25 Şubat 2011

Güvenli Şehir, Tekinsiz Doğa


Film, kalabalığa vurgu yapan bir kent dekoruyla başlıyor. Metrodan, borsadan, sahilden, stadyumdan taşan görüntülere, tek 1 insanın yolculuk öncesi hazırlığı eşlik ediyor. Kahramanımız arabasına atlayıp şehirden uzaklaştıkça ışıklar azalıyor. 261 numaralı “çıkış” ile çevrenin dokusu da değişiyor. Rüzgâr tirbünlerini, en yakın servis noktasına 100 mil uzaktayken gördüğü bir grup bisikletçi izliyor. Toprak bir yolda tamamen karanlıkta ilerlerken, kamerasına kaydettiği ilk sözler “Sadece ben, müzik ve gece… Muhteşem!” oluyor.
Alpin Dergisi, Burak Nebioğlu çizimi,
Tunç Fındık imzası...
Kendinden ve bulunduğu yerden duyulan hoşnutluk, ertesi gün de devam ediyor. Öyle ki, buranın onun ikinci evi olduğunu, kanyonda kaybolan iki kadınla sohbeti sırasında öğreniyoruz. Onu görmeseler kim bilir başlarına neler gelebilecek bu “tekinsiz” yerde, kadınlar, birazdan olacaklar öncesi konuştuğu son kişiler oluyor. O kadar da sağlam ya da güvenli olmayan kaya parçasıyla birlikte düştüğü yarıkta, elini sıkıştırıyor. Bu dakikadan itibaren de, kimileri için hayatta kalma mücadelesi, benim okuduğum biçimiyle de “doğadan kurtulma” hikâyesi başlıyor.
Aydınlık - karanlık, güvenli - güvensiz, kalabalık - yalnızlık üzerinden kurgulanan film, bireyselliği parçalıyor. Nitekim elini orada bırakıyor. Sürüden ayrılanı kurt/kaya kapıyor!
Film boyunca ayna işlevi gören kamerasına yaptığı konuşmalardan öğreniyoruz ki, büyük bir suç işliyor: Kendine fazla güveniyor! Büyük bir kahraman olmak, her şeyi kendi başına halletmek istiyor! Üstelik geçen gece annesinin telefonuna çıkmadığı için de çok üzgün!
Ve işte helikopter geliyor, yaşasın medeniyet, pata pata pat… Kaçabilirsin ama kurtulamazsın! Pekii bu el neyin bedeli, modenizmin mi, yoksa ondan kurtulmaya çalışmanın mı?
Tam da bu noktada, birbirinin içine geçmiş ilişki ağlarıyla örülü böyle bir coğrafyada, “Ben tek başıma olmayı çok seviyorum” diyen bir dağcıyı, doğanın köleleştirilmesi için insanın kendi içindeki doğayı da boyunduruk altına aldığını düşünerek hatırlamak istiyorum. Geçtiğimiz haftalarda Yıldız Teknik Üniversitesi Dağcılık Kulübü’nün organize ettiği söyleşi sayesinde dinleme fırsatı bulduğum Tunç Fındık’ı:
“Dağlar insanı özgürleştirir. Benim için de en önemlisi yaşadığım bu özgürlük hissi. Fethetme diye bir şey söz konusu değil. Çünkü yaptığınız iş doğayla savaşmak değil, doğayla bütünleşmek.”

