25 Mart 2012

Ölü Anne


Bu kayıtta bir daire çizmeye çalışacağım. Başladığımız ve bitirdiğimiz yer, hem bir sonucu hem de sebebi oluşturacak. Hatta sebep ve sonuç birbirine karışacak. Bu da bana, yine, şimdilerde gebelikle hareketlenen bu alanda, bir kadının/insanın iç dünyasını anlamanın ne kadar önemli olduğunu hatırlatacak.   
Bir kadının gebeliğe ilişkin psikolojik tepkisinin, özellikle bebeğe karşı şüphe ve karışık duygularının, bilinç düzeyinde normalleştirilmiş pek çok bilinçdışı tepkiye sebep olabildiği (bulantı, kusma) daha önceki kayıtlarda yer almıştı. Bu bir nevi oral kürtaj ile isteğe bağlı olarak gebeliği sonlandırma (kürtaj) arasında, “farkındasızlık” sanki ortak bir nokta oluşturmakta. Zira bebekle birlikte kürtaj edilen, öyle ki sembolik olarak kadının bebekle eşitlediği ve “içinde” istemediği, yani iç dünyasında reddettiği bir parça. Nitekim hiç hesapta olmayan ya da olsa da “hesaplanmayan” gebeliğe dair çatışmalar ya da bir çocuğu destekleyecek çok az kaynağa sahip olma fikri, gebeliği sona erdirecek pek çok zihinsel süreci bir araya getirebiliyor. Ben bugün, bu az kaynağın izinden gitmek istiyorum ve Donald Winnicott’un, bence bu kaynağın neden az olduğunu anlamamıza yardım eden tanımını paylaşıyorum:
Gül Ilgaz,  I am guilty of... 2002
Yeterince İyi Anne: Winnicott çalışmalarında, çocuğun gelişiminde annenin varlığına ve duyarlılığına önem verir. Onun 'bebek yoktur' sözü anne olmadan küçük çocuğun olmayacağı anlamına gelmektedir. Yeterince iyi anne çocuğunun hareketlerini yanıtlayan, ona geçici de olsa tümgüçlülük yanılsaması veren ve böylece bu mutlak bağımlılık döneminde benliği tehdit eden ilkel kaygılardan koruyan varsanının olaşmasına olanak sağlayan annedir. Anne çocuğu büyüdükçe onun karşılaştığı güçlüklerin dozunu ayarlayacak ve onların çocuk için katlanılabilir olmasını sağlayacaktır. Böylece çocuk ben ve ben olmayan ayrımını yapabilecek ve tümgüçlülük yanılsamasına son verilecektir. Ancak burada yeterince iyi sözcüğünün ahlaki bir niteleme, bir yargılama anlamı taşımadığını belirtmek gerekir. Winnicott yeterince iyi olmayan annelerin bunu kendi birincil ilişkilerindeki başarısızlık nedeniyle yapamadıklarının altını çizer.”
Peki, bu birincil ilişkilerdeki başarısızlığın “kaynağı” ne? Bu soruya, bence cevap olabilecek tanımlardan bir diğerini, yukarıda olduğu gibi, Psikanaliz Yazıları’nın 14. sayısında, Talat Parman’ın “Annelik Üzerine Bir Psikanalitik Sözlük Demesi”nden alıntılayalım:  
Ölü Anne: Aktarım dolayısıyla keşfedilen ve anımsanmayan bir çocukluk çağı depresyonunun bir aktarım depresyonu olarak yinelenmesiyle ortaya çıkan bir olgudur. Bu depresyonun en önemli özelliği çocuğun depresyona annenin varlığı sırasında girmiş olması ancak annenin de yas içinde olmasıdır. Annenin depresyonda olmasının birçok nedeni olabilir ama önemli olan bunun anne tarafından itiraf edilmemiş olmasıdır. Çocuk annesinin kendisine olan ilgisini aniden kesişini anlamlandıramaz ve ruhsal yaşamı altüst olur. Onun ilgisini çaresizce yeniden kendi üstüne çekmeye çalışır. Bunu başaramadığında annesel nesneye yatırımını azaltır ve ölü anneye bilinçdışı bir özdeşleşme gerçekleştirir. Saldırgan dışavurumlar anneyi hepten yitirme kaygısıyla engellenir ve sonuçta nesnenin ruhsal ölümü bir nefret duygusu yaratmadan gerçekleşir. Ortaya çıkan bu sessiz yıkıcılık durumu, ruhsal çatışmayı çözebilecek bir nesne ilişkisinin kurulabilmesini de engeller. Nefret etmek gibi sevmek de olanaksızdır. Ötekine hiç borçlu kalmamak için hemen geri vermek zorunluluğu duyulur ve bu zorunluluk olmadan almak olanaksız hali gelir. Birincil nesnenin akıbeti benliğe çerçeveleyici bir yapı sağlamaktadır. Oysa ölü anne karmaşası, bu sürecin başarısızlığının bir kanıtıdır.”
Kıssadan hisse: Ölü anneler ölü çocuklar doğurur ve anneler, ancak ölü olduklarının farkına varırlarsa çocukları yaşar!

