı biçimlerde kadınlığı kurmak da olanaklıdır.
Ben de,  Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Müge Özbay Aydoğan’ın, “Kadın Beden Kurguları ve Temsiliyet” başlıklı 2006 tarihli tez çalışmasından Laura Mulvey, John Berger ve Luce Irigaray’a ait aşağıdaki değerlendirmelerin, bu fotoğraftaki hayaletleri görünür kılmaya rehberlik edebileceğini düşündüm:
  • Bakmak bir iktidar konumudur. Bedenlerin şekillendirilmesine, eğitilmesine ve homojenleştirilmesine yol açar.
  • Etkin erkek bakışı, kendi fantezilerini edilgen kadın figürü üzerine yansıtır ve onu bu şekilde biçimlendirir.
  • İzleyen ve izlenen olarak ikiye bölünen kadın varlığı, yaşantısının her anında içselleştirdiği erkek bakışıyla kendi görünüşünü denetler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini bir nesneye – özellikle görsel bir nesneye – seyirlik bir şeye dönüştürmüş olur. Erkek bakışını ve dolayısıyla iktidarı içselleştirerek, bedenlerini ataerkil ötekinin gözünden yaşar ve kendini gözetim altında tutar.
  • Dişil olarak tanımlanan tüm tavırlarına kadar, iktidarı ve erkeğin bakısını içselleştirmiş olan kadın,  bedenini öteki tarafından gözetleniyormuş gibi deneyimler. Böylece aslında iktidarın etkisiyle oluşan bazı söylemler, arzular ve jestler, kadını yapan asıl öğelermiş gibi görünürler. Kendisini erkek özneyle özdeşleştirdiğinde ise, bir kat daha nesneleşmiş olur.

19 Ocak 2011

Hrant Dink

Adaletteki kara delik 4 yıldır büyüyor 
Aslı Yücel - http://aslininayakizleri.blogspot.com/
Uluslararası Af Örgütü'nün, "İnsan Onuru" kampanyası için hazırladığı bir destek çağrısı var. Bu metni zaman zaman Açık Radyo'da, Avi Haligua'nın sesinden dinliyorum.  O kadar kuvvetli ki, kendiliğinden görsel  formları olmasa da, sayılar ve kelimelerin bir araya gelince ne kadar çarpıcı bir fotoğraf ortaya koyabileceğini hatırlatıyor her seferinde:
"Bir yıl önce bir kadının, toplumdaki yoksulluğa karşı konuşmasını dinledim. Konuşmasında 25 kez sömürü kelimesini, 17 kez su kelimesini, 8 kez doktor kelimesini, 13 kez cinayet kelimesini, 12 kez ev kelimesini,  31 kez onur kelimesini ve yalnızca bir kez para kelimesini kullandı. Yoksulluk yalnızca para sorunu değildir; insan hakları sorunudur.”
Bu sebeple, tam da BUGÜN, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na bakmak istedim. Sürekli tekrarlanarak döngüye sokulan kelimeleri görmek, çoğaltılan kelimelerle harekete geçen mekanizmayı anlayabilmek için. O mekanizma ki, kendinden olmayan herkesi yutuyor: 
  • Kanun - 386 
  • Madde - 284
  • Yasa - 234
  • Türkiye - 188 
  • Türk - 49 
  • Vatandaş - 26
Vatandaşın sadece Türk olarak tanımlandığı bu anayasa, yalnızca kurallar bütünü değildir; aynı zamanda temel hak ve özgürlükler meselesidir!

