29 Ekim 2010

Oyuncak Çocuklar!

Düşünülebilecek en büyük kültürel değişim tüketimi sorgulamak olabilir mi?
Worldwatch Enstitüsü’nün “Kültürleri Dönüştürmek: Tüketicilikten Sürdürülebilirliğe” başlıklı 2010 raporu, bu kavramsal bütünlük etrafında yayınlanan çok sayıda veri ve analizi içeriyor. Raporun tamamına değilse de, bazı makale ve tablolarına internet adresinden ulaşabilirsiniz. http://www.worldwatch.org/
Sırasıyla Jasmine, Tiana, Mulan, Pocahontas
Bu makalelerin birinde, enstitünün kıdemli araştırmacısı Erik Assadourian, 2002 yılında İngiltere’de yapılan bir araştırmayı hatırlatıyor: “Çocuklar Pokemon karakterlerini, bilinen bitki ve hayvan türlerinden daha çok tanıyor. Amerika’da 2 yaşındaki çocuklar M’yi harf olarak bilmezken, Mc Donalds’ın M’sini teşhis edebiliyor.” Diğer bir yazısında ise bu sonucu besleyen kaynaklardan birini değerlendiriyor. Yakın zamanda gösterilen The Princess and the Frog çizgi filmi üzerinden şöyle bir tespitte bulunuyor:
“Disney, yarattığı karakterlerle derin bir okuma yapmıyor. Kullandığı değişik ırkları, izleyiciler için yeni bir tüketim öznesine dönüştürüyor sadece. Tıpkı Asyalı Mulan, Amerikan yerlisi Pocahontas, Arap Jasmine gibi Afro-Amerikan Tiana!” 
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman sonra, "pembe" ve "mavi"ye hapsolmuş iç dünyalarıyla  çocuklar, "yetişkinlerin" oyuncağı oluvermiş!
Tüketim ve toplumsal cinsiyet rolleri üzerine, çocuklar merkezinde kafa yoran Güney Koreli sanatçı JeongMee Yoon’un “Pembe ve Mavi” fotoğraf projesi ise, tüm ifadeleri çarpıcı biçimde özetliyor.

28 Ekim 2010

Bisiklet "İstanbul"


http://www.istanbulsedona.com/ adresinde daha fazlasını  bulabileceğiniz bu fotoğrafları, geçtiğimiz aylarda Adalar Müzesi’nde çektim. Çeşitli zaman ve mekanlarda sergilense de, görme fırsatını bir türlü yakalayamadığımız “İstanbul”, sürpriz bir şekilde karşımızdaydı. Büyük bir hayranlık ve heyecanla incelediğimiz bisiklet, halen Taraf Gazetesi’nde yazan/çizen Aydan Çelik tasarımı. Bizim yazılarından çok sesine aşina olduğumuz Çelik, Caner Eler ve Sarper Günsal’la birlikte, hem büyük turların hem de tek günlük bisiklet yarışlarının vazgeçilmez yorumcusu. Aydan Çelik’in dediği gibi “otomobil ve benzeri araçlara sadece teknik değil, ideolojik bir alternatif oluşturan” bisiklet, aslında yarışma kavramıyla pek yan yana durmuyor. En fazla 3 hafta süren “turlar” ve günlük olarak yapılan “klasikler” var. Zaten 5-6 saat boyunca süren bisiklet maratonunda, ilgilenmediğiniz tek şey “yarışı” kimin kazandığı oluyor.
Sporun ve hayatın her alanında olduğu gibi bisikletin de “yıldızları” var, ama her turun, her etabın kendi hikayesi/kahramanları da. Bu yıldızlardan biri hiç şüphesiz Lance Armstrong.  Yarışmayacağını açıklamasının üstünden geçen 3 yılın ardından, 2009’da bisiklet takviminin içine, bu kez kurucusu olduğu kanser vakfına fayda sağlamak amacıyla tekrar giriyor. Açık artırmalarda önemli miktarlara satılan Trek markasının Armstrong için tasarlanan bisikletlerine, Sedona markasının İstanbul bisikletinden yola çıkarak bakabiliriz diye düşündüm. 
  1. Lance Armstrong, fotoğrafta gördüğünüz ilk bisikleti 2009 yılında Milan – San Remo yarışında kullanıyor. Hatta bu yarış sonrası, son dakikada katıldığı Vuelta Leon y Castilla yarışının ilk etabında düşüyor ve köprücük kemiğini kırıyor. Bisiklet nedense uğursuz oluyor! KAWS takma adıyla bilinen Brain Donnelley’in tasarladığı bisiklet, gidon ve özellikle jantlara uygulanan “diş”lerle öne çıkıyor. Bu da bisikleti, hareket halindeyken yolu yutan bir çizgi kahramanına dönüştürüyor. 160 bin $
  2. Fransa Bisiklet Turu'nun 18. etabında sahneye çıkan hemen yanındaki bisiklet, Japon sanatçı Yoshimoto Nara’ya ait. Nerede görseniz tanıyacağınız Nara karakterlerinin yer aldığı bisiklet, 200 bin dolara satılmış.
  3. Giro d’Italia’nın yüzüncü yılı, üstelik Lance Armstrong da katılıyor. Shepard Fairey, Armstrong’un geri dönüş amacına uygun olarak, kanserle mücadele kampanyasının akılda kalan renkleri sarı ve siyahı kullanarak tasarlıyor sağ üst köşedeki bisikleti. Klasik mimari detayları hatırlatan, birbirinin içine geçmiş çizgiler…110 bin $
  4. İtalya Bisiklet Turu’nun bir diğer tasarım bisikleti, Kenny Scharf'a ait. Scharf, son derece fütüristik Equinox TTX modelini, uzay mekiğine dönüştürüyor. Yıldızlar ve gezegenlerle dolu bir alanda, birbirlerine doğru hızla hareket eden kırmızı ve mavi kuyruklu yıldızlar… Yerçekiminden uzaklaşmak için gerekli olan ise geleneksel bacak kuvveti! 45 bin $
  5. Armstrong, alt sıranın ortasında yer alan bisikleti, 2009 Fransa Bisiklet Turu’nun zamana karşı koşulan ilk etabında kullanıyor. Marc Newson imzasını taşıyan bu bisiklet, dünyanın en olağanüstü spor organizasyonlarından birinde, tekerlekleri döndüğünde nabız atışını andıran sofistike detayları ve Livestrong sarısıyla, kanser farkındalığını artırmayı amaçlıyor. 110 bin $
  6. Gelelim sonuncusuna… 2009 Fransa Bisiklet Turu’nun Paris’teki son etabı. Açık artırmada ulaşılan en son rakam olan 500 bin dolarla, kampanyaya en çok para kazandıran bisiklet, “ölüm” temalı işleriyle tanınan ünlü İngiliz sanatçı Demian Hirst tasarımı. Bisikletin üzerindeki kelebekler gerçek: Pek çok türden olması muhtemel kelebeklerin, kanatlarının gövdelerinden ayrılarak bisiklet üzerine yapıştırılması sonucu ortaya çıkmış! 
Bu bilgiler için çoğunlukla The Bikes Of Stages-http://www.trekbikes.com/us/en/stages/ adresine başvurulmuştur.

