31 Aralık 2011

Öfke

Senenin son kaydını, bütün bir yıl ne yaptığımdan çok ne hissettiğimi izleyebildiğim blog kayıtları arasında gezinerek noktalamak istedim. Her bir başlığın üzerine gelerek kaynağına ulaşabileceğiniz bu kayıtlar, bir dış gerçekliğe işaret etse de, her zaman kendi iç dünyamın aynası oldu. Bazen başkalarının yazdıkları, zaman zaman da kendi ifadelerim için en önemli yol gösteren öfkeydi. Görünürlüğü arttıkça, şiddeti azaldı. Yeni yıl için daha "eğlenceli" kayıtlar yerine, henüz farkında olmadığım başka duyguları keşfetmeyi diliyorum.    

OCAK: Tik Tak Tik Tak, Kesişim Noktaları, Yolların Sonu... Ya Da Başı, Eylem Zamanı!, Haberler, Mutlu Mezarlık, Az Kısalt, Duvar, Hrant Dink, Bakış, Bir ÇiftYıldız, Haremdeki Gerillalar

26 Aralık 2011

Pembe Kurdele

Tam da pembe kurdeleyi çözüp, paketin içindekilere bakmaya niyetlenmişken, kayıtla hem doğrudan hem de sembolik bir ilişki kurabileceğim pembe ajanda çıktı karşıma! Örneklerini yanda görebileceğiniz haberde şöyle deniyordu:
“AVON Meme Kanseri ile Mücadele Projesi'nin 15. yılında 15 kadın, AVON Pembe Ajanda 2012 için bir araya geldi. Farklı alanlarda üstün başarılara imza atmış 15 kadın, meme kanserine dikkat çekmek için hayallerinden ilham aldı. Projeye özel tasarlanan büstiyerler ile AVON Meme Kanseri ile Mücadele Projesi'ne destek verildi.” 
Bir hastalığın ikonik bir sembolünün olması kötü bir fikir olmayabilir. Hatta bu semboller aracılığıyla, kadınların sosyal etkinliklere katılım oranlarının arttığı da iddia edilebilir. Ben bugün, problemli bulduğum bu iki önermeyle de ilgilenmiyorum. Kanserle mücadelenin, “farkındalık yaratma” ve “tedavi” arasına sıkışan pembe dünyasının içine girelim istiyorum. Bunun için de Stacy Malkan’ın “Not just a pretty face: The ugly side of the beauty industry” isimli kitabından önemli bulduğum bölümleri paylaşıyorum:  
“…1980’lerde, 'sebep' pazarlayarak aynı fiyat ve kalitedeki mallar arasında tüketici tercihlerini etkileme stratejileri gündeme geldiğinde, kanser, özellikle burada sınırlandırıldığı biçimiyle meme kanseri, şirketlerin kadın dostu bir imaj yaratabilmeleri için oldukça güvenli bir alan yarattı. Bu tema, nasıl tavır alacaklarını bilemedikleri AIDS’e benzemiyordu. Politik olarak doğru bir dil geliştirmelerine, meydan okumalarına gerek yoktu! Hem kurumlara hem bireylere; feminizme bulaşmadan, aktivist olmadan, kemikleşmiş yapıları sarsmadan “dava”yı destekleme olanağı veriyordu. 
…Pembe kurdele aslında pembe değildi; pazarlama aracı olarak da düşünülmemişti. 1990’larda kızı, annesi ve kız kardeşi meme kanserine yakalanan Charlotte Haley’in öfkeli ve kararlı girişimi, pembe selinde kayboldu. Haley, 1,8 milyar dolar olan kanser bütçesinin sadece % 5’inin kanseri önlemeye yönelik çalışmalarda kullanılmasına kızgındı. Yemek masasında bir gecede hazırladığı 1000’e yakın şeftali renkli kurdeleleri, bu notu iliştirerek yaşadığı bölgedeki marketlerde dağıttı, destek verebilecek güçlü kadınlara yazdı. Estee Louder’in işbirliği önerisine yanaşmadı. Zira Haley’e göre bu kurdele, kadınları politik olarak aktif olmaya çağıran bir araçtı; ticari olarak kullanılamazdı. Avukatların başka bir renk tercih etmeleri önerisi üzerine Estee Louder, pazar araştırmalarında “stres azaltıcı, sakinleştirici” etkisiyle öne çıkan pembeyi seçti. Pembe, kanserin uyandırdığı duyguların tam tersini yansıtıyordu.   
…Meme kanseri farkındalık ayının fikir sahibi ve ana sponsorlarından biri, meme kanseri tedavisinde en çok kullanılan tamoxifen isimli ilacın üreticisi, İngiltere merkezli uluslararası ilaç firması AstraZeneca. Firma 2000 yılına kadar kanserojen kimyevi bir madde olan acetochlor’u da içeren tarım ilaçları üretiyordu; hatta bu pazarın lideriydi. Los Angeles ve Long Beach limanlarına DDT ve PCB boşaltmakla suçlandı; hakkında dava açıldı. Ülke çapında kanser kliniklerini satın aldıktan sonra, 1999 yılında İsveç’li ilaç firması Astra ile birleşti ve daha da büyüdü. Düşünün, dünyanın en büyük kanserojen firmalarından birinin çatısı altındasınız, meme kanseri tedavisi sizin elinizde, önleyici ilaç çalışmalarının yönetiyorsunuz ve 11 merkezde kanser tedavisi uyguluyor ve kendi ilacınızı yazıyorsunuz. Haliyle bu başlık altında verilen tüm mesajları da kontrol ediyorsunuz. Bütün dikkati erken teşhis ve tedaviye odaklayan bu “farkındalık” mamogram çektirmek ve ilaç almakla sınırlı.
Meme kanserinin tıbbi çözümleri, egzersiz ve beslenme ile belirlenen “doğru” yaşam şekilleri, kişisel sorumluluğun önemi yüksek sesle konuşulurken; endüstrinin, kanun koyucuların yükümlülükleri sadece fısıldanıyor. Daha az kadının meme kanserinden öldüğünü duyuyoruz ama ne kadarının kansere yakalandığını konuşmuyoruz."

22 Aralık 2011

ExpressWell

Kaydın başlığı, Apple’ın iPod için geliştirdiği uygulamalardan birinin adı. Kanseri bir hediye gibi algılayan ve algılamaya zorlayan “pozitif düşünce dünyası”na ilişkin bir önceki kaydın içeriğini oluştururken karşıma çıktı. Kanser hastası ya da yakınları için özel günlerin ne kadar zor olabileceğinden yola çıkarak hazırlanan ve kanser hastalarına verilebilecek hediye alternatiflerinin sıralandığı bir listenin başında geliyordu.
Bir “kanserliye” nasıl bir hediye alınabilirdi ki? Tıbbi ihtiyaçlarından yola çıkmak hediye olamazdı. Sanki kanser değilmiş gibi yapmak, hasta olmasaydı da alacağınız türden bir hediye vermek en iyisiydi. En sık alışveriş yaptığı mağazalardan hazırlanacak hediye kartları, en sevdiği lokantalarda kullanabileceği indirim kuponları, kasvetli günler için kurtarıcı olabilirdi. Üstelik açık tarihli bu hediye, kanser hastalarının “belirsiz” durumlarına ne kadar da uygundu. iPad veya iPod ise, taşınabilirliği sayesinde, uzun kemoterapi seanslarını ve hastane günlerini daha katlanılabilir kılıyordu. Böylece kanser hastamız, sevdiği bir diziyi ya da TV Show’unu “kaçırmıyordu.” Elbette aşağıda sıralayacaklarımı da,  tıpkı burada olduğu gibi “akla uygun” hale getirmek mümkün. Ama bunların hiçbiri, ne iç ne de dış gerçeklikle örtüşmüyor; aksine perdeliyor:
iChemoDiary: Ücretsiz
Kanser hastası ya da onun bakımı ile ilgilenenler için, ilaç firması Merck tarafından dizayn edilen bu uygulama sayesinde, kemoterapi randevularınızı takip edebilir, tedavi takviminizi yönetebilirsiniz. Ateşinizin ne zaman ve ne kadar çıktığını hatırlamaya çalışmak yerine, yan etki ve semptomları kaydedebilir; dilediğiniz zaman raporlar düzenleyip doktorunuzla paylaşabilirsiniz.
CaringBridge: Ücretsiz
Bir internet sitesi ile beraber kullanılan bu uygulama, belli bir hastalığı olan kişiler için düzenlenmiş sosyal paylaşım sitesi olarak tanımlanabilir. Böylece sağlık durumuzla ilgili her yeni güncel bilgiyi, arkadaş ve akrabalarınızı aramak zorunda kalmadan, buradan paylaşabilirsiniz. Ayrıca mobil versiyonu ile Facebook ya da Myspace gibi sosyal ağlara da rahatlıkla bağlanabilirsiniz.
Cancer Terms Pro: $1.99
Tedaviniz süresince, sağlık çalışanları bilmediğiniz tıbbi terimler kullanabilir. Bu uygulama, tıbbi jargonu çözmeniz için çok faydalı. Terimler sadece onkoloji ile sınırlandığından, gereksiz bilgiler yer işgal etmiyor.
My Medical: $1.99
Bütün sağlık bilgilerinizi hafızasında tutan bu mobil veritabanı; alerjilerinizden önceki ameliyatlarınıza kadar tüm tıbbi geçmişinizi listeleyebiliyor. Birden fazla kişi için hesap oluşturabilmesi, aileler için iyi bir özellik. Diğerlerinden farklı olarak laboratuar sonuçlarını da içermesi, rutin kontrolleriniz için kolaylık sağlıyor. Uygulamanın şifre korumalı olması, cihazınız kaybolduğunda bilgilerinize erişilmesini engelliyor.
iHealth Log: $1.99
Bu uygulama kronik hastalıkları olan kişilerin ihtiyaçları göz önüne alınarak tasarlanmış. Randevularınızı, test sonuçlarınızı, hatta kilonuzu takip edebiliyorsunuz. Bir diğer özelliği de günlük içermesi. Doktorunuza soracağınız soruları kaydetmek veya yapılacaklar listesi hazırlamak için kullanışlı bir özellik.
ExpressWell: $.99
İlaçlarınızı ne zaman ve hangi dozda alacağınızı takip edebildiğiniz bu uygulama,  gün içinde farklı sorunlar için farklı tedaviler alan hastalar açısından son derece önemli. Özellikle doktora gideceğinizde veya acil servis ziyaretinde bilgilerinizi kolayca iletmenizi sağlayan çok iyi bir araç.
Awesome Note: $3.99
Sadece tıbbi değil, birçok bilgiyi organize etmeniz için kullanılan bu uygulama, hayatın hızlı akışıyla baş etmek için çok faydalı. Çünkü kanser teşhisiyle hızlanan bu ritim, hiç yavaşlamıyor. Alışveriş listeleri, yapılacaklar listesi, takvim ve hatırlatmalar ile günlük işlerinizi idare etmek artık daha kolay.”