17 Ocak 2011

Duvar

Kendi görsel dünyasını The New Yorker, The New York Times Magazine gibi dergilerde paylaştıktan sonra, geçtiğimiz senelerde ailesiyle birlikte doğduğu kent Almanya’ya dönen grafik tasarımcısı Christoph Niemann’ın, The New York Times’ın internet sitesinden takip edebileceğiniz blogundan bir alıntı yapmak istedim bugün. Bir röportajında “işaretlerin, sembollerin, tabloların görsel diline duyduğu hayranlığı” ifade eden Niemann, 11 senenin sonunda döndüğü evinde, en iyi bildiği dili, bu kez kendi kişisel hikâyesini anlatmak için kullanıyor. Ben içlerinden kendi iç dünyamdaki seslerin, hareketlerin, duygu ve düşüncelerin bir karşılık bulduğu “Over The Wall”u seçtim. Diğerlerine kıyasla, her bir kareye eşlik eden yazılara, en çok bu çalışmasında ihtiyaç duymuş görünüyor.
Christoph Niemann, Over The Wall
  • 9 Kasım 1989’da Berlin Duvarı yıkılıyordu; bense televizyonun karşısında şaşkındım.
  • Duvar her zaman oradaydı. 18 yaşımın bakış açısıyla, sanki hep de orada olacaktı. O kadar şaşırtıcıydı ki, haberler sanki Avrasya ve Kuzey Amerika kıtaları bir gecede, tersine istikamette birbirlerine doğru hareket etmiş de, bundan böyle Hamburg ve Boston arasında rahatça yürünebileceğini bildiriyordu.
  • Milyonlarca insan sokaklardaydı. Duvarın üstünde dans edenler, tanımasalar da birbirlerine sarılanlar, hem gülen hem ağlayanlar… Daha duygusal bir sahne olamazdı.
  • Bölünmüş Berlin’i en son 1988 yılında ziyaret etmiş, şehrin ürkütücü absürtlüğünü iliklerime kadar tecrübe etmiştim. Batı’dan bindiğiniz metro, çok canlı hatırladığım Doğu’daki 23., 28. ve 33. caddedeki hayalet istasyonlarda durmuyor, yavaşlıyordu. Bu kısa sürede ağır silahlarla donanmış “düşman” askerlerle göz göze geliyor, yolculuğunuzun sonunda meydana çıkıyor, sanki hiçbir şey olmamış gibi simit ve gazetenizi alıyor, yolunuza devam ediyordunuz.
  • Döndüğümüzden beri evin onarım çalışmaları bir türlü bitmediğinden ve pusetinde uzun yürüyüşler yaptığında ancak sakinleşen huysuz bir bebeğimiz olduğundan, yeni yaşam alanımızı bol bol keşfetmeye çıkıyorduk. Duvar için yapılan anıtın üstünde yer alan fotoğrafları, bu zamanların birinde gördüm. Evleri ve her gün kullandıkları kaldırımları arasında bir sabah uyandıklarında dikenli teller gören ve sahip oldukları her şeylerini, ailelerini ve arkadaşlarını bırakıp, Batı tarafına geçmek için pencerelerden atlayan insanların fotoğraflarını. Alt katlar duvarla örülünce daha yükseklere çıkıp atlayanları. Ida Siekmann, 59. yaş gününden bir gün önce, 22 Ağustos 1961’de apartmanının 3. katından atlayıp tam da burada ölmüştü. O, duvarın ilk “resmi” kurbanıydı. Bense, sadece birkaç saat uyuyabildiğim ve bir türlü bağlanamayan internet için sızlanıyordum!
  • Bugün restoranlar, dükkânlar ve galerilerle çevrili bu alan, sahne olduğu dramı anlamayı zorlaştırıyor. Çocuklarla birlikte oynadığımız kum havuzunun birkaç adım ötesinde, 57 kişi açtıkları tünelle kaçmayı başarıyor. Bir diğer fotoğrafta yeni evli bir çift, tellerin arkasından el sallıyor yakınlarına. Sonra kendi ailelerimizi düşünüyorum, torunlarını görebilmek için sadece bir trene atlamalarının yeterli olduğunu.
  • İlk zamanlarda dikenli tellerle belirlenir sınır. Hatta Doğu Alman Ordusu’ndan 19 yaşındaki Conrad Schumann’ın bu sınırı korumakla görevlendirildiği sırada, koşarak tellerin öteki tarafına geçişi, en dramatik fotoğraflardan biridir. Yakın zamanda fark ettim ki, ben de burayı sıklıkla “koşmak” için kullanıyorum!
  • 28 yıl boyunca Berlin Duvarı, dünyanın en korkutucu ve geçilmez sınırı oldu. Bugün ise yerinde, renkli tuğlalarla döşenmiş, duvarın eskiden nerde olduğunu işaretleyen bir iz var. Ne zaman bisikletimle bu yapay “yara”nın üstünden geçsem, gözlerimi kapatıp, bu küçük ve aciz tümsek için şükrediyorum.