19 Mart 2012

Kibele


Feminist arkeoloji perspektifinden bakıldığında her ne kadar söz konusu tarihsel figürün (Kibele) cinsiyeti tartışmalı görünse de, tıpkı sanatçı Canan’ın kendi gebelik sürecini çalıştığı yandaki işinde olduğu gibi, bir gösteren olarak kabul edilmesinde hiçbir sakınca yok. Hatta yakın değil uzak a(t)nalarımızla kurduğumuz ilişkiyi anlamak açısından da sembolik bir önemi var. Canan, daha önce “Çeşme” isimli çalışmasıyla konuk olmuştu bloga. Bu son derece kuvvetli video enstelasyonu, ANA Öğün isimli kaydı görsel olarak tamamlamıştı. Bugün ise, gebelik ve annelik deneyimi üzerine girdiğim son kayıtlarla yan yana geldiğinde anlamlı olan “Kibele” isimli işiyle…
Şöyle diyor: “Ana tanrıça analığın tam bir temsilcisidir uygarlık tarihinde. Bereketi, bolluğu ve gücü simgeler. Bedenimdeki bu değişiklikler ister istemez bu benzerliği keşfetmemi sağladı. Ben de bu görüntüyü çalışmama yansıtmayı bir fırsat olarak düşündüm.”
Benim bu uyaranla keşfettiğim ise, daha önceki kayıtlarda ifade edildiği gibi, gebelikle birlikte tekrar hatırlananlar, bilinçdışı çağrışımlar, çatışmalar, tetiklenen iç dünyalar. Bu deneyimin her aşaması, daha önce fiziksel ve zihinsel olarak yaşanmış pek çok “eski” duruma gönderme yapıyor. Sadece tek başına büyüyen memeler bile, ergenlik döneminde sıkıntılı bedensel ve psikolojik değişimi yeniden çağırıyor. İşte bu fiziksel değişimlerin, görsel olarak da burada çağırdığı bir öncekiyle (anne olacak olanın annesiyle) ruhsal ilişkisini anlamlandırabilmek için vesile kabul edip, Psikanaliz Yazıları’nın 14. sayısında Elda Abrevaya’nın “Annelik ve Kadınsılık” isimli makalesinden bir paragrafı paylaşmak istedim:       
"Her ne kadar annelik deneyimi bir kadının ruhsallığında ve cinselliğinde köklü dönüşümlere yol açsa da, nihai bir evreye denk gelmez. Asıl menopozu kadının ruhsal gelişimindeki en son aşama olarak nitelendirebiliriz. Bu dönem, daha evvel aşılan cinsiyetler arası farklılık, ergenlik, cinsel birleşme anlarında olduğu gibi, bir krize karşılık gelir. Krizlerde fazlasıyla uyarımlara maruz kalan benlik, savunmalarını devreye sokamadığı için, acil olarak benliğin yeniden örgütlenmesini zorunlu kılar. Menopoz sınavını aşabilmek bir kadına gerçek anlamda bedenini annesininkinden kurtarabilme olanağı verir. Kadın o zaman belki tam anlamıyla kadınsı cinsel hazza, kendisinde gömülü olan annenin rahminden kurtulan bir vajinaya ilişkin cinsel hazza erişebilir. Bir kadının cinsel gelişiminin en ileri düzeyine böylesine “geç” varabilmesi de şaşırtıcıdır. Florence Guignard bir kadının anneliği sayesinde, kendi rahmini annesininkinden ayrıştırabildiğini belirtir. Gebeliğe değin, kadında bilinçdışı düzeyde annenin rahmine geri dönmeye ilişkin füzyonel bir arzu söz konusu olduğu ölçüde, annenin rahmine olan bilinçdışı yatırım yoğun ve çiftdeğerlidir. Ancak annelikle birlikte kadın kendi rahmine sahip çıkabilir. Oysa Jacqueline Schaeffer, kadının kendi vajinasının annenin rahminden kurtarabilmesini daha da geç bir evreye, yani menopoza iter. Bedensel düzeyde yaşanılan annelik deneyimi, bir kadını kaçınılmaz olarak kendi annesine bağlar. Kendi çocukluğuna ilişkin anne imagosu yeniden canlanır. Bu bağlamda kadının menopozla birlikte artık çocuk sahibi olamaması, onu anneye bağlandığı imgesel zincirden kopma olanağı taşır." 
Daha önce Menopoz başlıklı kayıtta kadınlığın yitimi olarak tanımlanan bu fiziksel değişim, burada başka türlü bir kazanıma işaret ediyor. Birbirinden farklı gibi görünen bu iki durum, aslında bakılan yere göre değişmiyor. Her ikisini de içinde barındırıyor.  