19 Aralık 2011

Kanser=Hediye


Bir önceki kaydı takip edip, Ayşecan Terzioğlu’nun kaleme aldığı “Küreselleşme, Kanser ve Hastalık Anlatıları: Bilinçli/Bilinçsiz Hastadan Biyolojik Vatandaşlığa Geçiş” başlıklı çalışmadan küçük bir alıntıyla başlayalım:
“Doktorlar kanser hastalarına sıklıkla morallerini yüksek tutmalarını söyler; bunu yapabilmeyi bilinçli bir hasta olma kıstası sayarlar. Buna göre yüksek moralli bir hastanın kendine yetmesi ve başta doktorlar olmak üzere, sorunlarını diğer kişilere mümkün olduğunca az yansıtması gerekir. Oysaki kanser hastaları, tedavi sürecinde hayatlarında önemli kopmalar, kırılmalar ve kayıplar yaşarlar; bu değişimler onların bedenleriyle olan ilişkisini, ruh halini, toplumsal ilişkilerini ve kimliklerini etkiler.
…İçselleştirilen bu bilinçli ve bilinçsiz hasta tanımları, kanser hastalarının birbirleriyle yakınlık kurma stratejilerini de önemli ölçüde etkiliyor. Bilinçli olarak tanımlanan hastalar, bilinçsiz hastalarla yakınlaşmaktan kaçınmalarının nedenlerini, sürekli şikâyet ederek morallerini bozmaları olarak gösteriyor. 30 yaşlarında meme kanseri hastası Figen, bu kaçınma eylemini ‘Muayenemi beklerken üzüntüsünü diğerlerine bulaştıran hastalardan uzak duruyorum. Hiç çekemem onları! Orada hepimiz kanser hastasıyız, hepimizi üzen şeyler var ama ağlayan sızlayan hastalar, hem diğer hastaların hem de doktor ve hemşirelerin moralini bozuyor, hepimizi sinir ediyor’ şeklinde anlatıyor.”
Terzioğlu bu tespitini, görünürlüğü ile ters orantılı biçimde dilsiz olan bu hastalıkla ilgili farklı toplumsal analizler için kullansa da, bu paragraftan hareketle ben, şikâyetin ihanet gibi algılandığı “pozitif düşünce dünyası”na yakından bakmak istiyorum. Bu dünyayı temsilen seçtiğim yukarıdaki kitapların hepsi; “Kanser şimdiye kadar başıma gelen en iyi şey,” “Kanser bana yeni bir hayat verdi,” “Kanser, yaşamın ne kadar değerli olduğunu anlamamı sağladı; gözlerimi açtı,” “Kanser gerçekten yaşamak istediğiniz türden bir hayat için bilet,” “Kanser sizi tanrıyla buluşturan, ilahi olana götüren bir araç,” gibi ifadelerle, kanseri “hediye” gibi algılayan içeriklere sahip. Bu ortak dilin neye karşılık geldiğini anlamak için, başka bir kanser anlatısına kulak vermenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden, meme kanseri hastası Barbara Ehrenreich ile geçtiğimiz yıl Guardian’da yapılan röportajın kısa bir bölümünü paylaşıyorum:
“Aylarca süren kemoterapi seanslarım sırasında, pozitif düşünce ve davranışın ne kadar gerekli olduğuna dair ifadelerle; web siteleri, kitaplar, onkoloji hemşireleri ve birlikte tedavi aldığım diğer hastalar sayesinde sıklıkla karşılaştım. Kurtuluşun buna bağlı olduğuna duyulan inanç, artık kendiliğinden kabul edilen bir önerme. Bağışıklık sistemi, kanser ve duygular arasında bir dakika düşünmeden kurulan bu ilişki, ‘uzman’ görüşleri ve ‘bilimsel’ araştırmalarla da destekleniyor. Böylece davranış bilimciler, yaşam koçları ve kişisel gelişim kitapları yazmaya can atan insanlar için önemli bir pazar yaratılıyor. Bu evrene ait olmayan herhangi bir görüş, hastalar da dahil olmak üzere, tehdide dönüşüyor.  
Bir gün mesaj panosuna, kemoterapinin güçten düşüren yan etkileri, sigorta şirketleri ve çevresel koşullara dair şikâyetlerimi içeren bir not bıraktım. Öfke başlığı altında listelediklerime pembe kurdeleyi de ekledim! Sigorta şirketi ile girdiğim mücadeleyi destekleyen birkaç satırın dışında, genellikle sitem aldım. Bir arkadaşım, ‘Bu tavrından hoşlanmadım, nihayetinde sana da bir faydası olmayacak’ dedi. Daha toleranslı bir diğeri, hayatımın bu noktasında, tüm enerjimi huzurum için harcamam gerektiğini ve ne kadar yaşarsam yaşayayım, öfke ile yaşamanın tam bir israf olduğunu söyledi.
…Pozitif düşüncenin, kanseri bir trajediden çok tıpkı menapoz gibi hayatın normal aşamalarından biri oyarak algılama eğilimi, yaygın meme kanseri söyleminin bir parçası. Burada hastalık ehlileştirilmekle kalmıyor, kanserin kaçınılmaz kayıplarına karşı duran kadınlar, aynı zamanda ödüllendiriliyor. Kemoterapinin zayıflatan/sıkılaştıran etkisi ve daha gür çıkan saçlarla kadınlar, daha seksi ve fark edilir oluyorlar! Şunu söyleyebilirim ki, meme kanseri beni daha sevimli, daha güçlü ya da daha kadınsı yapmadı. Eğer kanser bana bir ‘hediye’ verdiyse bu, bizi gerçeği inkâr etmeye, acıyı neşeyle kabul etmeye ve kendi kaderimiz için kendimizi suçlamaya zorlayan ideolojik baskıyı fark etmem oldu."