13 Ocak 2011

Az Kısalt

Geçtiğimiz sene, tam da bu sıralarda açılan ama gerçekleştiği tarihlerde görmediğim bir sergiden bahsedeceğim. İstanbul 2010 - Avrupa Kültür Başkenti kapsamında hazırlanan “Fotoğraf Geçidi 2010” sergilerinin beşincisinden.
Aslında Fototrek Fotoğraf Merkezi’ne yaptığım ziyaret sonrası, kapının hemen girişinde duran “Sergi Okumaları” kitapçığını almasaydım, “Az Kısalt - İstasyon Berberi Cavit” başlıklı bu sergiden haberdar olur muydum bilmiyorum, zira Yusuf Darıyerli’nin fotoğrafları, “hiçbir gazeteye çıkmamış, hiç kimse gidip onunla röportaj yapmamış.”
Darıyerli, Cavit Bey’le 4 sene kadar önce, berber dükkânının önünden geçerken tesadüfen tanışmış:
“Dışarıdan bir fotoğraf çekmek niyetindeydim. ‘Buyrun içeri girin,’ dedi Cavit Bey. Oturdum, sohbet ettik. Dükkânın içinde gözümü gezdirirken, o mekânın hakikaten özel bir yer olduğunu fark ettim.  Onun onayıyla, İstanbul’da yaşayan bir birey-zanaatkâr-sanatkâr olarak Cavit Bey üzerine bir sergi kurgulayabileceğimi düşündüm.”
Fotoğrafların önce siyah beyaz olmasını düşünmüş. Fakat çalışma başlayınca, kendine özgü bir fon oluşturan duvarı ve etraftaki nesnelerin birbirini tamamlayan renkleri yüzünden fikrini değiştirmiş. Yedikule Tren İstasyonu’nun ve şimdi terk edilmiş haldeki tren bakım atölyesinin hemen karşısında bulunan 8 metrekarelik bu dükkânı, 1 sene içinde yaklaşık 25 kez ziyaret etmiş. Kimi zaman müşteri, kimi zaman arkadaş olmuş. Bazı günler hiç fotoğraf çekmemiş ama her seferinde izlemiş:
“Fotoğrafı kullanarak, bizi kuşatan bu dünyada fotoğraf yoluyla çok şey yapılabileceğine inanıyorum. Bence yaşadığımız dünyada bir temsiliyet şansı var; etrafımızdaki şeylerde bizi meşgul eden soruların, duygu ve düşüncelerin karşılığını bulabiliriz. Biz ancak içselleştirebileceğimiz ve bize yakın olan konular ve olgular üzerine fotoğrafça bakabiliriz.”
Tıpkı bu sergiye ait internette bulunabilen çok az fotoğrafın içinden benim, yukarıdakinden uzun süre gözlerimi alamamam gibi. Çünkü her fotoğrafın insanın iç dünyasında karşılığını bulan bir arka planı var.  
Bir koltuk ve bir ayna… Öncesi ve sonrası arasındaki farkı belirgin kılan, şekillendiren ve zaman zaman acıtan bir makas… "Kafamızdaki yüklerden" kurtulmak için başka ne gerek!