16 Mart 2012

Sabun Köpüğü


Aşağıdaki metin, Nancy Atakan’ın, sanatçı Özgül Arslan’ın “2+1” kişisel sergisi için 2010 yılında kaleme aldığı katalog yazısından bir bölüm. Gebelik sürecine ilişkin birbirini takip eden son kayıtlarla örtüştüğü için dikkatimi çekti. Özellikle annelik deneyiminin tüm kadınlar üzerinde nasıl travmatik bir deneyim olduğuna dair ortak sözümüz, bu eylemi malzeme eden bir sanatçıyla tanışmama vesile oldu. 
Ben bu sergiden,  “Kusma” başlıklı bir önceki kaydı, hem süreç hem de zihinsel olarak izlediğini düşündüğüm “Sabun Köpüğü” isimli video enstalasyonuna ait görseli, Atakan’ın yazısındaki ilgili paragraf ile birlikte paylaşmak istiyorum. Kimbilir, kadının iç dünyasında çocuğa dair hissettiği karmaşaya karşılık gelen bulantı/kusma, sonrasında, farkında olmadan duygusal ve fiziksel olarak yoğun bir "temizlik işçiliğini" de beraberinde getiriyordur:    
“Her sanatçı, sanat üretirken yaşam deneyimlerini analiz ederek var oluşunu ortaya koyar. Norm budur, ancak irdelenecek konu ve deneyim seçimi her zaman kişisel ve öznel olma eğilimindedir. '2+1' kişisel sergisindeki resimlerinde, Özgül Aslan, şu andaki var oluş durumunun önemli bir yönü olarak annelik konusunu vurgulamaktadır. 1975 yılında, sanat teorisyeni Lucy Lippard, sanatçıların neden annelik, hamilelik ve doğum ile ilgili sanat çalışmaları yapmadıklarını sorgulamıştır. Sonraki yıl ise Amerikalı kavramsal sanatçı Mary Kelly, doğum yapmak ve kendi hayatının kontrolünü kaybetmekten oluşan durumunu açıklamak için psikoanalitik terimlerden yararlanan Post Partum Document isimli çalışmasını sunmuştur. Bu dönemde, kadın sanatçıların çoğu, medeni hallerine veya çocuklarına atıfta bulunmamayı tercih ediyordu ancak Kelly, kadınlara özgü bu deneyime değinen sanat eserleri üretmeyi engelleyen kültürel baskıya karşı cesur bir duruş sergilemişti. Bu eylemiyle, konunun, gelecekte diğer kadın sanatçılar tarafından da kullanılabilecek uygun bir malzeme olarak meşrulaştırılmasına yardımcı olmuştu. Canan Şenol, Gül Ilgaz, Gülçin Aksoy ve Nazan Azeri gibi bazı Türk kadın sanatçılar bu konuya eserlerinde değinseler de, bu deneyimin tüm kadınlar üzerine nasıl travmatik bir niteliğe sahip olduğu göz önüne alındığında, bu kadın sanatçıların sayısı yeterli değildir.