16 Aralık 2011

Bilinçli/Bilinçsiz Hasta

Bu kaydın içeriğiyle örtüştüğünü düşündüğüm
kitap kapağı, Mehmet Öz'ün "Siz" serisinden!
Kasım ayından itibaren kanserle ilgili girdiğim 8 kaydın ardından bu dokuzuncusu da, tıpkı diğerleri gibi, hastalığı farklı bir tartışma noktasına taşıyacak ve bütünün önemli parçalarından birini oluşturacak. Zira Metis Yayınları’ndan çok yeni çıkan “Neoliberalizm ve Mahremiyet” isimli kitaptan, Ayşecan Terzioğlu’nun kaleme aldığı “Küreselleşme, Kanser ve Hastalık Anlatıları: Bilinçli/Bilinçsiz Hastadan Biyolojik Vatandaşlığa Geçiş” başlıklı çalışması, bize, kanseri toplumsal olanla birlikte değerlendirme olanağı verecek. Terzioğlu’nun; hastalık anlatısının paylaşımı konusundaki stratejiler, “kendi kendine yeten yalnız hasta” imgesi, kanser ve tedavisiyle birlikte ortaya çıkan cinsiyet rollerindeki değişimler ve tıp alanındaki sık kullanımından dolayı kanser hastalarının da önemli ölçüde içselleştirdiği bilinçli hasta-bilinçsiz hasta kategorileri gibi temalar üzerinde şekillenen makalesi, burada, benim önemli bulduğum üç tespitiyle, sınırlı bir biçimde temsil edilecek. Hem bu yazı, hem de Türkiye’de dönüşen mahremiyet algısını çeşitli alanlarda inceleyen diğerleri için, kitabı edinmeniz gerekecek.
KİŞİSEL/TOPLUMSAL-MAHREM/KAMUSAL: Kanser, son yıllarda Türkiye’de en çok konuşulan ve toplumsal görünürlüğü olan bir hastalık. 2000’li yıllarda kuş ve domuz gribi gibi salgın hastalıklar toplumda panik yaratarak, tıbbi ve politik tartışmalara sebep olsa da, bu hastalıklar gündemi yalnızca bir süreliğine işgal ediyor ve zaman içinde etkisini kaybediyor. Oysa kanser, şehirleşme, sanayileşme, yaşamın hızlanması ve bireyselleşmesi gibi günümüz toplumunun yapısını belirleyen süreçlerle de özdeşleştiği için “bugünün hastalığı” olarak tanımlanıyor. Kanserin sebepleri gibi, kanser hastalarının hastalık deneyimleri de Türkiye’de yaşanan toplumsal değişimler ve sorunlarla yakından ilgili; dolayısıyla “kanser” anlatıları çoğu zaman bu ülkedeki ve dünyadaki siyasal ve toplumsal süreçler hakkındaki değerlendirmelerle iç içe geçiyor. Kanser hastalarının hastalık anlatılarında ve bu hastalık üzerinde oluşturulan toplumsal ve tıbbi söylemlerde, kişisel ve mahrem olanın toplumsal ve kamusal olanla böylesine iç içe geçmesi, bize kanser anlatıları üzerinden farklı bir toplumsal okuma yapma olanağı veriyor.
BİREYSEL SAĞLIK/HALK SAĞLIĞI: 1980 sonrası, neoliberalizm ve küreselleşmeyle birlikte gelen özelleştirme süreci, Türkiye’de 90’larda birçok özel hastanenin açılmasına sebep oldu ve devlet giderek sağlık alanındaki etkinliğini azaltarak, uygulayıcıdan denetleyici konumuna geçti. Bugün Türkiye’deki hantal, bürokratik, kalabalık ve reformlara rağmen kendini tam olarak yenileyemeyen devlet hastaneleri ve küçük bir gruba hizmet eden lüks ve pahalı özel hastanelerin arasındaki farklılıklar, bu gelişmelerin bir sonucu. Sağlık alanında ülkenin kırsal ve kentsel bölgeleri, doğusu ve batısı arasındaki bölgesel ve ekonomik eşitsizlikler, özelleştirmeyle oluşan yeni sağlık anlayışıyla birlikte iyice arttı. Bu anlayışa göre çevre ve halk sağlığı dalları tıp alanında giderek önemini yitirirken, insan sağlığını etkileyen iş ve yaşam koşulları da tıp tarafından daha az göz önüne alınır oldu. Devletin sağlık hizmetlerine erişimde eşitliği sağlama rolünün de azalmasıyla beraber, sağlık giderek temel bir insan hakkı olarak görülmekten çıkarak, kişinin kendi sorumluluğunda olan bir konu haline geldi. Birey, sağlığını korumak, hastalıklardan kaçınmak ve hasta olduğu zaman en etkin tedavi biçimine ulaşmayı bilmek, bu konularda en doğru bilgilere nasıl ulaşacağını öğrenmek zorunda. Bu, onun sağlık konusundaki temel mesuliyeti. Bu anlayış medyada da vurgulanıyor ve yeniden üretiliyor. Bireyin hastalıklardan korunmak için neler yapması gerektiği konusundaki “uzman” doktor görüşleri, sağlık alanındaki eşitsizlikler, ayrımcılıklar veya iş ve çevre sağlığı haberlerinden çok daha fazla yer buluyor.
BİLİNÇLİ/BİLİNÇSİZ HASTA: Türkiye’de bilimsel bilginin üstünlüğüne inanmanın modernlik ve iyi vatandaşlıkla özdeşleştirilmesi, tıp uzmanları ve toplum arasındaki ilişkiyi de etkiliyor. Buna göre Türk modernitesinin içerdiği iyi vatandaş ve “ötekiler” ayrımının, tıp alanına bilinçli ve bilinçsiz hasta olarak yansıdığını söyleyebiliriz. İyi ve kötü hasta anlamına da gelen bu ayrımı doktorlar, kolay iletişim kurulabilen hastaları diğerlerinden ayırabilmek için yaptıklarını söylüyor. Bilinçli hastayı onlarla aynı dili konuşan, şehirli, eğitimli ve hastanede nasıl davranacağını bilen hasta şeklinde tanımlıyor. Bilinçsiz hasta ise cahil, eğitimsiz, köylü, batıl inançlı ve doktorları yeterince takdir etmeyen hastaya karşılık geliyor. Bu ayrım doktor ve hemşirelerin hastalara karşı tutum ve davranışlarını, hatta kanser hastalarının diğer hastalarla yakınlık kurma stratejilerini de belirliyor. 

12 Aralık 2011

Çocuk ve Kanser

When Mommy Loses Her Hair - Mom Has Cancer - Taking Cancer to School - When Someone You Love Has Cancer - I Miss You (A first look at death) - Chemo to the rescue! - Chemo Girl – I am  a kid living with cancer – Nowhere Hair…
Bu başlıkların hepsi, ya kendisi kanser hastası ya da bir yakını kanserle mücadele eden çocuklar için, yetişkinler tarafından yazılmış kitaplara ait. Çocuğu uzun ve meşakkatli tedavi sürecine ya da bir yakının kaybına/ölümüne hazırlamayı amaçlayan bu kitaplar, ister ziyaret isterse tedavi için bulundukları hastane günlerinde, çocukların kullanabilecekleri/oyalanabilecekleri aktivite kitapları ve stickerlar da içeriyor. Türkçe örneklerine rastlamadığım bu materyallerin, içeriklerinden haberdar olmak için internet yeterli değil. Yine de, kendisi ve bir yakını için satın alıp okuyan ya da kullanan okurların yorumları, fikir edinebilmek için ipucu veriyor.   

Kimi, renkli ve basit illüstrasyonlar sayesinde kolay anlaşılabilen bu kitapların, hastalıkla baş etmeye çalışan aileler için ne büyük bir yardımda bulunduğunu, kanser merkezleri ve hastanelerin bu tür kitapları farkındalık yaratmak için mutlaka edinmeleri gerektiğini söylerken, bazıları da kitapları; ameliyat, radyoterapi, kemoterapi gibi süreçlerin sözlük düzeyinde açıklamalarının yer aldığı, sıcak bir hikaye kurgusundan yoksun metinler olarak tanımlıyor. Bir kısmı ise, hastalığın kaderle birlikte anıldığı, iyileşmenin de dualarla gerçekleşebileceği yönünde verilen mesajlara yüksek sesle itiraz ediyor.

Bir çocuk kitabının en büyük handikapı, onu bir “yetişkinin” yazması olabilir. Zira yazar, kendisinin bile farkında olmadığı kaygıları, yüzleşmekte zorlandığı kavramları aktarırken, basitleştirmek yerine katmanlaştırarak daha karmaşık hale getirebilir. Tıpkı, bebeklerin nereden geldiği merak eden 5 yaşındaki bir çocuğa; yumurta ve spermlerden, kuşlar ve arılardan bahseden ebeveynler gibi. Belki de en önemlisi önce çocuğu dinlemektir. Böylece “Annelerinin karnında büyürler” doğrudan ve tatmin edeci bir cevap olabilir. Benzer bir durum ölüm için de geçerli. Örneğin ölen ev hayvanına ne olduğunu soran bir çocuğa “Cennete gitti” ya da “Tanrı tarafından çağrıldı” gibi cevaplar vermek, “Yeteri kadar su verilmediği için” ya da “Çok hastalandı ve onu iyileştiremedik” demekten çok daha kafa karıştırıcıdır.
Diğer yandan asıl mesele, açıkça sorulamayan, görünmeyen soruyu anlamak olabilir. Hayvana ne olduğunu üzerinden “Ya ben de çok hasta olursam?” diyerek meraklanan, “Neden kimse ona su vermemiş?” sorusuyla kendini gösteren ve ona kimin bakacağı ile kaygılanan süreci görmek ve yaşanan telaşı gidermektir. Kim bilir?

9 Aralık 2011

Kanser İktidarı

Yandaki fotoğrafları, kanserle ilgili kısa bir internet araştırması sonrası; 200 yaşı görmeyi umut eden bilim adamlarının açıklamaları, bankaların kanser hastalarına verdiği moral destek poliçeleri, buğday çimeni suyu içmeyi salık veren son sağlık trendleri, “Memenizi geri alın!” diye bağıran estetik cerrahlarının söylemleri, “kanserlilere” yapılan kablosuz internet uyarıları ve hastalıkların sebeplerini zayıf karakter olarak gösteren bilimsel çalışmalar arasında buldum. “Güzeller kansere karşı poz verdi” başlığı ile verilen haberde, beyin kanserine dikkat çekmek için yapılan bir kampanyadan söz ediliyordu. Kampanyanın ismi The Beauty Book for Brain Cancer olunca, çirkini/öldüreni tahmin etmek zor değildi.
Bir hasta yakını olarak, fotoğrafların anlaşılmazlığını/anlamsızlığını, kanserle ilgili bir o kadar karmaşık olan başka bir metinle, annemin ameliyat raporu ile ilişkilendirmeyi düşündüm. İkisi de, hem hasta hem de çevresindekiler için hastalığın tanınması ve bilgilendirilmesi konusunda, ortak bir noktayı paylaşıyorlardı. Fakat bu “dışarıdan” bakışın, “içeridekilere” ne ifade ettiğini, iyi ya da kötü demeden anlatmanın başka bir yolu olabilir miydi? Çünkü hastalığın da, içine aldıkları ve dışarıda tuttukları, kendi hiyerarşisi ve iktidarı vardı. Sonra aklıma, anneme konulan anaplastik astrositoma teşhisinin ardından yaptığım telaşlı aramaların sonucu karşıma çıkan blog geldi. Şevket Zaimoğlu, kendi yaşadıklarını http://beyintumoru.blogspot.com aracılığı ile Ankara’dan anlatıyordu:
“57 yaşındaki babamın beyninde bir tümör var. Tümörün patolojik tanısı, anaplastik oligodendroglioma. Dünya Sağlık Örgütü WHO'nun beyin tümörü tasnifine göre 3. derece. Ayrıca kötü huylu bu tümör, çok kritik bir konumda; sol parietal lobda, konuşma merkezi ve motor kortekse çok yakın. Babam, Ağustos 2005'te ameliyat oldu, ne var ki ameliyatta tümörün ancak % 40-50'si alınabildi. Buna rağmen ameliyattan sonra sağ tarafta güç kaybı ve konuşma problemleri yaşadı. Ameliyattan sonra Eylül-Ekim 2005'te radyoterapi gördü. Kasım 2005'ten bu yana ise kemoterapiye devam ediyoruz.”
En yeni kaydını 2008 yılında giren Zaimoğlu, kendi ifadesiyle bu günlüğü, babasının hastalığının seyri hakkında kayıtlar düşmek, tedavi sürecinde yaşadıklarını anlatmak, doktorlar ve hastanelerle ilgili tecrübelerini aktarmak, beyin tümörleri üzerine yapılan araştırmalar ve ilaçlar hakkında bilgi vermek amacıyla, önce kendi için tutuyordu. Sonra:
“-Bizimle aynı durumda olan başka beyin tümörü hastaları ve hasta yakınlarına ulaşmayı amaçlıyorum. Zaman kısıtlı. Karşımızda son derece tehlikeli bir tümör var. Birbirimizden öğreneceğimiz, tecrübelerimizden yararlanacağımız daha çok konu var.
-Bir taraftan da, sağlık profesyonelleri için yazıyorum. Maalesef ülkemizde sağlık çalışanları ile sağlık hizmeti alan bizler arasında, muazzam bir diyalogsuzluk ve karşılıklı önyargılar var. Sağlık sistemimiz, herkesin suçu başkalarında bulduğu, herkesin şikayetçi olduğu bir kördüğüme dönüşmüş durumda. Ümit ediyorum ki bu blogu okuyan sağlık profesyonelleri, özellikle de doktorlar, hasta ve hasta yakınlarının cephesinden işlerin nasıl göründüğü konusunda bazı doneler elde ederler. Eğer bu blog, sağlık çalışanı okurlarında, yeni empati kanallarının açılmasına hizmet edebilirse kendimi mutlu sayacağım.
-Son olarak bu blogu, bizim şu anda geçtiğimiz yollardan daha önce geçmiş, bu amansız hastalıkla mücadele etmiş ama maalesef hastaları vefat etmiş hasta yakınlarına ulaşmak için yazıyorum. Yakınlarına beyin tümörü nedeniyle kaybetmiş hasta yakınlarından gelecek bir ufak tavsiye, bir ipucu, bir destek mesajı, zor zamanda imdada yetişebilir.”
Bense, kanseri ve tüm bu kanallar vasıtasıyla ortaya konan algılanış biçimlerini, okumak istediklerimi kaydederek, daha büyük resmi görmek ve kendimi "iyileştirmek" için kullanıyorum. 