11 Ocak 2011

Mutlu Mezarlık


Evimin hemen yanında bana çarpan,
ölümüme sebep olan, 
tüm ailemi acıya terk eden taksi şoförü, 
bütün dünyada bula bula Sibiu’yu mu buldun? 
Cehennemde yan!
Romanya’nın kuzeybatısında, Sapanta adında, yaklaşık 5000 kişinin yaşadığı bir kasaba.
Çekim merkezi haline gelmiş bir mezarlık.
Ellerinde kameralarla, “sakinlerinin huzur içinde uyumalarına izin vermeyen” bir kalabalık. 
Her biri ölen kişinin hikâyesinden izler taşıyan, kimliğe dönüşmüş mezar taşları/ağaçtan yapılmış haçlar.
Kiminin neden öldüğü resmediliyor, kiminin iyi anları, kişisel özelliği ya da işi… Halı dokuyanlar, ekmek yapanlar, odun kesenler, tarla sürenler, koyun güdenler, müzisyenler, kasaplar, masa başındaki öğretmenler, alkolikler!
Resimlere yazılar/şiirler eşlik ediyor; artık yaşamayan bu insanlar, birinci ağızdan anlatıyor!
Geçtiğimiz akşam, göz ucuyla takıldığım bir belgesel vesilesiyle, zorunlu bir karşılaşma/tanışma oldu benimki. Uzun süre anlam vermeye çalışarak okudum mezarlıkla ilgili bulduğum metinleri. Burası, “ölümü trajik bir son olarak algılamayan” insanların “mutlu” mezarlığıydı. Gheorghe Pop ise, biri öldüğünde kapısı çalınan ilk kişi.
1930’larda başladığı bu işi, şimdilerde müze olarak ziyaret edilen evinin hemen arkasında, yetiştirdiği öğrencilerin halen çalıştıkları küçük atölyesinde, ölene kadar sürdürmüş. Çiftçilik de yapan Pop, küçük yaşta babasını kaybetmiş; annesinin hastalığı yüzünden de okula gidememiş. Küçük mobilya ve dekorasyon işleri, bu yöne evrilmiş!
Nasıl bir resim yapacağına ve bu resmin ne söyleyeceğine kendi karar vermiş hep. Yazdıklarına itiraz eden bir aile üyesi de çıkmamış:
"Yazdıklarım bir insanın gerçek öyküsü. Eğer içiyorsa içiyordur, eğer çalışmayı seviyorsa çalışıyordur. Burası küçük bir kasaba. Gizli yoktur buralarda.”
Adım Gorba Mihai. Burası benim uzandığım yer. 
Bir manastırda büyüdüm. Her gün tanrıya dua ettim.
Kimseye zarar vermedim. 
Bir eş ve aile kurmanın zamanı geldiğinde,
bu kasabaya geldim. Vasileanu’nun damadı oldum. 
Yapmaktan en çok hoşlandığım şey, 
akşam başlayıp ertesi güne kadar içmek. 
Acılarımı böyle unutuyorum.
  • "Burada yatıyorum. Adım Stefan. Yaşadığım sürece içmeyi sevdim. Karım beni terk edince, üzgün olduğum için içtim. Sonra mutlu olmak için daha çok içtim. Bir süre sonra karımın beni terk etmesi o kadar da kötü değildi; çünkü arkadaşlarımla içtim. Çok içtim ama hâlâ susamış hissediyorum. O yüzden dinlendiğim bu mekâna gelen kimse, bir şişe şarap bırakırsa sevinirim.”
  • "Adım Pop Toader. Bardağımda içki, klarnet çaldım. Yaşadığım sürece sürekli yemeği ve içmeyi düşündüm. Bir de klarnet çalmayı… Zavallıydım; çünkü eşimi kaybettim. Ama sizin için neşeyle şarkı söylüyorum, kendime söylediğim gibi değil."
  • 1977’de hayatını kaybeden Gheorghe Pop, kendisi için de bir tane yapmış: “Dinleyin beni, söylediklerim yalan değil. Kimse için kötülük dilemedim. İyilik isteyen herkesin yanında oldum. Fakir dünyamda, hayat zordu. Burada, ailemin yanında dinleniyorum. Askere gittikten sonra kendime bir araba aldım, bütün ülkeyi dolaştım; pek çok arkadaşım oldu. Şimdi bu dünyada çürürken, gençliğimi iyi yaşadım diyorum.”
Tarihleri yazsa da, kimin hikâyesinin nerede başlayıp nerede bittiğini bilmeye imkân var mı? Başkalarının acıları ancak kendi acımızı örtmez mi? Çünkü, istediği kadar küçük ve gizli olsun, bilebileceğimiz tek dünya, kendi dünyamız değil mi?