…Annelik, Arslan'a bir ev hizmetlisi, temizlikçi, organizatör ve bakıcı olarak ev içindeki konumunu hatırlatmaktadır. Bu farkındalığı, Avusturyalı sanatçı Peter Kogler ile birlikte yaptığı 'İstanbul'da Yaşıyor ve Çalışıyor' isimli 2010 İstanbul Kültür Başkenti projesine katılım için ürettikleri 'Sabun Köpüğü' video çalışmasına da aktarmıştır.
Bu videoda Arslan, dağlar dolusu sabun köpüğü yapmakta ve bununla siyah bir halıyı yıkamaktadır. Halı şampuanı kullandığını ve siyah bir halıyı yıkıyor olduğunu, bana şahsen söylediği için biliyorum, yoksa videodan anlamam mümkün olmazdı. Yukarıdan yapılan çekim sayesinde halı, Arslan'ın üzerinde zarif ve kadınsı bir elbise giyerek performans sergilediği siyah, düz bir yüzey halini almaktadır. Ellerinin ve dizlerinin üstüne çökerek, vücudunu ve sabun köpüklerini, bir resim/video oluşturmak için malzeme olarak kullanmaktadır. Elleriyle ve bazen de tahta bir sopayla, sabun köpüklerini düz yüzey üzerinde itmekte, sürtmekte, dövmekte ve hareket ettirmektedir. Bazen zarif, bazen şiddetli, bazen güçlü, bazen ise yumuşak olabilen hareketlerle çizgiler, zigzaglar, şekiller ve daireler çizmektedir. Bunu yapmak, tüm vücudunu ve kollarındaki tüm gücü kullanmasını gerektirmektedir. Bir öykü anlatmadan, aslında hiçbir şeyi temizlemeden, hiç bitmeyen bir hareketle, bir duyguyu iletmek ve şiirsel bir şeyler söylemek için ev içi malzemeleri kullanmaktadır. Köle gibi çalışarak ve yüksek miktarda enerji kullanarak, bize, sürekli hareket ve eylem içinde olmaya dair anlamsız ihtiyacımızı hatırlatan, meditatif ve hipnotik bir eylem gerçekleştirmektedir. Bu eserde, aşırı agresif hareketlerden zarafetle ikna edici olan hareketlere geniş bir yelpazeyi kullanarak ve her türlü manevraya başvurarak manipüle etme, organize etme, gruplama ve itme ihtiyacımızı görebiliriz. Bu, belki de bize, anne babalarımız, eşlerimiz, arkadaşlarımız, iş arkadaşlarımız ve bizler tarafından, kontrolü elimize almak için kullandığımız stratejileri hatırlatmaktadır. Bunu, ayrıca, bir anne, sanatçı, kadın ve üretken bir insan olmak için gerekli olan ve genellikle ödüllendirilmeyen, bitmek bilmeyen mücadelenin ve emeğin metaforu olarak görmekteyim.”