27 Ekim 2010

Kitap?

İstanbul Modern’e gitmiş olanlar, Richard Wentworth'un tavandan aşağı sarkıttığı kitaplarla oluşturduğu “sahte tavan”ı görmüştür. Tam da kütüphanenin yanındaki boş alanda, kitaplarla ilgili algılarımızı sarsan bir yerleştirme.
Kitabı yeniden yorumlayan bir diğer isim de Rachel Khedoori. Fotoğrafta gördüğünüz çalışması oldukça “ağır”. Tahta sıraların üzerine açık bir şekilde yerleştirilen bu dev 66 kitap, satır aralarında boşluk olmaksızın, Irak işgaliyle ilgili birbiri ardına devam eden haberleri içeriyor. Hem coğrafya hem de ideolojik olarak birbirinden farklı kaynaklardan toplanan bu metinlerden kaçmak imkânsız. Dinlenebileceğiniz bir kenar ya da gizlenebileceğiniz bir koridor yok!
İlkini hatırlamama, ikincisini de bulmama sebep olan ise geçtiğimiz pazar günü çektiğim aşağıdaki fotoğraflar. Yıldız Teknik Üniversitesi Dağcılık Kulübü ile ilk faaliyetimiz olan Ballıkayalar yürüyüşü öncesi son durağımız: Gebze yakınlarındaki Tavşanlı Köyü kahvesi. 
Buradaki “yerleştirme” üzerine hala düşünüyorum…