6 Aralık 2011

Doğal Ölüm


Bu kaydı; hastaları, hasta yakınları ve çalışma arkadaşları üzerinde tuhaf bir iktidar kuran annemin doktoru ile yaptığım görüşmenin akabinde giriyorum. “Şeytansı ölümün tüm formlarının çok yönlü dışlanmasına nüfuz etmediğimiz sürece, toplumsal düzenlenişimizin derin yapısını tam olarak kavrayamayız” diyen Ivan Illich’in, 2004 yılında Cogito’da yayınlanan makalesini, düşsel nitelikleriyle birlikte bir dehşet kaynağı olmayı sürdüren ölüm kavramının, hem kişisel olarak karşılıklarını bulmak hem de toplumsal gelişim kavramıyla nasıl iç içe geçtiğini anlamak için paylaşıyorum:
Bu kaydın ikonografik bir ifadesi olarak, annemin en son çekilen MR'ından bir kesiti, bozarak, metnin düşündürdükleri doğrultusunda kullanmayı uygun buldum.
“Tüm toplumlarda baskın ölüm imgesi yaygın sağlık kavramını belirler. Belirsiz bir tarihte gerçekleşecek belli bir olayın toplumsal yönden koşullanmış beklentisi olarak böylesi bir imge; kurumsal yapılar, köklü mitoslar ve hakim toplumsal karakter tarafından şekillendirilir. Bir toplumun ölüm imgesi, o toplumun insanlarının bağımsızlık, kişisel bağlılık, özgüven ve canlılık düzeyini gözler önüne serer.
… 'Doğal ölüm' imgesi, yani ileri bir yaşta ama henüz sağlıklıyken tıbbi gözetim altında öleceğimize yönelik beklenti, çok yakın bir dönemde ortaya çıkmış bir idealdir. Ölüm imgesi geride bıraktığımız beş yüz yıl içinde beş ayrı aşamadan geçmiştir. Bu gelişimin her aşamasında yeni bir dizi tepki geliştirmiş ve giderek tıbbi bir kimliğe bürünmüştür.
…Doğal ölümün tarihi, ölüm karşısında verilen mücadelenin tıbbileşmesinin tarihidir.
Doğal ölüm anlayışının ortaya çıkması, ölüme ve hastalığa yönelik yeni tavırların gelişmesine neden olmuştur. Bu tavırlar 17. yüzyılın sonlarında yaygınlaşmaya başlar. Ortaçağ boyunca insan bedeni kutsal sayılmıştır; oysa artık neşter cesedin her bölgesine girme hakkı kazanır. 19. yüzyılda yeni bir değişim geçirerek, artık yalnızca, hem sağlıksız hem de yaşlı olan kişide doğal görülür; bunun dışında her ölüm, “zamansız”dır. Artık ölümün, sebebi doktorun tanımladığı belirli hastalıkların sonucudur.
…Ölüm belirsizleşerek metaforik bir biçim alır, onun yerine katil hastalıklar gelir. Ölüm kavramı altında değerlendirilen genel doğa gücü, klinik ölüme neden olan bir dizi özel etkene dönüşür. Bu kez sayısız “ölüm” ortalıkta gezinmeye başlar. Doktorların bazı hastalıkların gelişimini engelleyebileceğine yönelik umut, ölümün üstesinden gelebilecek güçte olduklarına ilişkin mitosların doğmasına neden olur. Söz konusu mesleğe atfedilen yeni güçler, klinisyenin toplumsal konumunda bir değişim getirir.
…Ölümün tıbbileşmesi aracılığıyla, sağlık hizmetleri diğer tüm inançları dışlayan bir dünya dini haline getirilmiştir, bu dinin kuralları zorunlu derslerde öğretilir ve ahlaki çerçevesi, çevrenin bürokratik yeniden yapılandırılmasına uygulanır; cinsellik bile kitabına göre yaşanır, hijyen kaygısı yüzünden, iki kişinin bir kaşığı paylaşması kötülenir.
…Bugün 'doğal ölüm', artık organizmanın tedaviyi reddettiği ana dönüşmüştür. İnsan artık son nefesini vermiyor ya da kalbi durduğu için ölmüyor; elektroansefalogram düz bir çizgi çizdiği zaman ölüyor. Toplumsal anlamda kabul gören ölüm, insan yalnızca üretici olarak değil, aynı zamanda tüketici olarak da işe yaramaz hale geldiği zaman gerçekleşiyor. Yani büyük emek verilerek eğitilen bir tüketicinin, tamamen kaybedildiğini kayda geçirmekten başka çare kalmadığında. Ölüm tüketici direnişin nihai biçimi kabul ediliyor.
…Geleneksel olarak ölüm karşısında en korunaklı konumda bulunan kişi, toplumun ölüme mahkum ettiği kişidir. Onun ne zaman ve hangi kesip biçmelerden sonra öleceğine, sağlık sistemi aracılığıyla eylemde bulunan toplum karar verir. Toplumun tıbbileşmesi doğal ölüm çağının sonunu getirmiştir. Batılı, kendi ölümünü yönetme hakkını yitirmiştir. Sağlık ya da özerk mücadele gücü ondan esirgenir, son nefesinde bile. Teknik ölüm, ölme karşısında bir zafer kazanmıştır. Mekanik ölüm, diğer tüm ölümleri yenmiş ve yok etmiştir.”