12 Mart 2012

Kusma


“Günün herhangi bir zamanı ama sıklıkla sabah bulantıları, her gebe kadın için olağan sayılan gerçeklerden biridir. Ancak mutlaka yaşanacak demek değildir. Araştırmalar, gebe kadınların yaklaşık yarısında sabahları bulantı ve kusmaların görüldüğünü ortaya koymaktadır.
…Sabah bulantılarının en iyi yanı, tıpkı diğer gebelik belirtilerinde olduğu gibi hormonlarınızın görevlerini yaptığının bir göstergesi olmasıdır. Sabah bulantılarına neden olan şey nedir? Bunun yanıtı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak bu konuda çok sayıda varsayım bulunmaktadır. Bulantı ve kusma merkezlerinin beyinde olduğu bilinmektedir. Beyindeki bu merkezin gebelik döneminde neden aşırı uyarıldığına ilişkin çok sayıda bedensel neden ortaya atılmıştır. Gebeliğin ilk üç ayı içerisinde kanda gebelik hormonu olan hCG’nin yüksek düzeyde bulunması, rahim kaslarının hızlı biçimde gerilmesi, sindirim sistemindeki kas dokularının gevşemesi, midede aşırı asit salınımı ve kokulara karşı duyarlılık artışı ileri sürülen tahmini nedenlerin bir bölümüdür.”  
Yukarıdaki paragrafı, kadınlar için en az sabah bulantıları kadar olağan sayılan bir diğer durumu, hamileliğin/doğumun otomatik olarak keyif ve neşe oluşturduğu kabulünü anlamak için koydum. Zira yaşam döngüsü içinde stresli ve endişe üreten dönemlerden biri olan bu süreç, hayatın en mutlu zamanı olması gerektiğine inandırılıyor. Bu “en mutlu anlar” psikolojik sıkıntıların sebep olduğu fiziksel semptomları sıradanlaştırıyor. Ben de bugün, kusma ve çocuk sahibi olma arzusu arasında ilişki kuran çok eski bir çalışmayı paylaşmak istedim. Psikanalitik temelli bu araştırma, dikkatimizi semptomun anlamına çevirmemiz için bir başlangıç olabilir. Nitekim makale, daha önce bu konuda yapılan araştırmaların eksikliği (örneklemin belirsizliği, gözlemcinin müdahalesi) ve tanımlamaların yetersizliğini (anneliğin reddi ya da çocuğa karşı karışık duygular besleme) belirterek başlıyor. Hafif ya da şiddetli, kusma, kadınların ruhsal durumlarının bir yansıması olarak değerlendiriliyor. Sembolik olarak çocuğu reddetme, hatta oral bir kürtaj denemesi. Daha yakın tarihli çalışmalar, kusmaya sebep olan motivasyonu çocuğu reddetme olarak değil de, istemek ve istememek arasında bir duygu durumu olarak tanımlıyor.
Araştırma, 18-38 yaş aralığında 100 kadın üzerinde gerçekleştirilmiş. Kadınların sözel olarak ifade ettikleri bilinçli düşünceleri ile sınırlandırılmasına rağmen, bir çocuğa sahip olma konusunda karışık duygular yaşayan kadınlarla kusma eylemi arasında bir korelasyon kurulabilmiş. İlgili linkten ulaşabileceğiniz sayısal sonuçları, meseleyi anlayabilmek için gerekli olmadığı için paylaşmıyorum. Çünkü yazıda ifade edildiği gibi sonuçlar, konuya aşina klinik çalışanlar tarafından doğrudan benimseneceği gibi, analitik çalışmayan kimi psikologlar için de kesin bir istatistiki veri sunmanın uzağında olarak yorumlanacaktır.
Kadının çocuğuna karşı yaklaşımı, kusma eylemi için bir faktör oluşturuyor. Ama sonuçlar gösteriyor ki, bu eylemi tetikleyen etmen reddetme olarak tanımlanmıyor. Bu daha çok, çocuğu istemek ve istememek arasındaki eğilimlerin çatışmasıyla ortaya çıkıyor. Kusma, birbiriyle karşı karşıya gelen iki ayrı duygunun bir göstergesi oluyor. Belki bu çatışmalı alan başka pek çok şekilde kendini ortaya koysa da, kusmak bu dışavurumun en popüler formunu oluşturuyor. Nihayetinde sayısal verilerle anlaşılmaya çalışılan bu ilişkinin, analitik teoriyi destekleyip desteklemediği tartışılabilir. Kelimelerle belirlenen, kişi tarafından yönlendirilen analitik çalışmanın da niyeti, bir sebep üretebilmektir. Bulunanlar, geçerli bir açıklamaya doğru ilk adım olarak kullanılır. Her kusan kadının çocuğunu istemediği gibi bir sonuca varmak nasıl zorsa, bu semptomu sıradanlaştırmak, üzerine hiç düşünmemek de, sürecin başında ya da sonrasında hissedilenleri görmezden gelmektir. Her kadının fiziksel ve ruhsal durumuna göre şiddeti değişen bulantı, yine son derece kişisel bir reçeteyle bastırılabilir. Ya da hafif bulantı her zaman  iyidir! 