25 Ekim 2010

Çanakkale Boğazı'nın Kaleleri

Geçen hafta, nisan ayında savunmasını yaptığım ve kabul edilen tezimin, YÖK’ün tez veritabanına kaydedildiğini bildiren bir mail aldım. Tez hazırlamanın ne kadar sıkıntılı bir süreç olduğunu yaşayarak öğrendiğimden ve uzmanlaşmayı kıymetli addettiğimden, çalışmam sırasında da sıklıkla faydalandığım bu kaynağı, zaman zaman ziyaret eder; uzun zaman önce sunulan ya da yakın dönemde kaydedilen tezlere, ayırt etmeksizin göz atarım. İçerikleri bir yana, sadece başlık düzeyinde yapılan kronolojik bir listeleme bile ilgi çekici olabiliyor. Benim için bu benzersiz ufuk turu, son yıllarda artan üniversite sayısıyla daha da renkli bir hal aldı. Evet, standartlar konusunda bazı sıkıntılar olsa da, tez konularını seçerken bulundukları çevreye özellikle dikkat kesilen araştırmacılar, ilgi çekici sonuçlar ortaya koyuyorlar.
Ben de, en son blog yazısından yola çıkarak böyle bir yolculuğu Çanakkale için yapabileceğimizi düşündüm ve Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nden Yusuf Acıoğlu’nun 2006 yılında sunduğu “Çanakkale Boğazı’ndaki Kaleler” başlıklı tez çalışmasına göz attım. Tezin genel çerçevesini, Çanakkale Boğaz’ında inşa edilmiş Osmanlı kaleleri oluşturuyor. Ama aynı zamanda Osmanlı döneminde onarılarak yenilenen Bizans kalelerini de içeriyor. Sanat tarihçileri ne der bilemem ama benim için bulunmaz bir kataloglama ve tanıma fırsatı. Acıoğlu, kaynaklarda rastladığı ama yerinde olmayan iki kalenin de içinde olduğu (Lâpseki Kalesi, Eski Hisarlık Kalesi) toplam 13 kalenin izini sürüyor. 274 fotoğraf, resim ve gravürün yer aldığı tez, aşağıdaki haritayla meraklısına rehberlik ediyor.
Elbette çalışma bundan daha fazlası ama ilgilenenler ve görmek isteyenler için küçük bir toparlama…
Çanakkale Boğazı'ndaki kalelerin konumları
  • GELİBOLU KALESİ: Gelibolu kent merkezinde yer alıyor. Yapan da yaptıran da kesin olarak bilinmiyor. 
  • SESTOS KALESİ (AKBAŞ): Çanakkale Boğazı’nın en dar ikinci yerinde, Uluflu Tepe eteklerinde, Akbaş Şehitliği’nin batısında bulunuyor. Bu kalenin de kayıtları yok. 
  • 1839-1861 yılları arasında Sultan Abdulmecid tarafından yaptırılan iki kaleden biri olan ÇAMBURNU KALESİ, Eceabat’ın 1,5 km güneyinde, Çanakkale Boğazı sahilinde, Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Park sınırları içinde. Diğeri ise Çanakkale’nin merkezinde, Nara Caddesi üzerinde, kıyıda bulunan MECİDİYE KALESİ. 
  • Çanakkale’ye 2 km uzaklıkta bulunan Nara Burnu’ndaki NARA KALESİ ve  Bigalı Köyü’ne 3 km mesafede yer alan BİGALI KALESİ’nin inşasına III. Selim ve II. Mahmut karar vermiş. Tarih: 1807-1820 
  • KİLYE KALESİ: Çamburnu ve Bigalı kaleleri arasında Eceabat - Gelibolu karayolu üzerinde, Kabatepe yol ayrımından yaklaşık 300 metre kadar güneyde yer alıyor. 
  • Çanakkale Boğazı etrafında yapımına bir kadının karar verdiği iki kale bulunuyor. 1657 – 1659 arasında inşa edilen iki kalenin mimarı da aynı: Mimar Mustafa Ağa. Bunlardan ilki olan SEDDÜLBAHİR KALESİ, Gelibolu Yarımadası’nın güney ucunda, Çanakkale Boğazı’nın sona erip Ege Denizi’nin başladığı kısımda, Ertuğrul ve Morto Koyları arasında kalan bir burun üzerinde yer alıyor. Valide Hatice Turhan Sultan’ın yaptırdığı ikinci kale, Seddülbahir Kalesi’nin tam karşı kıyısına yapılan KUMKALE KALESİ.  
Kilitbahir ve Kale-i Sultaniye kalelerinin gravürü
(Gravürlerle Türkiye kitabından)

  • KİLİTBAHİR KALESİ: Fatih Sultan Mehmet tarafından 1462’de inşa ettirilmiş. Çanakkale Boğazı’nın en dar yerinde Kale-i Sultaniye’nin tam karşı kıyısında bir yamaç üzerine kurulmuş.
  • KALE-İ SULTANİYE: Kilitbahir Kalesi’nin karşı kıyısında, Sarıçay’ın yanı başındaki düzlükte yer alıyor.
Bu kalelerin bir kısmı harap halde, ama restorasyonu devam edenler de var. Müze olarak kullanılanlar da, askeri alan içinde kalanlar da...



23 Ekim 2010

Taşrada Bienal!

Jun’ichiro Ishii - Çaydaki Denge
Çanakkale’nin arka mahallelerinden birinde, çatısız eski bir evin içine yerleştirilen asılı haldeki bu 72 çay bardağı, ilki 2008 yılında düzenlenen Çanakkale Bienali’ne katılan Japon sanatçı Jun’ichiro Ishii’nin “Çaydaki Denge” isimli enstalasyonu. 72 milletin biraradalığını temsil ediyor. Fotoğrafını internetten bulduğum bu çalışmadan, şimdiye kadar düzenlenen iki Çanakkale Bienali’nin de küratörlüğünü yapan Denizhan Özer sayesinde haberdar oldum. Geçtiğimiz gün Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde katıldığım söyleşi, hem kendisini tanımama hem de Türkiye’deki sanat gündemine yakından bakabilmeme vesile oldu.
Özer, uzun yıllar Batı’da “girişleri tutulmuş” sanat merkezlerini epey zorladıktan sonra, kendi merkezini yaratmaya karar vermiş ve Doğu’ya gitmiş. Türkiye’nin her iki tarafta olma hali üzerinden Çanakkale Boğazı’nı İstanbul Boğazı’na alternatif olarak konumlandırmış ve Çanakkale Bienali’ni, Türkiye’den pek çok sanatçının yanında, Özer’in daha önce bienaller düzenlediği Orta Asya-Avrupa ve Balkanlar’dan davet ettiği sanatçılarla gerçekleştirmiş. Belli ki bir ihtiyaçtan doğan bu arayış, sanat için farklı bir dil ve yeni merkezler yaratmış. Kentlerin kendilerini tanıtma/pazarlama unsurlarından biri olarak araçsallaştırılması eleştirilerine maruz kalsa da, “taşradaki bienaller” oldukça önemli. Örneğin şu sıralar ilki 2008 yılında yapılan Antakya Bienali’nin ikincisi devam ediyor. Bu yıl üçüncüsü düzenlenen Sinop Bienali, Karadeniz’in en önemli sanat organizasyonu. 2. Çanakkale Bienali ise geçtiğimiz günlerde sona erdi. Mardin Bienali ise bu yıl ilk kez yapıldı. Dünyada düzenlenen 200’e yakın bienal arasında yer alan ve yıllar içinde sanat takviminin önemli bir yerinde duran İstanbul Bienali ise, sanat ortamına hem ivme kazandırıyor, hem de eleştirilerin öznesi olmaktan kaçamıyor.
Son olarak, bu yazının başlığı için bana ilham veren yeni bir serginin duyurusu yapmam gerek. Lise yıllarından tanıdığım Serdar Kaynak, 3 Kasım’dan itibaren Nişantaşı Artisan Sanat Galerisi’nde, kendi ifadesiyle “taşrada yaşayan bir heykeltıraşın” eserlerini sergiliyor olacak.