3 Aralık 2011

Yastık

Yastık, sadece "uyumaya" yardım eder!
“Kanserden kurtulmanın yollarını arayan bir hasta ya da ona nasıl daha faydalı olabileceğini araştıran hasta yakını mısınız? Hastalığın tekrarlamasından, normal hayata tekrar adapte olamamaktan mı korkuyorsunuz? Kanseri yenen Phil Kerslake’nin kaleminden bu kitap, kanserle nasıl başa çıkabileceğinizi, gerçek bir savaşçının ne demek olduğunu, istek ve arzularınızı nasıl eyleme dönüştürebileceğinizi, daha dengeli ve anlamlı bir yaşam için neler yapmanız gerektiğini anlatıyor.” 
"Life, Happiness and Cancer/Hayat, Mutluluk ve Kanser" isimli kitabın arka kapağında böyle yazıyor. Yeni Zelanda'nın ünlü simalarından Kerslake kitapta, “basit ama etkili” olarak gördüğü 4 yöntemden birinde ise, şöyle öneriyor: 
“Öfkeyi dışarı vurmanın pek çok yolu var. Örneğin bir yastık bu amaca hizmet edebilir. Eğer yumruklamak sizin tarzınız değilse, yastığı parçalara ayırabilirsiniz. İyi hissetmediğinizde yastığa bağırabilir veya çığlık atabilirsiniz. Ayrıca kendinizi fazla yormayacak fiziksel egzersizler yapabilir; koşu, bisiklet, yoga, bahçe ya da sizi öfkeden uzak tutup meşgul edecek herhangi bir şey deneyebilirsiniz.”
Hayat ve mutluluğu yan yana getiren ama kanseri ondan ayrıştıran kitabın başlığının aksine, kanseri ve beraberinde getirdiklerinden biri olan ölümü, “yaşamın her dakikasının ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatan bir işaret” olarak algılamadığımdan ve “normal hayat”a karşılık gelenleri zihnimde sıklıkla evirip çevirdiğimden, yukarıdaki satırları başka bir kitapla ilişkilendirerek okumak istiyorum. Zira Fransız tarihçi Philippe Aries'in “Batılının Ölüm Karşısında Tavırları” başlıklı kitabının 1997 yılında Virgül’de yayınlanan eleştirisi, bu yaklaşımı anlamak için önemli:
“Aries, Batı uygarlığının ölüme bakışının Ortaçağ başlarından 19. yüzyılın ortalarına kadar fazla değişmeden kaldığını söyler. Bu bin yıla yakın süre içinde ölüm, insanlar için yakın ve tanıdık bir şeydir; bir kaderdir, insanın kişiliğini yok eden değil, uykuya yatıran bir kaderin farkına varılmasıdır. Bu yüzden ölüm döşeğindeki kişinin kendisinin de katıldığı kamusal bir tören, kolektif bir ayin olarak yaşanır. İnsanlar evlerinde ölür; ölmekte olan kişinin odasına o kişinin yakınları, hatta çocuklar da girebilir. İnsanlar yakınlarının ölümüne olduğu kadar kendi ölümlerine de yabancı değildir. Batılının ölüm karşısında tavırları, ölümle kurulmuş bu tanıdıklığın değişmesinin hikâyesidir.
Aries'e göre 18. yüzyıl sonuna doğru şehirlerde ilginç bir gelişme yaşanır. Kişinin kendisinin değil de başkasının ölümünün önem kazanmasıyla birlikte ölüm, daha romantik bir dille ele alınmaya başlanır. Ölen kişinin sözcük ve hareketleri önceki dönemlerde olmadığı kadar önem kazanır, ölüm daha gösterişli bir dekorla kuşatılır, adeta aşırılaşır, kişisel bir kült olmaya doğru ilerler. 18. yüzyıl sonundan başlayarak bugüne kadar süren bu tavır, Aries'e göre kaynağını Hıristiyanlıkta değil, pozitivizmde bulmuştur; yurtseverliğin, milliyetçiliğin ifadesi olan bu ölüm kültü, ölümün yüceltilmesini, duygusallaştırılmasını içerir. Aries 19. yüzyılda ölümün her yerde görülmesinin (cenaze törenlerinin, kabirlerin, mezar ziyaretlerinin, matem kıyafetlerinin ve matemin kendisinin daha gösterişli hale gelmesinin, mezarlıkların kapladığı alanın büyümesinin) aslında bir körelmeyi, ölüm karşısındaki tanıdıklık duygusunun körelişini gizlediğinden söz eder. Sonunda bu etkileyici dekor yıkıldığında, ölüm adlandırılamaz hale gelmiş, insanın tevekkülle karşıladığı tanıdık bir son ya da romantik dönemde olduğu gibi dramatik bir simge olmaktan çıkıp, adını bile koyamayacağımız kadar korkunç, bastırılması gereken, utanç verici bir şeye dönüşmüştür. Ölüm döşeği, ölenin yakınlarının ve toplumun iyiliği için evden hastaneye taşınmıştır. Aries'e göre ilk kez 20. yüzyıl başında ABD'de ortaya çıkan, oradan endüstrileşmiş Avrupa'ya yayılan bir yasaktır bu: Ölümün çirkin yüzünün mutlu bir hayatın ortasında belirivermesinin doğurduğu rahatsızlığı, büyük ölüm sahnesinin hayatta kalanlarda uyandırdığı can sıkıntısını, duygu patlamasını ortadan kaldırmak için ölüme yasak konması gerekir. Batılının ölüm karşısında tavırları bu yasağın hikâyesidir.”

30 Kasım 2011

Baktığın ölüyor, baktığın ölüyor!

Edie Falco'nun bu kayıtla, 
benim ona duyduğum hayranlığın ötesinde, 
bir dönem kanser hastası olduğu için doğrudan, 
Nurse Jackie'deki  rolüyle de sembolik bir ilişkisi var.
Boğaziçi Üniversitesi’nden Öncel Naldemirci’nin, bu alanda yapılan az sayıdaki çalışmadan biri olarak, İstanbul’da bir devlet hastanesinin onkoloji bölümünde gerçekleştirdiği etnografik araştırması, “hemşirelerin özel bakım ilişkilerinde nasıl hareket ettiğini, duygularını nasıl yönlendirdiklerini, meslek olarak bakım ve aile bakımı arasında kolektif ve yaratıcı bir alanın nasıl açıldığını araştırıyor.” Care and Emotions: Gendering the experience of nurses in an oncology department (Bakım ve Duygular: Bir onkoloji bölümündeki hemşirelerin cinsiyetli deneyimleri) başlıklı tez çalışması, anlatılarla, “bu deneyimin hem meslek hem kişisel anlamda nasıl cinsiyetli olduğunu gösteriyor.” Bu çerçeveye ve analizlere temel teşkil eden verilerden benim yapacağım alıntılar ise, tamamiyle başka bir amaca hizmet ediyor. Bakımın ilişki ile ilintili doğasını anlamak, bir önceki kaydı takip etmek ve bu ayı, hastanenin içindeki tüm aktörlere dokunarak bitirmek gibi…
  • Aslında amaç hayat kurtarmak değil, o andaki hayat kalitesini yükseltmek. Onu, hasta farkındaysa mutlu etmek, farkında değilse bedensel huzuru sağlamak.
  • Zor bir hastalık bu, insanların aklına hemen ölecekleri geliyor. Ama o kadar da korkmamak lazım ilk safhalarsa ama insanlarda genelde ölecek miyim sorusu oluyor. Hepimiz öleceğiz halbuki.
  • Bazen ben ne yapıyorum diyorum kendime. Baktığın ölüyor, baktığın ölüyor. Boşuna gibi. Tam biraz iyi olacak diyorsun, hasta ex oluyor, o zaman gerçekten kötü hissediyorum. En azından çok acı çekmeden öldü diyorum ama yani neye yarar?
  • Duygusal olmak ayrı bir şey, profesyonel olmak ayrı bir şeydir. Her kanser hastasıyla ağlayamayız tabii ki, ama yerine göre empati kuruyoruz.
  • Ölüm çok fazla etkilemiyor beni. Nerede olursa olsun... Sadece çocuklara dayanamıyorum, o da doğum yaptıktan sonra. Büyük hastalarda, genç de olsa, çok fazla etkilemiyor.
  • Mesela yakınlarının kanser olmasından korkuyorsun, kendinin hasta olmasından korkuyorsun, sürekli ufak bir şey olsa araştırma yapmaya başlıyorsun, paranoyak gibi oluyorsun. Sonra o geçiyor. Aslında evre evre, özellikle onkoloji hemşireliği. Diğer servislerde daha farklıdır tabii. Bir dönem, acayip vicdan azabı, üzüntü yaşıyorsun. En kötüsü, hayata karşı böyle biraz umursamaz olduğun bir dönem geçiriyorsun. Dışarıdaki hayatta özellikle, üzüntülü bir şey olduğu zaman çok şey yapmıyorsun. Burada en kötüsünü görüyorsun, ölümü sürekli gördüğün için, bir akşamda 4 hasta öldüğü için, birçok önemli şey sana önemsiz gibi gelmeye başlıyor, çok önemli değilmiş gibi, böyle bir... Nasıl diyim? Acayip bir ruh haline giriyorsun. Çok fazla dertlenmemeye falan başlıyorsun ama sonra geçiyor, bütün bunların geçtiğine inanıyorum. Kendim için değerlendirirsem, arkadaşlarımdan da dinlediğim böyle gerçi, bir süre sonra normale dönüyorsun belli bir yıldan sonra.
  • Bir an bir şey söylüyorsun, orada hasta varmış gibi gelmiyor; arkadaşına sesleniyorsun ya da bir espri yapıyorsun, çalışırken kendini duygusal anlamda iyi hissetmek için espri yapıp bilmem ne. Zor bir ortamda çalışıyorsun rahat geçmesi için karşılıklı espri yapıyorsun ama bazen gerçekten hastalara, ben buna inanıyorum, bir şey konuşurken birden sanki o perde çekiliyor. Aslında onlar bizim ne konuştuğumuzu duyuyor çok rahat, çünkü orta yerde, her şeyi görüyor, biliyor, duyuyor. Hatta bazen çok neşeli miyiz acaba? Bildiğin için kendini kötü hissedebiliyorsun.
  • Soğukkanlı olmak zorundayızdır evet, ama sonuçta burada bir hasta vefat ederken herkes elinden geleni yapıyor, her ne kadar çaresiz olduğumuzu bilsek de ama bu hiçbir zaman bizim kayıtsız olduğumuz anlamına gelmiyor. Evet ölüm burada çok sıradan bir kavrammış gibi karşılanır ama hiçbir zaman öyle değildir. Çünkü o hasta buraya yattıktan taburcu oluncaya kadar ya da vefatına kadar sürekli onunla ilgilenen bizleriz. 