6 Mart 2012

Canavar/Kutsal Anne


Geçtiğimiz gün gördüğüm bir haberi aynen aktarıyorum: “Nijni Novgorod kentinde yaşayan Yekaterina Morkovkina (27) bebeğini bir apartmanın 14’üncü katındaki dairesinden aşağıya atarak ölümüne neden oldu. Rus haber ajansı RIA Novosti’nin haberine göre genç model, uyumaya çalışırken ağlayan 4 aylık erkek bebeğinin sesinden rahatsız oldu. Bebeğin susmaması üzerine sinirlenen Morkovkina, çocuğunu alıp dairenin balkonuna çıktı. Bebeğini balkondan aşağıya atan genç model, içeri girerek uyumaya devam etti. Ertesi sabah apartmanın önünde oynayan çocuklar cansız yatan bebeği buldu. Polislerin kısa bir soruşturmadan sonra tespit ettiği Morkovkina yakalandı. İfadesi alınan genç modelin akıl sağlığının yerinde olmadığı tespit edildi. Morkovkina, psikiyatri kliniğine yatırıldı.”
Bu durumu, haberin hemen altına yazılan “cani, canavar” yorumlarına hedef olmadan anlamaya imkân olabilir mi? Bu “vicdansızlık” karşısında kendi anneliklerini yücelten ve bu kadının insanlığından şüphe eden, akılsız ve zavallı insanlarla aynı dünyada yaşamanın utancını paylaşan, çocukla özdeşleşip böyle bir kadının karnında olmanın ne acı bir deneyim olduğunu ifade eden mesajların içinden, “kutsal anne” kavramıyla perdelenen tüm korkutucu fantezilere bakmak mümkün mü? Anne ve çocuk ilişkisi, içinde sadece aşk barındıran bir ilişki mi? Nefretle bir arada deneyimlenmez mi? Gerçekle fantazmanın sınırının kaybolduğu bu durum, annelerin iç dünyalarının karanlık dehlizlerini hiç mi çağrıştırmaz? Belki de hatırlattığı ve bakmaya korkulduğu için annelik daha da kutsal, anneler daha da fedakâr!
İngiliz Pediatrist ve Psikanalist Donald Winnicott’a göre, annenin başından beri çocuğundan nefret etmesi için birçok nedeni vardır. Bu nedenlerden birkaçını aktaracağım Stephen Costello'ya ait aşağıdaki kitap, elbette haberi haklılaştırmayı amaçlamıyor. Belli ki zihinsel bir karmaşa sonucu yaşanan bu trajik olay, en az onun kadar trajik bulduğum anneliğin yalan dünyasıyla yan yana gelince, bu "kanatsız melekler" bir şekilde ete kemiğe bürünüyor: 
“Annenin  çocuğundan nefret etmesi, sevmesi kadar önemlidir. Ne de olsa nefret de bir tutkudur. Nitekim anne, başından beri bebeğinden nefret eder. Eğer bebekten nefret edilmezse, onunla ilgili korkutucu ve kabul edilemez olan tanınmazsa, sevgisi ve sevilebilirliği gerçekmiş gibi hissedilmeyecektir.  
  • Bebek, kadının kendi zihinsel ürünü değildir. (Diğer bir ifadeyle babayı da içerir.)
  • Bebek, sihirli bir biçimde meydana gelmemiştir. (Leylekler getirmemiştir. Ağır bir fiziksel işçiliğin sonucudur.)
  • Bebek, hamilelikte ve doğumda, kadının bedeni için bir tehlikedir. 
  • Bebek, kadının özel hayatını engeller, kaygıyı kamçılar. 
  • Kadın, az ya da çok, kendi annesinin bir bebek talep ettiğini hisseder; bebek, bu arzuya bir cevaptır. 
  • Bebek merhametsizdir: ona bir pislik, bir hizmetçi, bir esir gibi davranır. 
  • Anne onu her ne pahasına olursa olsun, dışkısı ve her şeyiyle sevmek zorundadır. 
  • Annesinin canını acıtmaya çalışır; tamamen sevgiyle bile olsa, zaman zaman onu ısırır. 
  • Hayal kırıklıklarını gizlemez.
  • Sevgisi rüşvetçidir, istediğini aldıktan sonra onu bir portakal kabuğu gibi atar. 
  • Şüphecidir, annesinin iyi besinini reddederek kendinden şüphe etmesini sağlar, ancak teyzesinden gayet güzel beslenir. 
  • Annesiyle zorlu bir sabahtan sonra dışarı çıktığında "Ne de tatlı" diyen yabancı birine gülümser.
  • Anne başlangıçta yetersiz olursa, bunu sonsuza kadar ödeteceğini bilir. 