20 Ekim 2010

"At"a Dair!

Giriş ve çıkışları polisler tarafından denetlenen/tutulan bir açıkhava alışveriş merkezi  mi, yoksa zengin bir kütüphane ya da sanat eseri mi? Taksim/İstiklal Caddesi, her ikisi ve belki de daha fazlası... İki benzetmeyi de hangi zaman, nereden duyduğumu hatırlamıyorum ama üzerine uzun uzun düşünmeye fırsat veren bu iki algılamanın, geçtiğimiz gün kendi payıma düşen kısmını paylaşmak istiyorum. Sadece 1 saatlik bir zaman aralığında meydandan tünele uzanan yolda gezdiğim 3 sergi de, erişilebilir olmalarından öte bir anlam taşıyor, tam da dışarıda olup biteni yansıtıyordu.
Bu sergilerden biri, Fotoğraf Geçidi 2010 projesinin 14. Sergisi olan “İstanbul Yarışıyor”.  Mısır Apartmanı’ndaki Fototrek Fotoğraf Merkezi’nde sergilenen 32 fotoğraf, 11 sanatçının Veliefendi Hipodromu’nda yaptıkları 2 aylık atölye çalışmasının sonucu ortaya çıkmış. Sadece iki kadın fotoğrafçının yer aldığı sergiden aşağıda seçtiklerim, bu iki sanatçının fotoğraflarını da içeriyor. 
Alt alta yer alan fotoğraflardan ilk ikisi Gültekin Çizgen'e ait. Serginin iki kadın sanatçısı Bahar Kaleli ve Işık Kaya ikinci sütunda. Arda Olgaç ve Mete Çarkçı'nın fotoğrafları ise sonda
Aslında serginin kataloğunda, sanat yönetmeni Gültekin Çizgen’in atlar ve sergi üzerine yazdığı önsözde geçen “rüzgârın kızı” benzetmesini görmesem, bunun altını çizer miydim bilmiyorum. Çünkü bu benzetmeden yola çıkarak tekrar düşündüğüm fotoğraflar, Açık Radyo programcısı Mahir Başdoğan’ın “Sahi ya, siz sadece ata mı binilir zannediyorsunuz?” hatırlatmasıyla daha da anlamlı hale geldi. İlk ikisi; yarıştıran, dizginleyen, kontrol ve hâkimiyet kuran “modern” insanın/erkeğin tezahürü gibi. Öte yandan iki kadın sanatçının gözünden yansıyan fotoğraflardan Işık Kaya'ya ait olan 4. fotoğraf tam da bu ilişkiyi tersten okumaya çalışıyor sanki. İnsanın iç dünyasına dair tüm çatışma ve uzlaşmaları da son iki fotoğrafta görmek mümkün.
Adeta Dörtnala isimli programıyla pazartesi günleri 14.00 - 14.30 arası Açık Radyo'da olan Mahir Başdoğan, meraklısı için bulunmaz bir kaynak. http://www.adeta-dortnala.net/ ise, yazı ve radyo program kayıtlarına ulaşabileceğiniz adres...

19 Ekim 2010

Avrasya Maratonu



Birdirbir oynayan da vardı, tenis de! Türkmenistan’ın bağımsızlığı için slogan atan da vardı, Trabzonspor bayraklarıyla tezahürat yapan da… Sivil ve son derece renkli Avrasya Maratonu’nun en akılda kalanı ise benim için çocuklardı. Aileleri ya da okullarıyla organize olup gelenlerin dışında, aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz iki grup oldukça dikkat çekiciydi.