27 Kasım 2011

Onkolog

Bu kaydı da, yine kanserden yola çıkarak, serbest çağrışım yoluyla ulaştığım bir kitaptan yapacağım alıntılar oluşturacak. Çünkü şifanın tehlikeyle, ilacın zehirle örtüştüğü, iyileşmenin ölümün geciktirilmesi olarak tanımlandığı kanser hastalığını, ancak bilinç düzeyinde yapılan açıklamalardan sıyrılarak sindirebileceğimi düşünüyorum. Jan van Eys‘in, doktorların bir uzmanlık olanı olarak onkolojiyi seçme motivasyonları üzerine düşündüğü makalesini ise, bir tartışma yaratmaktan çok, bu süreci ve kendi hareket noktalarımı anlamlandırmak için paylaşıyorum.   
Kendisi de pediatrik onkolog olan Eys, Psychosocial Aspects of Radiation Therapy isimli kitapta şöyle diyor:
“Hasta ile doktor arasındaki ilişkiden, fiziksel ya da psikolojik olarak fayda sağlayacak kişi, hastadır. Bilgi, deneyim ve emeğini ortaya koyan doktorun kazancı ise elbette ekonomiktir. Fakat para, doktor için tek başına bir motivasyon olmayabilir. Hastalığın tedavi edilmesi ya da semptomların hafifletilmesi ile sona eren bu ilişkiden doktor, başarı kazanır. Doktor hastayı iyileştirmeyi başarmıştır. Ama kanser hastalarında doktorun çare bulma arayışı biraz farklı ve problemlidir. Onkolog, radyoterapist ya da kemoterapist için motivasyon, tedavi sonunda elde edecekleri başarı ile doğru orantılı değildir. Çünkü onkoloji, diğer alanların aksine, iyileştirme kavramı üzerinden hareket etmez. Hastalık tedavi edilemiyordur; böylece ‘acısız/huzurlu’ bir ölüm sağlanmaya çalışılır. Bu arzulanan hedef, doktorun hastasına olumsuz bir taraftan yaklaştığı gerçeğini değiştirmez.”
Eys, başarısızlığın kaçınılmaz olduğu bu uzmanlık dalını seçen onkologları, gerçekte neyin motive ettiğini anlamak için, 3 önermede bulunuyor:
“1. Kanser hastaları, insan acısını hafifletmek için büyük fırsattır.
2. Onkoloji, tıbbi bir meydan okumadır ve kişisel gelişim vaat eder.
3. Ölüm zaten beklenendir. Böylece hata veya başarısızlığa uğrama riski en azdır.
Elbette bunların dışında da itici güçler mevcuttur. Fakat pek çok kişi, ilk iki madenin farklı zamanlarda farklı boyutlarda izlenebildiğini görecektir. Esas soru üçüncüsünün olasılık olup olmadığıdır. Tabii ki hiç kimse saf başarısızlıkla yaşayamaz. Hepimizin bir gün öleceği gerçeği ise, bu ikilemi açıklamaya yetmez.”
Bütün onkologların kendi motivasyonlarını tekrar gözden geçirmesi gerektiğini belirten Eys’e göre, sorun bu üçüncü yaklaşımda değil. Problem edilmeye ihtiyaç duyulan, bu algılamanın onkoloğun işini ve içini rahatlatması. Zira, “başarısızlıktan sorumlu tutulmayacak olmamız, davranışlarımızla rahatsız edici bir şekilde örtüşüyor.” 

22 Kasım 2011

Sindirim/Boşaltım


Bugün, bir önceki kayıttaki fiziksel ve zihinsel “zehrin” izinden giderek, benzer sembolik ifadelerle, kanser hastaları için yemenin karşılıklarına bakmak istiyorum. 
“Kanserle savaşan ya da sebep olan yiyecek” listelerinin dışına çıkıp, ağızdan gelen bu tehdit ya da iyileşme vaadine, başka bir bakış açısı öneriyorum. Zira, sindirim sistemini çalıştıran ya da kan değerlerini yükselten besinlerin iç dünyamızdaki yansımaları, belki dış dünyada baş etmekte zorlandığımız kimi durumları hafifletebilir. 
Üstelik Jane Gretzner Goldberg’in, editörlüğünü de yaptığı “Psychotherapeutic Treatment of Cancer Patients” isimli kitapta, kanser tedavisinin bilinçdışı anlamlarını keşfe çıktığı "Medicine as Food" başlıklı makalesinin, sadece kanser hastalarıyla sınırlandırılmayacak, ufuk açıcı bir yaklaşım sunduğunu düşünüyorum:
“Geleneksel olarak doktor, hastanın en çok yardım alacağı kişi olarak tanımlanır. Onun, hastada olmayan üstün tedavi araçları ve bilgisi vardır. İyileşme umudu onun ellerindedir. Yani doktor her şeye kadirdir. Yüklendiği bu anlam, çocuğun anne ile olan ilişkisine paralellik gösterir. Çocuk için anne son derece güçlüdür. Böylece doktor/hasta ilişkisi, yapısal olarak anne/çocuk ilişkisinin yeniden kurulmasına karşılık gelir. 
Doktor, anne gibi, yaşamın kendisini yansıtır. Hastaya verdiği ilaç da, yiyeceğin sembolik bir ifadesidir. Böyle bir ilişki kurabilmek için ilacın oral yolla alınmasına da gerek yoktur. Tüm organların ağız işlevi gördüğü böyle bir durumda; ameliyat, radyoterapi, kemoterapi de ilaçtır. Anne ile güvenli bir bağın kurulduğu mutlu bir çocukluk deneyimi, hastanın tedaviye katılımını kolaylaştırırken, beslenme geçmişi öfke ve hayal kırıklıklarıyla örülmüş hasta, tedaviyi bozma eğilimi gösterecektir. Kanser tedavilerinin sık görülen etkisi, zehirli materyalin vücut tarafından tolere ya da reddedilmesidir. Bu fiziksel tepki, hastanın sindirim ve çıkarma/dışarı atmaya ilişkin çok daha önce deneyimlediği bilinçdışı duyguları tetikler.    
…Duyguların da yemek gibi besleyicisi değeri vardır; psikolojik donanımımızı yansıtır. Kişinin kendi ruhsallığını anlamlandırması ile birlikte sihirli bir şey gerçekleşir. Ben ve diğerleri ya da iyi ben ile kötü ben arasındaki sınırlar ortadan kalkar. Tıpkı vücudun fizyolojik olarak yemeğe ihtiyaç duyması gibi, ruhun da ‘beslenmesi’ gerekir. Bu bir istekten öte, ihtiyaçtır. Zaman zaman bazı hislerimize müdahale ederiz. Zira bu duygular acı verir. Kötü olarak etiketlediğimiz tüm hislerden kurtulmak isteriz. Duygusal sistemimiz de tıpkı sindirim sistemi gibi çalışır. Duygular da yiyecekler gibi sindirilmeye/boşaltılmaya ihtiyaç duyar. Sadece istemediğimiz için bu duygulardan kurtulamayız, sindirmemeyi tercih ederiz. Sindirilmeyen duygular boşaltılamaz, böylece duygusal çürüme süreci de başlar.
…Kişinin kendini iyileştirme süreci, korunmaya muhtaç pozisyonundan, hastalığa yol açan yaşam biçimi ve sürdürdüğü koşullara dair kendi rolünü algılamasıyla başlar. Bu yeni kazandığı beceri ile, kendini ‘beslemeyi’ öğrenir. Artık, bilinçli ya da bilinçdışı fantezilerinden bağımsız ve besin sağlayıcı ile ilişkisi ne olursa olsun, fiziksel olarak vücuduna neyin girdiğini kontrol eder.”
Bu sürecin ilacı da, zehri akıtmanın en iyi yolu olan kelimelerden geçiyor. Bu sebeple, Tamala Poljak'ın yukarıdaki işini, bu kayıtla örtüştüğünü düşünerek paylaşıyorum. 