1 Mart 2012

Annelik


Bir önceki kayıtta Joan Raphael-Leff, “Pregnancy: The Inside Story” isimli kitabından yaptığım alıntıda şöyle diyordu: “Hamilelik sürecinde, biri diğerinin içinde, iki beden vardır. Tek bir deri altında yaşayan iki kişi! Öyle ki bu birliktelik, hamile kadına, kendi annesinin karnında geçirdiği süreyi de çağrıştırır.”
Bu ifadeler, Psikanaliz Yazıları’nın annelikle ilgili makalelerin bir araya getirildiği 14. sayısında okuduğum Elda Abrevaya’nın yazısıyla üst üste geldi: “Gebeliği sırasında kendi karnında taşıdığı çocuk sayesinde, çocukluğunun yitirilmiş ve temsili olmayan annesiyle ve bir zamanlar bebek olan kendisi arasındaki ilişki yeniden kurulmuş olur. Yani gebeliği sayesinde hem annesiyle hem de o ilişkideki çocukla, yani kendisiyle özdeşleşir. Bu da bu döneme ait arkaik kaygıların ortaya çıkmasına yol açabilir. Karında taşınan ve dolayısıyla görünmeyen nesne, sevilebilir olduğu kadar korkutucu, tekinsiz de olabilir. Çocukken annenin karnında hayal ettiği nesnelere ilişkin derin kaygılar yeniden canlanabilir.”
Hamilelik sürecinin bilinçdışı serüveni içinde, tetiklenen durumlardan sadece biri olabilecek bu durum, yakın zamanda izlediğim “We Need To Talk About Kevin” isimli filmin bence en anlamlı afişiyle, filme dair bir eksikliği hatırlattığı için yan yana geliyor. Filmde, doğrudan bir okumayla bir “canavar” doğuran Tilda Swinton, bir türlü sevemeyen ve sevilmeyen anne rolüyle, hissettiği suçluluk duygusunu aktarıyor. Anne oğlun şiddeti giderek artan ilişkileri, annenin zihninde belki de hiç başlamıyor/başlayamıyor. Film, kurulamayan bu bağdan hareket etse de, annenin bebeği neden içselleştiremediğine odaklanmıyor. Bir açıklama girişimi olarak değil, tüm bu yazılı ve görsel materyali birbirine bağlamak için, aynı sayının Vehbi Keser’e ait olan bölümünden bir alıntıyla noktalıyorum:  