Fotoğraflar üzerine düşünürken, pankartta yazan “Hakkâri” vurgusunun izinden gitmeye karar verdim. Ellerine tutuşturulan dövizlerle ötekileştirilen bu çocuklar, meğer 2 yıl önce başlatılan “Taş atma, gol at” projesi çerçevesinde kurulan futbol takımının oyuncularıymış. Hakkâri’de doğup büyüdükleri için, sadece top oynamaları yetmiyor elbette. Gazete başlıklarından öğreniyoruz ki,  bu çocuklar Hakkâri’nin Ronaldinho’ları! Hatta Hakkâri Valisi Muammer Türker, bu “proje çocukları” tanıtırken, Türkiye’nin her bakımdan dünyanın önemli bir gücü olma yolunda ilerlediğini ve bunu spor alanında da göstermek istediklerini söylüyor! Çocuklar da çırpınıyor: “Hakkâri’yi taş atan değil, top atan çocuklar olarak duyurmak istiyoruz, Türkiye’yi en iyi şekilde temsil etmek istiyoruz.”
Hakkârili çocuklar badmintondan sınıfta kalmış olacaklar ki, şimdi futbolla parlatılıyorlar! Zira gazetelerden öğrendiğimize göre 2009 yılında il genelinde yaklaşık 2 bin badminton malzemesi, yüksek bürokratların sembolik maçları eşliğinde okullara dağıtılmış!
  • Akşam: Polise taş atan çocuklar takımı - 29 Ağustos 2009
  • Akşam: Taş değil gol atan çocuklar - 8 Ekim 2010
  • Star: Hakkârili Ozan taş değil top attı, İsviçre’den teklif aldı - 9 Ekim 2010
  • Zaman: Taş değil, gol atmak istiyorlar - 3 Eylül 2010
  • Zaman: Hakkâri’nin Ronaldinho’su - 17 Nisan 2010
  • Habertürk: Taş atan çocuklar Almanya’da ikinci oldu - 28 Mayıs 2010
  • Radikal: Hakkârili çocuklar artık taş yerine gol atacak - 17 Nisan 2010
Hemen hemen tüm gazetelerde yer bulan bu haber, belli ki insanlara iyi geliyor. Bana ise farklı seslere, alternatif yayınlara ne kadar ihtiyaç olduğunu hatırlatıyor. Bu taraflı ve sorunlu dil, yayınların içerik çözümlemelerinin yapılmasıyla ancak ortaya konabilir.
Bu ayırıcı bakış açısı sadece gazetelerle sınırlı değil. 2005 yılında “İstanbul’da yaşayan çocukların çeşitli problem ve taleplerini ifade etmelerini ve çözüm üretiminde yardımcı olmalarını sağlamayı” amaçlayan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Çocuk Meclisi’nin üyeleri, 39 ilçeden 8-15 yaş arası “seçilmiş, başarılı çocuk”lardan oluşuyor.  Söz söylemek başarıdan geçiyor!
İstanbul ya da Hakkari, fark etmiyor, “büyüklerin” konforu hiiiç bozulmuyor.

17 Ekim 2010

Gönüllü Arkeologlar

Kral Tepesi-Kıbrıs
2010 Haziran’ının ilk haftasında, İstanbul Şehir Üniversitesi tarafından düzenlenen “Efsaneler Akdenizi, Akdeniz Efsaneleri” başlıklı sempozyumda izlediğim “Bir Kazının Görsel Etnografisi”, beni gerçekten büyülemişti. Kıbrıs'ta bulunan Doğu Akdeniz Üniversitesi’nden iki akademisyenin, doğa yürüyüşü sırasında dik bir tepenin üst kısmında karşılaştıkları çukuru, aynı üniversitenin arkeoloji departmanına haber vermeleriyle başlayan kazı çalışmalarının anlatıldığı belgesel, tam bir keşif ve iş birliği öyküsü. Tepede başlayan kazıların su altına indiği, Bronz Çağı'na ait 26 farklı tarihi eserin bulunduğu kazılara, dünyanın dört bir tarafından gelen öğrencilerin eli değmiş. Bu serüvenin, çoğunlukla fotoğraflardan (yerden, havadan, su altından) oluşan belgeseline, besteleriyle müzik bölümü de destek vermiş. Tam bir disiplinler arası dayanışma.
Aslında benzer bir birliktelik, kazı yapılan alan ve o bölgede yaşayanlarla da kuruluyor. Örneğin 51 yaşındaki Hatice Yaşlı, Çatalhöyük’te yapılan kazılarda 18 yıldır görev alıyormuş. Bilgi ve deneyimleriyle, fahri bir arkeolog. Yılın 2-3 ayı akraba ve komşularıyla kazılara katılan bu bölgedeki insanlar, asgari de olsa yaptıkları işin karşılığını alıyorlar. Bir de üstüne para vererek kazılara katılan “gönüllü arkeologlar” var. Her yıl kasım ve mayıs ayları arasında başvurmak üzere, çeşitli üniversite ve enstitüler gönüllülere çağrıda bulunuyor. Archaeological Intitute of America’nın internet sitesinde yer alan bu duyurulardan biri, İtalya’nın Pompei kentinde 19 Haziran-19 Temmuz 2011 tarihleri arasında gerçekleşecek. Bu çalışmanın amacı; yiyecek ve içeceklerin tüketimi, depolanması ya da dağıtılmasıyla ilgili yapıların analiz edilmesiyle, Pompei şehrinin günlük hayatının dinamiklerini anlamak. 1435’ten fazla yapı ölçülerek, krokileri çıkarılarak ve fotoğraflanarak belgelenecek ve elektronik ortamda geniş bir veritabanı oluşturulacak. M.Ö. 79’larda geçirilecek bir haftanın maliyeti 1600 dolar.
Türkiye'ye iade/hediye 
edilen eserler
İster bir yürüyüş sırasında keşfetmek için bakarak, ister bu kazı projelerinde gönüllü olarak, isterse yanı başınızdaki kazılarda görev alarak, arkeoloji bilimine katkı sağlamak mümkün. Ayrıca tarihi eserlerin iade ve hediyesi edilmesi de destek olmanın bir başka biçimi. Bunu, Kültür Bakanlığı’nın internet sitesinde, bir tıkla hatırladım.
1980’den günümüze yurtdışından iadesi sağlanan tarihi eserlerin listesinin yer aldığı siteden,  sadece son 15’inin hikâyesini öğrenebiliyoruz. Avrupa’da ya da Ortadoğu’da; kimi havaalanında, otoyolda; kimi tam da açık artırmada satılmak üzereyken veya bit pazarında, kimi interpol bülteniyle bulunan tarihi eserler… Bu geri getirilebilen çalınmış eserlerin yanında, az da olsa bağışlanan ve hediye edilenler de var. Yanda gördükleriniz, tam da onlar…
  • Eylül 2007: Almanya’dan Sieglinde John, şu an Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde bulunan 4 adet sikkeyi teslim etmiş.
  • Ekim 2008: ABD-Arizona-Phoenix’ten R. V. Stephens, Sardes Antik Kenti'ne ait olduğunu belirttiği tıp aletleri koleksiyonunu, Türkiye’ye yaptığı ziyaret sonrasında bağışlamaya karar vermiş. Roma Dönemi’ne ait 12 adet bronz cerrahi alet ile 1 adet sarkaçtan oluşan eserler, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Maden ve Hulliyat Eserleri Koleksiyonu’na kaydedilmiş.
  • Şubat 2009: Avusturya’dan Nişan Bagos Aşciyan tarafından hediye edilen el yazması Kur’an yaprakları, Anadolu Medeniyetleri Müzesi tarafından koruma altına alınmış.
  • Şubat 2009: Avusturya - Innsbruck’dan Hülya Özdemir’in Avusturyalı yetkililere teslim ettiği bir adet kandil ve bir adet sikke, eserlerin Türkiye kökenli olduğunun belirlenmesiyle iade edilmiş.
  • Ekim 2009: Almanya’dan Ilse Wigand’ın iade ettiği Efes Kökenli stel, Efes Arkeoloji Müzesi’ne teslim edilmiş.
Hediye edilen de çalınan kadar değerli...