8 Ocak 2011

Eylem Zamanı!

2010'un son günü çektiğim ve yeni yılın ilk günü yayınladığım fotoğraf, benim için iki ayrı projenin "kesişim noktası"ydı. Her ikisinde de yerini aldı. 350.org için kurguladığım bu eylem fotoğrafı, aynı zamanda humanclock.com adresinde her gün 3:50 pm'i gösteriyor. 

 

6 Ocak 2011

Yolların Sonu... Ya Da Başı

Bir önceki kaydın sonundan devam edip, Türkiye’deki en yüksek kesişim noktasından, dünyadaki muhtemel en yüksek kesişim noktasına, Greg Michaels ve Mitch Dion’un, “hedefe” 37 km kala sonlanan yolculuğuna bakalım. 
Nepal sınırları içinde, 7132 metrelik Api Dağı’nın kuzey tarafında yer alan, oldukça az ziyaret edilen, tehlikeli tırmanış rotası, uzun yürüyüş mesafesi ve lojistik güçlükler yüzünden dağcılar tarafından bile tercih edilmeyen bölgeye, 5947 metreye yapılan seyahate…
İpler, kramponlar, ilk yardım malzemeleri… Ekipmanlar hazırlanır, tekrar tekrar haritalar üzerinden geçilir ve maceraları daha ilk gün, 1 Mayıs 2008’de başlar. Michaels’ın son dakika hazırlıkları otobüsü kaçırmalarına sebep olur. Neyse ki bir taksiyle otobüse yetişmeyi başarırlar:
Hop hop otobüs!
“Otobüs yolculuğumuz tüyler ürperticiydi. Keskin dönemeçleri çılgın hızlarla dönüyorduk. Frenler sanki iki metalin birbirine sürtmesi gibi sesler çıkarıyor, her seferinde bizi ön koltuğa yapıştırıyordu. Tepelerden aşağılara inince rahatladık ama bu sefer de yoldaki tümsekler ve çukurlar tehlikenin kendisiydi. Arkada oturduğumuz için daha da kuvvetli hisettiğimiz hoplamalar yüzünden Mitch, hafif de olsa yaralandı. Öğleden sonra 2 gibi başlayan otobüs maceramız ertesi gün sabaha karşı 5’te bitti. Bu saatler içinde uykunun bizim için daha çok bilinç kaybı demek olduğunu söylemeye gerek yok!”
Atarya’ya geldiklerinde 7 saat sürecek diğer yolculukları başlar. Üçüncü otobüslerine ise 2 saat dinlenebildikleri Siligai’de binerler. Bu son 5 saat ile birlikte yaklaşık 30 saati bulan otobüs yolculukları nihayet Golkoliswar’da biter:
“Yanımızda getirdiğimiz yiyeceklerden atıştırdık. Gideceğimiz bölgede yiyecek bulmanın neredeyse imkânsız olduğu söylendiği için, 7 gün yetecek kadar malzeme vardı yanımızda. Yolculuğumuzun tahminen 18 gün süreceğini düşünürsek, geçtiğimiz kasabalarda karnımızı doyurabileceğimiz umuduyla çıkmıştık yola. Bu arada Mitch o kadar susuz kamıştı ki, sindirim sistemi yediklerini tolere edebilecek durumda değildi. Ana yoldan ayrıldığımızdan beri, bir şişe suya rastlamamıştık. Neyse ki, dizanteri ve sudan bulaşan diğer hastalıklarla ilgili sayısız hikâyeye karşı, yanımızda su filtresi vardı.”
Hindistan solda, Nepal sağda
Ertesi gün, tüm yolların bittiği yere, Nepal ve Hindistan sınırını belirleyen Makahali nehrinin yanındaki Darchula’ya, 6 saatlik bir yolculukla ulaşırlar:   