“Yeniden bilinçdışının gündeme getirdikleriyle, gebelik ve anne olma süreci, zaman zaman ciddi sıkıntı ve korkulara da kaynaklık eder. Bu korkunun en yaygın olanlarından biri, bir ‘canavar’  ya da bir 'yaratık' dünyaya getirme korkusudur. Bu korku bir takım fiziksel terimlerle de açıklanarak rasyonalize edilebilir elbet. Ama asıl korkulan, bir canavar dünyaya getirmektir. ‘Yaratık bebek’ bir günahın bedeli gibi algılanır ya da değerlendirilir. Büyük bir yasak çiğnenmiş gibidir: Ensest yasağı. Barbara Almond yaratık bebek dünyaya getirme korkusunun iki temel ruhsal belirleyicisi olduğunu belirtir. Bunlardan biri ensest bebeğidir. O bir imkânsız bebektir. İllegal bir cinsel birleşmenin sakınılan bir sonucudur. Bu da bizi bebeğin babasını düşünmeye iter. Bebeğin gerçek babasının ya da biyolojik babasının ensestle gerçekte hiçbir ilişkisi olmayabilir. Ama burada asıl önemli olan annenin ruhsallığında, onun bilinçdışında bebeğin babasının kim olduğudur. Yani bir bebeğin biyolojik babasıyla, annenin ruhsallığındaki babası  aynı olmayabilir. Annenin bilinçdışı ruhsal dünyasında bu baba kendi babası da olabilir elbet. Dolayısıyla korkunun nedenleri ödipal arzulara uzanır.
Almond, korkunun nedenlerinden bir diğerini annesel saldırganlığın yansımaları olarak değerlendirir. Korku annenin içindeki bir canavarın yansımasıdır. Aslında bir tür yansıtma tanımlamasına karşın Almond, yansıma terimini kullanmayı tercih etmiştir. Kavram olarak annesel saldırganlığın bulaşıcılığı olarak da tanımlamıştır bunu. Annenin saldırganlığı bebeğe geçirilir ya da devredilir. Almond, bir annenin ağzından bunu şu şekilde ifadeleştirir: ‘İğrencim ve nefret doluyum, çocuğum nefret dolu ve iğrenç bir canavar, hatta belki de benim cellâdım. Onu sevemeyeceğim ya da o beni sevmeyecek ve bu onu daha da canavar ve korkunç yapacak.’
Korkunun farklı uyarlamalarında çocuk, şeytan olarak da tasarlanır. Almond, bebeğin kendiliğin yıkıcı parçalarını temsil edebileceğini, doğumun nefret edilen kardeşlerin yeniden doğumu gibi yaşantılanabileceğini, anne ile tamamlanmamış bir ayrılma ya da patolojik bir özdeşleşmeyle bağlantılı olarak nefret edilen ebeveynlerin yerine geçebileceğini de ekler. Bu noktada anne adayının kendi annesiyle olan ilişkisinde yani önceki kuşak anne-kız ilişkisinde ciddi bir bozukluk ya da rahatsızlığın olduğuna vurgu yapar. Ona göre sağlıklı ve karşılayıcı annelik modelinde bir eksiklik olmuştur ve özdeşleşme çatışmalı ve sevemeyen anneyle biçim bulmuştur.”