16 Ekim 2010

Parfüm Bahçesi


Planlanmadan gerçekleşen bir hafta sonu gezintisinin düşündürdükleri üzerinden devam edelim...
Parklardan ilham alarak İstanbul’a nefes aldıran yeşil alanların sayısını öğrenmek üzere Büyükşehir Belediyesi’nin internet sitesine yaptığım ziyaret, maalesef sonuçsuz kaldı. Ama en azından görevleri arasında, “kentin estetik görünümünü destekleyici nitelikteki süs havuzu, kent mobilyaları, çiçek saati ve çiçeklikler tesis etmek” olduğunu öğrendiğim Park ve Bahçeler Müdürlüğü’nün “vizyon projelerini” öğrenmiş oldum! Henüz belli ki “Olsa iyi olur” aşamasında olan fikirler arasında; tema bahçeleri, 4 mevsim parkı, soğanlı bitkiler parkı, çiçek saati, labirent parkı bulunuyor.
“Çiçek saati de ne ola ki?” diye sordum ve öğrendim. Dünyanın pek çok ülkesinde mevcut: Amerika, Yeni Zelanda, Avustralya… Ama sanırım en ünlüsü, İsviçre’nin Cenova kentinde bulunan İngiliz Bahçesi’nde (Jardin Angelis) yer alıyor. 1955 yılında endüstrinin lokomotifi olan saat sektörünü onurlandırmak için yapılmış. Anlaşılan İsviçre’nin “mutlaka görülmeli” noktalarından biri, zira aşağıdaki fotoğrafları bulmak hiç vaktimi almadı. Çiçeklerin kendi “biyolojik saatlerini” gözlemlemenin eğlenceli olabileceği bu saat, kullanılan bitkilere göre yeni görünümler elde ediyor.
Toprağın üzerine çiçekle çizilen saat, bana bir hatırlatma gibi geldi!
İsviçre’deki bu İngiliz Bahçesi, aslında bir park ve bahçecilik anlayışını temsil ediyor. 18. yüzyıl başlarında ve 19. yüzyıl boyunca tüm Avrupa’yı etkileyen bu akım, Fransız bahçe ve park geleneğine karşı ortaya çıkıyor. Ağaçların uzamasına izin vermeyen, onları düz bir çizgi hizasında diken, perspektif ve optik en son gelişmeleri kullanan geometrik bir plan çerçevesinde hareket eden, kısaca insanın doğa üzerindeki hâkimiyetini vurgulayan Fransız bahçe/park alışkanlığına karşı, doğadan bir manzara gibi.
Doğayı simüle eden parklar, sanayileşmenin getirdiği kentleşme baskısıyla şekil değiştirmiş elbette. Kent Plancısı Zeynep Yılmaz, 2006 yılında sunduğu “Kentsel Parklar ve Kentsel Tasarım İlişkisi” başlıklı tez çalışmasında, erişilebilirliğin önemli olduğu bu dönemde, yerleşimler tarafından çevrelenen mahalle parklarının öne çıktığını yazıyor ve bence oldukça önemli şu tespitte bulunuyor: “Bu parkların fiziksel egzersiz, denetim (velilerin denetiminde oynayan çocuklar) ve organizasyon mantıkları üzerine kurulması bir anlamda endüstriyel kültürün de görüşlerini yansıtıyor.” 
Sosyal ihtiyaçlar kadar, ideolojik düzen de park/bahçe üzerinde kendini hissettirebiliyor!
Kentsel parklar tarihi modellere ayrılabilir, birbirinden kesin farkları olabilir ancak bugün bu modellerin hepsini yansıtan parklar bulmak mümkün. Yenilerini de… Örneğin 2009 yılında İngiltere’de Royal Horticultural Society tarafından verilen en yaratıcı bahçe ödülünü kazanan Parfüm Bahçesi bunlardan biri. 400 yıl önce I. Elizabeth’in kendisine özel hazırlanmasını istediği parfümden yola çıkan bahçe, o günden bugüne kokuya yapılan bir yolculuğu temsil ediyor. Etrafını kozalaklı bitkilerin çevrelediği bahçenin merkezindeki çelik yapının içinden yükselen kollar, tıpkı bir taç yaprak gibi güneş panellerini ve yağmur depolama sistemlerini gizliyor. Parfümün yapılışına canlı canlı tanık olduğunuz bu bölüm, her bir bitkinin burada görevli olduğu bahçeyle çevrili. Misssss...