“Her ne kadar gidiceğimiz bölgeye, Nepal’in kuzey batısına, yol olmadığı için yürümek 4-5 günü alsa da, aslında sınırın hemen diğer tarafında oldukça iyi durumda olan bir yol var. Problem şu ki, yabancılar sadece ülkenin güneybatısındaki sınırdan geçebiliyor. Onun dışındaki tüm sınır geçişleri Nepal’de yaşayanlar ve Hintliler tarafından kullanılıyor. Yine de deneyebileceğimizi düşünerek ertesi sabah köprünün karşısına geçtik. Görevliler tarafından durdurulmamızla etrafımızı kalabalığın sarması bir oldu. Sert bir ‘Hayır’ ile geri döndük. Bilgi almak için Darchula polis merkezine gittik ama orada da kimseyi bulamadık. Biz de yürüyüşümüze başlamaya karar verdik.”
Ağır çantalarla başladıkları yürüyüşlerinin bir bölümüne yolda karşılaştıkları bir adam, çiftçi bir kadın ve kızı da eşlik eder. Akşamüstü 5 gibi ilk buldukları düzlükte konaklamaya karar verirler. Fakat bu alanın katırlara ait olduğuru anlamaları uzun sürmez. Katırlar değil ama tam çadırlarını kurarken yakalandıkları yağmur, planlarını bozar. Geceyi katırcılarla birlikte, bir masa başında silik bir mum eşliğinde geçirirler. Kaldıkları odayı da 5 keçi ile paylaşırlar. Ertesi gün yağmurun etkisiyle kurşun gibi ağırlaşan çantalarıyla yaptıkları 2-3 saatlik yürüyüşün ardından oldukça güzel bir köye gelirler. Burada köyün iyi İngilizce konuşan öğrenmeni ve öğrencileriyle vakit geçirdikten sonra, kast sisteminin çeşitli katmanlarını temsil eden bir dizi köyden geçerler; Badighau-üst, Katigau-orta, Hut-sisteme dahil edilmeyenler…
Katır kampı!
Dhaulakot’a geldiklerinde su filtreleri bozulur:
“Tamir edemedik. Belki de bunu bir işaret olarak almalıydık çünkü o andan itibaren işler tersine döndü. Naji’ye geldiğimizde hava kararmaya başlamıştı ve sabahtan beri ağır yüklerimizle yollardaydık. Burada kalmaya karar verdik. 2000 metrelerdeydik ve burası ilk kez Api’nin karlı tepelerini görebildiğimiz yerdi. Buralarda görülen en son yabancı 5 sene önce bölgeden geçen bir grup dağcıymış. Onlardan da bir daha haber alınamamış.”
Naji, Michaels ve Dion’un yolculuklarının bittiği yer. Gece kaldıkları eve gelen polisler, geri dönmelerinin emredildiğini bildirirler. Kendilerinin Dhaulakot’ta ulaştığı konusunda Darchula’ya rutin bir bilgilendirme yapan memurun, telefonun diğer ucundan aldığı bir emirdir bu. Katmandu’daki merkezle bağlantıya geçerler, onlar izin almanın gerekli olmadığını polislere bildirirler ama iki merkezin kendi aralarındaki anlaşmazlığı sürer. Daha fazla problem çıkmasını istemeyen Dion ve Michaels da geri dönmeye karar verirler.  
İkisinin birlikte başarıyla buldukları en son kesişim noktası, 2003 yılında Rob Davis adındaki bir üçüncü arkadaşlarıyla birlikte gittikleri Japonya'da. Bu girişimlerini de ona, 2006 yılında Kenya’da, bir tırmanış sırasında düşüp hayatını kaybeden Davis’e adamışlar.