17 Kasım 2011

Tümörün Kızı

Radyoterapi, kemoterapi, psikoterapi... İpterapi
Geçtiğimiz sene blog yazmaya neden başladığımı tam olarak hatırlamıyorum. Ama her kaydın zamanla kendi bilinçdışı süreçlerimi takip edebilmemi sağlayan önemli bir araca dönüştüğünü söyleyebilirim. Bu süre zarfında izleyebildiğim en belirgin detay, önceleri oldukça aceleci bir karakter taşıyan kayıtların yerini, içeriklerindeki tüm şiddete rağmen, daha sakin metinlere bırakması oldu. Elbette görsel malzemelerle birlikte tümü, her ne kadar işaret ettiği bir dış gerçeklik olsa da, daima başka bir gösteren için gösteren işlevi gördü. Uzun bir aradan sonra girdiğim bu ilk kayıt da, hem bu genel çerçevenin dışına çıkmayacak, hem de içerik olarak, Nazan Azeri’nin “Tepetaklak” ismini verdiği ev yerleştirmesinin yer aldığı en son kaydı takip etmek zorunda kalacak. Zira ev ile özdeşleştirdiğim iç dünyam, tam da bu kaydın girildiği tarihin hemen ertesinde altüst oldu. Annemin beyin ameliyatı, ardından gelen kanser teşhisi ve tedavisi boyunca, onların ifadesiyle “tümörün kızı” olarak benim, kendi duygu dağınıklığımı toparlamam şimdilik zor. Onun ne hissettiğini anlamama ise imkân yok. Zihinsel organizasyonu yeniden ve belki de olduğundan farklı düzenlemek yavaş yavaş gerçekleşecek. Bu yüzden bir başlangıç notu niteliği taşıyan bu kayıt, nasıl devam edeceğini bilmediğim sonrakiler için rehber olacak.
Bu sebeple bugün, hayatın akışı içinde, kadınların kendi iç deneyimlerini inceleyen, derleme bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Psikanaliz ve Kadın başlıklı bu kitap, Julia Kristeva’dan Nancy Chodorov’a, pek çok önemli yazarın/analistin makalelerini içeriyor. Ben bu çalışmadan, izin verildiği ölçüde ve yukarıdaki girizgâha paralel olarak, Joyce McDougal’ın meme kanseri olan bir hastanın analitik yolculuğunu aktardığı çalışmasını paylaşmak istiyorum. McDougal, klinik bulgularının öncesinde, kanser hastalarının artan sayısına ters orantılı bir biçimde, aldıkları psikolojik yardıma vurgu yapıyor. Radyoterapi, kemoterapi ve mastektomi gibi tedavilerin, bedensel bütünlüğün kaybı, kendilik karmaşası ve özellikle meme gibi temel kadınlık sembolünün yok olmasıyla cinsel kimliğe dair kaygıların, yüksek düzeyde yarattığı psikolojik strese değiniyor. Kulaklarımızın aşina olduğu bu etkilerin yanında meme kaybının, kişinin diğer kayıplarını (terk edilme, ayrılma, ölüm, yas) tetikler nitelikte bir etki yarattığını belirtiyor ki, benim ilgilendiğim ve blog aracılığı ile kayda geçmek istediğim de bu. Zira hayatı buyunca sürekli hasta olmaktan korkan Sorel Liebermann’ın, meme kanserine yakalandıktan sonra, kanserin kendisi olmadığını sadece kanser hastası olduğunu anladığı süreç, tam da bu kayıpların izinin sürüldüğü kendi çocukluk deneyimiyle anlam buluyor.
McDougal, meme kanseri hastalarıyla analitik çalışmanın, hastaların kendi anneleriyle, çoğunlukla da hasarlı ilişkilerini ortaya koyduğunu söylüyor. Kanser, bedenin içindeki ölümcül düşman olarak algılandığından, iç dünyalarında kendilerine içeriden saldıran bir anne imgesi ile çabucak ilişkilendirilebiliyor. Liebermann’ın yıllara yayılan yolculuğuyla, uzun uzadıya ayrıntılandırılan bu tespit, oldukça çarpıcı. Onun, analisti McDougal’a yazdığı aşağıdaki mektup ise, “fiziksel” olarak iyileşmelerine katkı sağlamasa da, analizin algı dünyasının kilitli kapılarını yavaş yavaş açtığının bir kanıtı:  
“Yıllar yılı hep kanserdim. Korkuma verdiğim isim buydu. Çocukken sadece korkardım. Korkarak doğdum ve hayatım boyunca bu korkunun önüne geçemedim. Neden korkuyordum? Ölümden. Ölüm her an mümkündü; çünkü onu içimde taşıyordum. Sadece bana görünen ama bütün ağırlığı ve kesinliğiyle ölümden. Hayatımın her günü ölümle savaşarak geçti. Çünkü yaşıyor olmamam gerekiyordu. 
Benim kanserim annemdi. Beni canlı canlı yiyiyor ve bütün vücudumu zehriyle ele geçiriyordu. Anneme-karserime karşı hiç bitmeyen savaş, bütün enerjimi ve yaşama isteğimi aldı. Ölümle savaşmak bu tutsaklıktan kurtulmak için bir çabaydı. 
O hiçbir zaman benimle değildi. En ihtiyacım olduğu şu zamanda bile yanımda değil. Benim büyük zehrim oldu. Korkutucu olan ama görünmeyen. Bu kanser-anneyi vücudumdan, zihnimden ve ruhumdan atmam gerekiyordu. İlk evliliğim de başka bir kanserdi. İçimdeki terör sadece karşılık buldu. Çünkü kanserden daha iyisini hak etmiyordum. Artık kanseri hak etmediğimi düşünüyorum.
Doğduğumda güçlü bir bebektim sanırım. Güçlü arzuları olan güçlü bir bebek. Öyle ki tüm bu güçlü duygular; ölümle, savaşla özdeşleştiler. Küçüklüğümden beri tüm dürtülerimi yok saymam, öldürmem gerekti. Kendimi öldürmeye o zamandan başlamıştım. Ölüm beni ele geçirmişti ve şimdiye kadar da bırakmadı. Şu an artık ölüme ihtiyacım yok. Fiziksel ve psikolojik olarak iyileşeceğime inanıyorum. Ben bir hastalık değilim, ölüm artık beni bırakabilir.”  

12 Ağustos 2011

Ev=İç Dünya

Geçtiğimiz sonbaharda, Casa Dell’Arte’da fotoğrafladığım, 
Nazan Azeri’nin kaldırılıp düzeltilmeyi beklercesine 
“Tepetaklak” olmuş ev yerleştirmesi… 
"Kutsal Yürek filmini, standart bir ‘lanetli ev’ anlatısından kurtaran en kayda değer vurgu, ötekinin zulmünden güç alan korku filmlerinden farklı olarak, ‘ev’ olgusunu Irene’nin dışında bir öteki olarak değil, tersine Irene’nin kendisine dönüştüren bir dramatik anlatımı tercih etmiş olmasıdır. Böylelikle ev, Irene’ye ait bilinçdışı bir coğrafyanın topografik uzantısı olarak anlamını kazanır.”   
Bu ifadeler, bloga daha önce “Alfabetik Düşler” isimli kısa filminden kareler ve röportajlarından alıntılarla konuk olan Tan Tolga Demirci’ye ait. Psikeart’ın son sayısında “Irene neden çıldırdı?” başlıklı yazısıyla, Ferzan Özpetek’in Kutsal Yürek filmini değerlendiren Demirci, bloga atfettiğim anlama karşılık gelen aşağıdaki satırlarla, hem içerik olarak benzer başka bir metinle ilişki kurmama, hem de “ev”e dair çağrışımlarımı zenginleştirmeme yardım ediyor:
“Anlamlandırma, ancak simgesel-gündelik gerçekliği terk ederek, imgesel-içsel bir algı düzeyine adım atıldığında mümkün olabilir. Tüm gerçekliklerin iç içe geçtiği, zaman ve mekân sürekliliğinin ortadan kalktığı, fiziki nesnelerin yerini suretlerin aldığı, simgelerin işaretlere dönüştüğü ve nihayetinde görüntülerin görünümlerle yer değiştirdiği bir evren, tüm kodları çüzünür, görülür ve duyulur hale getirebilir.”  
Böyle bir evren içinde, "ev"ini yeniden inşa etmeye çalışan biri olarak ben, “Yeni Türk Sinemasının Hayalet Evleri” başlıklı kitabıyla, bu filmlerin günümüz Türkiyesi'nde "ev"le ilişkimizi gözden geçirmek anlamında yeni görme ve düşünme biçimleri önerebileceğini düşünen Asuman Suner'e kulak verelim istiyorum: 
"Geçtiğimiz on yılda yapılan Türk filmlerinin birçoğu bizi ‘ev’e geri götürüyor, ‘ev’le ilişkimizi yeniden düşünmeye zorluyor. Ev farklı görünümlerde çıkıyor karşımıza bu filmlerde. Kimi zaman bizi geçmişle, geçmişteki travmatik yaşantılarla uzlaşmaya, barışmaya yönelten, geçmişe dair rahatsız edici görüntüleri yumuşatan, zedelenmiş benlik duygumuzu onaran, bizi masumiyet haresiyle kuşatan bir hayal olarak beliriyor... Kimi zamansa, ne yaparsak yapalım bizi aidiyetin çıkmazlarına çeken, uzlaşmaz, tekinsiz, bozguncu bir oyun alanına dönüşüyor, aynı anda sığınağımız ve hapishanemiz olan... Daha da fazlası var bazen: Ev bir cehennem, bir cendere, nereye gitsek yakamızı bırakmayan bir lanet olarak çıkıyor karşımıza... Her zaman dışıyla, dışarıda bıraktıklarıyla, içine almadıklarıyla birlikte var oluyor ev. Bazen kör bir delik, bir boşluk görüyoruz yalnızca, evimiz başkalarının evsizliği, yurdumuz başkalarının yurtsuzluğu olduğunda... Her ne şekilde görünürse görünsün, hiçbir zaman yalnızca kendisi değil ev. Daima sızıntıları var evlerin... Başka görüntüler, başka sesler, başka yaşantıların izleri sızıyor evin her yanından. Slavoj Zizek'in ifadesini uyarlayarak söylersek, ‘Hayaleti olmayan ev yok’!
Yeni Türk sinemasının ‘ev’ ve ‘aidiyet’ karşısındaki tavrı konusunda bir genelleme yapacak olursak, bu tavrı en iyi tanımlayacak ifade muhtemelen ‘eleştirel içli dışlılık’tır. Yeni Türk filmleri ‘aidiyet’ meselesini yalnızca konu edinmez, bu meseleye nesnel, mesafeli, dışarıdan bir gözle bakmaz. ‘Ev’, bu filmlerde vücut bulur; filmler evlerin içine girer, içlerinden konuşur. Belki tam da bu nedenle son derece sahici, samimi, dokunaklıdır bu filmler. Belleğimizde, benliğimizde bir şeyleri harekete geçirir, bize dokunurlar. Ancak evin aşinalığı, yakınlığı daima şu veya bu şekilde, bazen metnin kendisine rağmen işleyen, açık ya da örtük bir farkındalıkla bir arada var olur. Farkındalık, evin imkânsızlığını açık eder her keresinde, evin aşinalığını kıran bir yadırgatıcılık, ‘kendi evimizi ev olarak hissetme’ duygusuna ilişkin bir huzursuzluk üretir. Ancak evin imkânsızlığını keşfetmek mutlaka olumsuz bir son nokta, bir kapanış anı olmayabilir. Hatta bazen bu keşfin kendisi bir yolculuk başlangıcı olabilecektir – yeni imkânlara, tasavvurlara, hayallere açılabilecektir.”  