15 Ekim 2010

Kent Mobilyaları



10 Ekim 2010 Pazar günü henüz kimseler uyanmamışken, Anadolu yakasından Avrupa’ya yaptığımız konforlu toplu taşıma yolculuğu sonrasında, Osmanbey metro durağından başladığımız İstanbul turumuz, bizi daha önce görmediğimiz yerlerle buluşturdu ve bu yazının konusunu oluşturdu.
Nişantaşı Sanat Parkı
Maçka Demokrasi Parkı’nda yapılacak bir etkinliğe katılmak için seçtiğimiz rota, Nişantaşı Sanat Parkı’nı da içine alıyordu. Daha önce Cumhuriyet Parkı olarak adlandırılan bu alan, 2009 yılında Şişli Belediyesi’nin girişimleri ve farklı damarlardan beslenen çeşitli sanatçıların katkılarıyla iddialı bir başlık altında “İstanbul’un İlk Sanat Parkı”na dönüşmüş. Yandaki fotoğrafları çektiğim tarihte bir blog oluşturma fikri henüz gündemde olmadığından, bu kent mobilyalarını yeniden yorumlayan sanatçıların isimlerini not almamıştım. İnternet üzerinden yaptığım araştırmalar da yetersiz kalınca, bu kimliksiz yayımlamanın özrünü, en kısa zamanda eksikliği dolduracağımın sözünü vererek dileyeyim. İsimlere ulaşamadım ama parkın açıldığı tarihte, gazetelere ve dolayısıyla internete taşınan haberlerde kullanılan görseller şöyle bir çıkarım yapmama izin verdi. 2012 yılının sonuna kadar sergileneceği söylenen eserlerin bir kısmını, şu an parkta görmek mümkün değil! Kavramsal çerçevesi olan bir sanatsal projenin içinde ya da sadece bir reklam panosu olarak, bankların malzeme edilmesi sıkça rastlanan bir durum. İster dramatik bir etki yaratmak isterse eğlenmek için olsun, ortaya çıkan sonuçlar oldukça dikkat çekici. İşte kısa bir araştırma sonrası benim ulaşabildiklerim…

  • Fotoğraftaki ilk bank, Amerika’da bulunan Albuquerque Müzesi ve Heykel Bahçesi’nde sergileniyor. 1960 yılına ait bu isimsiz çalışma, Kore Savaşı’na katılan ve 33 yaşında ölen Donald Duncan’a ait. (Ölümünün savaşla ilgisi yok ama savaşın heykelle ilgisi var sanki!)
  • "Da Benchi" isimli ikinci bank, Becky Wisniewski tarafından tasarlanmış. O da Amerika’dan bir örnek.
  • Paris’te yaşayan Arjantinli tasarımcı Pablo Reinoso’nun "Spaghetti Bench"i, üçünçü fotoğraf. ST. Petersburg – Florida’da bulunan ve Amerika’da tek bir sanatçıya vakfedilen ilk müze olan Salvador Dali Sanat Müzesi’nin  önündeki bank, Dali’nin  'Disintegration of the Persistance of Memory' tablosunu hatırlatıyor.
  • Amerika-Idaho'da "halkı sanatla buluşturma projesi"nin içinde yer alan River-Nehir isimli 5. çalışma,  Zack Tumer ve C. J. Wilber'a ait.
  • İmzasını bulamadığım son fotoğraf Güney Kaliforniya-Laguna sahilinde...
Nişantaşı Sanat Parkı’na dair benim son sözüm, kedilerin bu mekânın gerçek sahipleri olduğu. Birbirinin devamı niteliğindeki Maçka Demokrasi Parkı’nda ise bu durum köpekler lehine değişiyor! İstanbul’un 5. büyük yeşil alanı olan Maçka Demokrasi Pakı’ndan (İlk dördü sırasıyla Bakırköy Atatürk Ormanı, Üsküdar 1,2 Parkları, Büyük Çamlıca Ağaçlandırma Sahası, Yeşilköy Sahil Parkı) geçerek indiğimiz Beşiktaş Vişnezade’deki Şairler Sofrası, İstanbul’da bulunan az sayıdaki heykel parklardan biri. Parklarla ilgili araştırma yaparken ulaştığım Özgen Yıldırım’ın konuyla ilgili yazısı oldukça ufuk açıcı. http://ozgenyildirim.blogspot.com/ Daha fazlası için gidip görmek gerek. Zira parkın girişinde Cahit Sıtkı Tarancı'nın sokak lambasına dayanmış heykelinin hissettirdikleri tarifsiz...