4 Ocak 2011

Kesişim Noktaları

1996 yılında başlayan ve halen devam eden, online takip edebildiğiniz ama sonuçlarından çok, yolculuğun kendisinin kıymetli olduğu bir arayıştan, “projeden” bahsedeceğim. Dünyayı enine ve boyuna kesen “hayali” çizgilerin kavşaklarına doğru, insanın hem kendisiyle, hem başkalarıyla hem de doğayla kesiştiği noktalara yapılan bir yolculuktan.
Geçen sene doğayla buluştuğum koordinatlar 40° 52' 50"K 41° 10' 12"D
Alex Jarret’in önderliğinde kurulan confluence.org, dünyanın her yerinden gönderilen fotoğraflar ve yol hikâyeleriyle, enlem ve boylamların birleştiği muhtemel 64,442 noktayı belgelemeyi ve özellikle de zaman içinde muhtemel değişiklikleri izleyebilmeyi amaçlıyor.
Başarılı bir deneme için katılımcılar, seçtikleri noktaların en az 100 metre yakınına kadar gidiyor; kuzeyden, güneyden, doğudan ve batıdan fotoğraflar çekiyor ve elbette ellerindeki navigasyon cihazındaki verileri görüntülüyor. 
Türkiye’de, toplam 100 kesişim noktasının 81’ine ulaşılmış. Henüz gidilmeyen 17 noktanın 9’u denizde. Van-Çaldıran İlçesi Çayır Köyü’ne 4 km uzaklıktaki koordinatlar ile Artvin-Ardanuç’taki Meşeköy’ün yakınlarındaki kesişim noktaları ise tamamlanmamış görünüyor.  Ağrı Dağı’na tırmanmak için 2007 yazında bölgede olan Karl Bryk, Van üzerinden belirlediği dönüş rotasına bir deneme sıkıştırıyor ama zamanı olmadığından ve işaretlense de yolların durumunu bilmediğinden, kesişim noktasına ancak 16,3 km yaklaşabiliyor.
Philipp Funovits and Katharina Gugerell ise tatillerini tamamiyle bu koordinatları bulmak üzerine planlayanlardan. 2009'da Rusya’da belirledikleri iki noktayı keşfettikten sonra geldikleri Trabzon’da, kalan günlerini en yakın kesişim noktasını bulmaya ayırıyorlar. Kiraladıkları arabayla Karadeniz sahil yolundan başlayan yolculukları, kimi zaman “ne yaptıklarını merak eden” polisler, kimi zaman da Karadeniz’in olağan bir görüntüsü haline gelen yol çalışmaları nedeniyle aksıyor. Uzun ve yorucu keşif yolculukları, havanın kararmasına yakın, kesişim noktasına 4,5 km kala bitmek zorunda kalıyor.
“Bilinmeyen” noktaya ulaşılsa da ulaşılmasa da, her yolculuk kendi unutulmaz hikâyesini yaratıyor.
Peter Thompson (Tekirdağ, Hacısungur, 2005): Ana yoldan ilerleyebildiğim kadar ilerlemiştim. Daha yeni sürülmüş araziden geçmem gerekiyordu. Bir çiftçi beni traktörüne aldı. Ben Türkçe konuşamıyordum o da İngilizce. Ama GPS’deki oku görüyordu. Yaklaşık 400 metre kala beni traktörden indirdi. O da başka bir tarlaya gitti.
Roman Winkler (Çanakkale, Hurma, 2004): İstanbul’a Çan üzerinden dönerken, yolculuğun başından yaklaşık 2 saat sonra Victoria ve ben, otobüs şoföründen durmasını istedik. Etrafta hiçbir yerleşim yerinin olmadığı bu yerde, şoför ve diğer yolcuların meraklı bakışları altında otobüsten ayrıldık. Anayoldan uzaklaştık. Çayırda otlayan 5 boğanın yanından geçmeden kesişim noktasını bulmayı başardık.
Kendini keşfetmek isteyenlere...
Türkiye’den projeye en çok destek veren Derya Duman (55 ziyaret), Tolga Kanık’ın (38 ziyaret) Türkiye’deki en yüksek kesişim noktası olan Antalya-Çimiköy yakınlarındaki koordinatlara, 2007’de gerçekleştirdikleri tırmanıştan: “İlk bakışta bu noktanın ulaşılabilirliği oldukça şüpheliydi… Nokta, yerleşimlerden çok uzak ve ıssız bir bölgede, üstelik de 2600 metrelik bir zirvenin çok yakınında görünüyordu… Uzun zamandır hayalimiz olan hedefimizi başarmıştık... Noktada görüntüleme işlerini hallettikten sonra yanındaki zirveye yöneldik. Zirveye Kesişim Tepe (2670 m) ismini verdik. Confluence ile ilgili bir kâğıda isimlerimizi yazıp bir kutu içerisinde zirveye bıraktık. Gittikçe şiddetlenen rüzgârdan kanatlanıp uçmamak için hemen inişe geçtik...” 