7 Ağustos 2011

Tekeşlilik

Bu kaydı, içeriğini hiç merak etmediğim ama başlık düzeyinde haberdar olduğum, geçtiğimiz haftanın popüler ‘tartışması’ tekeşlilik-çokeşlilik üzerine giriyorum. Her zaman olduğu gibi kendi çağrışımlarımın izinden giderek karşılaştığım ama henüz okumadığım bir kitaptan, Metis Yayınevi’nin izin verdiği ölçüde alıntılar yaparak, başka bir perspektif öneriyorum. 
Adam Phillips’in çokeşliliği değil, bir nevi ahlaki bağlantı noktası ve takıntılarımızı gözetleyebileceğimiz bir anahtar deliği olarak tanımladığı tekeşliliği veri alarak, “biz”i irdeleyen aforizmalarını paylaşmak istiyorum. Tıpkı bir önceki kayıtta olduğu gibi, birbirinin karşıtı gibi duran bu iki kavramı, alışılmış argümanların dışına taşan bir tartışma için iyi bir başlangıç kabul ediyorum. Çünkü tekeşlilik hakkında konuşmak, önemli olabilecek hemen hemen her şey hakkında konuşmak demek:
  • “Dürüstlük, cinayet, şefkat, güvenlik, tercih, intikam, arzu, bağlılık, yalan, risk, görev, çocuklar, heyecan, suçlama, aşk, vaat, ilgi, merak, kıskançlık, hukuk, suç, vecd, ahlak, ceza, para, güven, haset, huzur, yalnızlık, ev, aşağılanma, saygı, uzlaşma, kurallar, süreklilik, gizlilik, şans, anlayış, ihanet, mahremiyet, teselli, özgürlük, görünüş, intihar ve tabii ki aile… Tekeşlilik başka birçok şeyin yanı sıra tüm bunlarla ilgilidir!
  • Herkes tekeşliliğe inanmaz, ama herkes inanıyormuş gibi yaşar. Herkes bağlılık ya da sadakat tehlikeye girdiğinde yalan söylediğinin ya da gerçeği söylemek istediğinin farkındadır. Herkes kendini ihanet ediyormuş ya da ihanete uğruyormuş gibi hisseder. Herkes kıskanır ya da kendini suçlu hisseder.
  • Bir oyunun kurallarını bir kere öğrenince, artık kendi performansımızı düşünmeye başlayabiliriz; oyunun kendisiyle ilgili bir kaygı duymamıza gerek kalmaz. Bazı şeyleri veri olarak alırız ki, geri kalanları da başka bir şey olarak alabilelim. Tekeşliliği veri aldığımız, onu kural kabul ettiğimiz için böylesine bir sorundur sadakatsizlik. Belki de sadakatsizliği veri almalıyız, onu taciz olmadan, rahatlıkla varsaymalıyız. O zaman tekeşlilik hakkında düşünebiliriz artık.
  • Tıpkı tekeşliler gibi kendilerini daha iyi bir hayata gönülden adamış olan çokeşliler de birer idealisttir. İkisini de umut altüst eder, teminattan dehşete kapılırlar, kendi zevklerine hayrandırlar. Onları birbirinin karşısına dikmekte acele etmeyelim.
  • Çift olmak bir gösteri sanatıdır. Ama insanlar birlikte ne yapacaklarını nasıl öğrenirler? Sürekli bir arada, birbirlerinin utancının bekçisi olarak rollerini nasıl oynarlar? Güzel görünen çiftlerin güven, hatta ilham verici olabilecekleri yer burasıdır işte. Kendilerinin başına da sık sık geldiği gibi, biz de onların güzellikleri tarafından pusuya düşürülürüz, kısacık bir süre için de olsa, onlarla suç ortaklığı yapar, onlar gibi utanmaz oluruz. Saklayacak hiçbir şeyimiz olmaz. Güzel görünüş, depresyona karşı en iyi kültürel ilacımızdır. Gösterinin devam etmesini sağlar.
  • Kendimizin belirli versiyonlarını başka insanların zihinlerinde tutmak için çok uğraşırız; tabii ki daha az çekici olan bazı versiyonlarımızın başkalarının zihnine girmemesi için de. Ama gene de karşılaştığımız herkes, biz beğenelim beğenmeyelim, bizi icat eder. Yanlış tanıtılmak, kabul edemediğimiz bir versiyonumuzun –bir icadın– bize sunulmasından başka bir şey değildir. Ancak, başkalarının bizi kendilerince icat etmesi, bu kadar çok farklı görünümümüzün olması, gözümüzü korkutur. Deli gibi bu sayıyı azaltmaya, aslında kim olduğumuzun hikâyesini dolaşımda tutmaya çalışırız. Bu bizi, belki de her şeyden daha fazla, özel bir tek eşin kollarına atar. Tekeşlilik kendimizin versiyonlarının sayısını minimumda tumanın yollarından biridir. Ve tabii kendimizi bazı versiyonların diğerlerinden daha hakiki olduğuna, bazılarının gerçekten özel olduğuna inandırmanın yolu.
  • Sadakatsizlik etmenin en güç olduğu kişiler, insanın anne-babasıdır. Tekeşliliği, yani başka bir çift bulma yeteneğimizi, böylesine olağanüstü bir başarı kılan da budur. Olağanüstü bir başarı, ya da aynısından biraz daha...

2 Ağustos 2011

Turist Bakışı

Turizmle, tatille, yolculukla, zevkle, haliyle tüketimle ama en çok, “İnsanlar nasıl ve neden kısa periyodlarla evlerini ve çalışma ortamlarını bırakır?” diye sorarak dikkatimi çeken bir kitaptan bahsetmek istiyorum bugün. Bu soruya yanıt bulmak için nihai bir okuma değil belki ama, pek çok insanın Bodrum’dan Çeşme’den bildirdiği bu aylarda, günlük yaşantımızı uzaklara giderek kesintiye uğratma girişimimizin ne kadar sahici olduğunu sorgulamak için bir başlangıç olabilir. 
John Urry, “Turist Bakışı” isimli kitabında, farklı bir düzene sahip, sadece profesyonellere özgü olmayan ama onlar tarafından geliştirilen, organize ve sistematik bir turistik bakıştan söz ediyor. Bu bakışın, kim ya da hangi otorite tarafından güçlendirildiğini, gidilen yerlerin süreç içinde nasıl nesneleştirildiğini ve diğer toplumsal pratikler ile ilişkisini inceliyor: "Tek bir turist bakışından söz etmeye imkân yoktur. Bu bakış topluma, sosyal gruplara ve tarihsel dönemlere göre değişir; farklılıklar temel alınarak geliştirilir. Herhangi bir tarihsel dönemde, mevcut sosyal deneyimler ışığında, tam zıttı ele alınarak inşa edilir. Turist bakışının neyin üzerine kurulduğu, turistik olmayan deneyimlerin ne olduğu ile ilgilidir.
Gidebilmek için kalamamayı problem etmek gerekiyor sanırım, aksi halde bavul hiç hafiflemiyor. 
Sosyal grupların turist bakışını nasıl oluşturduklarına bakmak, o toplumun normal yaşantısına dair ipuçları verir. Bu sosyal pratikler bir çıkış içerir. Günlük hayatının rutininden bu kaçış, oluşturulmuş kırılmalara karşılık gelir; kişinin sıradan ve dünyevi olandan farklı bir yapıyla uyarılmasına izin verir. Tipik turizm formunu inceleyerek, bu farklılıkları ortaya koymak mümkündür. Ne kadar alakasız bir konu gibi görünse de turizm, gündelik olanın izini sürmeyi kolaylaştırabilir.”
Bu noktada, kitabın ilerleyen bölümlerinde yazarın tarihsel ve sosyolojik analizlerini kurguladığı, turizmin minimal özelliklerini aktarmakla yetineceğim:
  • “Seyahat ve konaklama normal ikamet ve çalışma yerlerinin dışındaki yerlere yöneliktir. Başka yerlerdeki ikamet süreleri kısa dönemli ve geçici niteliktedir. Görece kısa bir zaman aralığı içinde belirgin bir yuvaya dönüş eğilimi vardır. Bu eğilim, turizmin sürekliliğini sağlayan, insanda yeniden seyahat ihtiyacı doğmasına yol açan önemli bir durumdur. İnsanlar geçici süreyle yaşadıkları yerlerin dışına çıkar, geri döner ve yeniden seyahat ederler.
  • Turizm ancak karşıtı ile yani iş dünyası ile var olabilen bir zevk aktivitesidir. Bu kavram, iş ve zevkin nasıl beraber düzenlendiğini gösterir. Birbirini bütünler. Çerçevesi, çalışma hayatının genel yapısı tarafından belirlenir. Bu da, belli bir yerde belli zamanlarda turizm denen şeyin organize edilmesini gerektirir. Turist olmak, ayrıca, 'modern' olmanın karakteristiklerinden de biridir. 'Modern' toplumlardaki insanların çok büyük kısmı, turistik aktivitelere katılırlar ve bir turist bakışı varsa, buna karşılık gelen bir sistem de geliştirilmiştir.
  • Gidilen yerler bir beklenti ile seçilir. Bu beklenti; film, televizyon, dergi, video gibi turistik olmayan pratiklerle oluşturulur ve devamlılığı sağlanır. Bu tür uygulamalar, tatil deneyimlerinin anlaşılmasına yardım edecek göstergeler sağlar, böylelikle görülen şey, bu önceden verili kategoriler yardımıyla yorumlanır. Daha önceden aynı yeri ziyaret etmiş olanların oluşturdukları görsel depolama sayesinde belli bir hafıza oluşur.
  • Turist bakışı, normal yaşamın dışında olan taraflara yöneliktir. Seyredilen doğa ve şehir manzaraları, sıradanın dışında kabul edilir. Bu bakış farklı bir sosyal mekanizmaya sahiptir. Duygular çok daha ön plandadır; genelde yaşanan haz ve hislerden farklıdır. Gündelik olanın aksine bir yoğunluk içerir.
  • İnsanlar baktıklarını, fotoğraf ve video ile kaydeder; nesneleştirdikleri bu bakış, hiç bitmeyecek ve tekrarlanacak şekilde yaşatılır. Turizm, bir göstergeler koleksiyonudur.”