14 Ekim 2010

Bisiklet


Farklı zaman ve yerlerde, ama hepsi 2010 yılı içinde fotoğrafladığım bisiklet manzaraları...   
  • İlki Bayezid Meydanı'nda Ramazan ayı boyunca açık olan pazardan. 
    Üreticisinin anında görüntü el becerilerini yansıtan bu bisikletlere, kişiye özel mesajlar da yazdırabiliyorsunuz!

  • Bu yıl sahip olduğumuz bisikletlerimiz ikinci fotoğrafta. 
    Evin girişinde, duvara çizdiğim "peloton"la yan yana...

  • Üçüncü fotoğraf Balıkesir-Gönen'den. Annemle birlikte gerçekleştirdiğimiz anane ziyaretinden. 
    Bir adımda sokakta, bir adımda evde olunabilen kapılar...

  • 11 Nisan'da başlayan Türkiye Bisiklet Turu'nun Sultanahmet'te yapılan ilk etabından.

  • Ada, vapur, bisiklet... Çok yakışıyorlar birbirlerine...

  • Yıllarca Bayezid-Taksim hattı için kullandığım Haşim İşcan'daki "kız" ve "errrkek"  bisikletleri/rolleri... Süslü ve yüklü modeller!

  • En yenisi en sona. Yer Taksim, tarih 10/10/10. "One less car, one more bike"

13 Ekim 2010

Altlandsberg


Altlandsberg
Son 1 senedir daha az tüketmeye, yavaşlamaya, küçülmeye çalışıyoruz. Basitleştirmeye çalıştığımız yaşamımızın bir yansıması olarak da bisikleti, hayatımızın merkezine yerleştirmek için çaba harcıyoruz. Kuzenimin dediği gibi “zaman ve mekân algılarını değiştiren” bu “araç”la ilgili algılarımız, anlayacağınız son derece açık. Haliyle ilk neyi kaydetmek istediğim üzerine kafa yorarken, bisiklet derhal ilk sıradaki yerini aldı.
Bisiklet rotaları üzerine internet sayfalarını çevirirken, Berlin’e 22 km uzaklıktaki Altlandsberg‘te çekilmiş bu fotoğrafa takılıp kaldım. Burası yaklaşık 9 bin kişinin yaşadığı küçük bir kasabaymış. Neredeyse 120 bisikletin duvarda asılı olduğu bu bina da, bir bisiklet mağazası. Mağazanın sahibi Christian Peterson’ın, yerden tasarruf sağlayan, ekstra tabela masrafından kurtaran bu yöntemi, bir pazarlama stratejisi olarak tahlil edilebilir elbette, ama ben bu fotoğrafı bir Alman vatandaşının Berlin Duvarı travmasının ardından duvarla kurduğu yeni bir ilişki biçimi olarak düşünmek istiyorum sanırım.
Ravindra Gujjula
Altlandsberg, İngilizce ulaşılabilen çok az kaynağa göre, leylek yuvalarıyla ünlüymüş. Buraya göçüp konan ise sadece kuşlar değil. İlki 1993 yılında olmak üzere, 3 dönem üst ütse belediye başkanlığı yapan Ravindra Gujjula, Hindistan asıllı bir Alman vatandaşı. 1973 yılında tıp eğitimi için Doğu Almanya’ya gelen Gjjula’nın, % 80 gibi yüksek bir oranla seçimleri kazanmasında, mesleği kolaylaştırıcı bir rol oynamış. İsveçli ve Avusturyalı kadar “yabancı” belediye başkanlarına alışık Almanlar içinse bu başarı, son derece sarsıcı olmuş. Hatta o zamana kadar bilinen, “dışarıdan” seçilen tek yabancı, Berlin Şehir Konseyi'nde görevli olan Kürt asıllı Türkiye vatandaşı İsmail Hakkı Koşan. Bu durum, ilginç bir tesadüften öte, 1960’larda Almanya’ya akan Türler, Hintliler ve kim bilir daha kimlerle açıklanabilir. Şimdilerde Brandenburg Eyalet Parlamento’su üyesi olan Gjjula'nın, özellikle ırkçılık karşıtı politikalar üzerine kafa yoruyor olması sürpriz değil. Sürpriz olan, 2000 yılında yapılan ve Avrupa’da kaydedilen ilk fil yarışının fikir sahibi olması. Yarısı Afrika’dan yarısı Asya’dan getirilen 14 sirk filiyle gerçekleştirilen yarışa gösterilen tepkiler karşısında Gjjula, “Animals have fun” diyerek kendini savunmuş!
Bisiklet üzerine niyet edilen bir yazı, içinden bisiklet geçen bir fotoğrafın izinde, dünyanın bir ucuna, küçük bir kasabaya heyecanla yapılan bir yolculuğa dönüştü. Belki bir gün yolumuz düşer…