1 Ocak 2011

Tik Tak Tik Tak

Bu kez ne biten bir projeden ilham alıyorum ne de kendim yeni birini ortaya koyuyorum; sadece devam eden bir projeye destek veriyorum. Belki sizin de ilginizi çeker diye, ayrıntılarını paylaşıyorum. 
Özlem Sönmez Ertem - İstanbul/Türkiye
Craig D. Giffen, 2001 Şubat ayında bisikletle başladığı ve Temmuz 2003’te tamamladığı yaklaşık 23 bin km’lik Avustralya turundan önce kurduğu humanclock.com adlı internet sitesinde, insanları seçtikleri bir zaman dilimini fotoğraflamaya çağırır. Tüm yolculuk boyunca çektikleri ise geri döndüğünde projesine hız kazandırır. Dijital ve analog olarak kurguladığı saatler, bugün dünyanın her yerinden gönderilen yaklaşık 20 bin fotoğrafla çalışıyor. Bu fotoğraflar 1 dakika arayla değişiyor ve içinde olduğunuz zamanı, sizi başka bir ana götürerek hatırlatıyor.
Her ne kadar “1 dakikalık üne” vurgu yapılsa da, kimi fotoğraflar bunun çok ötesinde, insanın zamana dair algılarını sarsacak/dönüştürecek sıçramalar yapmaya imkân veriyor.
Ben de yukarıda gördüğünüz fotoğrafı, yaşadığımız bölgenin tek yeşil alanı olan evimizin önündeki parkta, meraklı bakışlar altında çektim ve gönderdim. Arkadaşlarıma ve bana ait kol saatlerini, atmosferdeki karbondioksit miktarının milyonda 350 parçacığa düşürülmesinin, zaman ilerledikçe artan aciliyetini vurgulamak için kullandım. Kol hareketiyle çalışan ya da pilini güneş enerjisiyle şarj eden saatlerin yer aldığı bu fotoğraf, kimbilir hangi gün, saat 3:50 pm'i göstermek için kullanılacak. 
Eğer siz de kendi zamanınızı durdurmak ya da yaratmak isterseniz, sitedeki birkaç hatırlatmayı aktarmalıyım:
  • Fotoğrafların içinde mutlaka seçtiğiniz saati belirten sayılar olmalı.
  • İç mekânlarda çekilen fotoğraflar bir süre sonra kendini tekrar ettiği için, bu dışarı çıkmak için de iyi bir sebep olabilir.
  • Çektiğiniz fotoğraflara saati sonradan eklemeyin!
  • Yüksek çözünürlükte fotoğraflar tercih edin, webcam’den sakının.
  • Seçtiğiniz bir sabah vaktini, akşam çektiğiniz karanlık bir fotoğrafla eşleştirmeyin.
Giffen'ın aynı sitede yer alan bir başka ilginç çalışması da, içinden zaman geçen 975 şarkının listesi… Birçoğu tanıdık. Ben bu listeden, sıklıkla dinlediğim ama daha önce saatine dikkat etmediğim “zamansız şarkımı” buldum: 
Genesis - I Know What I Like
"It's one o'clock and time for lunch,
When the sun beats down and I lie on the bench
I can always hear them talk"
Aklıma ilk gelen Türkçe şarkı da, en yeni Bülent Ortaçgil söz ve bestesi - Acıtır
"Saat çok geç belki gece üç
kimlerleyim kimlerleyim ben nerdeyim
öğrenmiş de inanmışız gibi acıtır
inanmış ve öğrenmemişiz gibi acıtır"
Belki siz de kendi şarkılarınızı seçer, bu yazıyı katkılarınızla zenginleştirirsiniz.