23 Şubat 2011

Çocukluk Evi

Bellek ve mimarlık arasındaki ilişkinin varlığı üzerine şekillenen ve bu ilişkinin, çocukluğun geçtiği ev bağlamında incelendiği bir doktora tezinden bahsetmek istiyorum. Özellikle, her biri bir “ev hikâyesi”ne dönüşen son bölümündeki alan araştırmasından.
İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Nilüfer Öymen Özak, “Bellek ve Mimarlık İlişkisi - Kalıcı Bellekte Mekânsal Öğeler” başlıklı çalışmasında, pek çoğu tanıdık 17 kişi ile görüşmeler yapmış. Ben, bu görüşmelerden elde edilen verilerin analizinden ya da tezin kavramsal çerçevesinden çok, katılımcıların, kendi çocukluk evimle örtüşen çağrışımlarını paylaşmak istiyorum.
Tıpkı birçoğumuz gibi, katılımcılar da bugün, çocukluklarının geçtiği evlerde oturmuyorlar. Hatta aynı şehirde bile değiller. Haliyle hepsinin, geriye dönüp hafızalarını yoklamaları gerekmiş; aşağıda gördüğünüz eskizler bile çizilmiş. 
Sırasıyla Cengiz Solakoğlu, Çayhan Dervişoğlu, Suna Ezer
Ev, hem dağınık imgeleri hem de imgeler bütünüyle, olumlu ya da olumsuz deneyimlerimizle kendi iç dünyamızı yansıtan ve sonraki yaşamımıza da taşıdığımız bir sembol gibi. Ortalama 3 senede bir yer değiştirdiğimizden, benim çocukluk evim, her yıl istikrarlı bir şekilde gittiğimiz Balıkesir/Gönen'deki ananemin evi. Şimdilerde olmayan bu evi çizemedim ama geçtiğimiz aylarda düzenlenen bir sergiye ait alttaki fotoğrafı neden sakladığımı artık biliyorum. Yaklaşık 200 sayfalık çalışmadan yaptığım alıntılar da, böyle bir çatının altında yaşananlara benziyor.
Reha Günay’ın eski İstanbul’un aynı yerlerinden ve açılardan çektiği, 
dünün ve bugünün fotograflarından oluşan 
"Kaybolan İstanbul" sergisinden
Çayhan Dervişoğlu'nun çocukluk evinde, onu en çok etkileyen yer evin mutfağı olmuş. Mutfaktaki bakır sinileri, ateşi, ocaklığı, güğümleri hatırlıyor… Bu evdeki diğer hatıraları ise, evin yüksek ağır masif kapıları ve bu kapıların kocaman kilitleri… Köydeki bu evin bütün pencerelerinin aşağıdan yukarıya açıldığını anımsıyor.
Nihal Yeğinobalı: “…Bu evin en çok ‘evim’ oluşunu severdim. Dışarıdan gelirken uzaktan bu ev göründüğünde çok mutlu olurdum. Hiç kimsenin kendine ait bir odası yoktu. Her çocuğun ihtiyacı olan yalnızlığı, biz kendimiz hayaller kurarak üretirdik…” Nihal Hanım’ın çocukluğunda gitmeye en çok korktuğu yer evin tuvaletiymiş: “…Geceleyin tuvalete gitmeye korkardık, oturak kullanırdık. Kimi zaman kendimiz giderdik ya da annemizi kaldırırdık…” Araştırmanın katılımcılarından Nevin Sürmen de, tuvaletin evin dışında, hatta bahçe kapısına yakın bir yerde olduğunu, bu sebeple de gitmeye korktuğunu anımsıyor. Hatırladığı bir diğer detay da, her pazar banyo için hamama götürüldükleri… Sunay Akın’ın da banyo olarak hatırladığı şey aslında bir leğenden ibaret. Banyo yapılacağı zaman ortaya konulan bir leğen ve çok sıcak suyun haşlaması, çok soğuk suyun üşütmesi ile yaşanan arbedeyi anımsıyor…

21 Şubat 2011

Kulak Önü

Bir önceki kaydın kaynağı "Aklımda Kalanlar" klasöründen Lale Altunel'e ait aşağıdaki işe, geçtiğimiz hafta yarım saat oturduğum bir bankta, kulağımın önünden geçen sesler eşlik ediyor. Kulağın kapağı yok. Duyma sınırları içindeki her türlü sesi duyuyor; bazen de duymamak için tıkaç bile yeterli olmuyor! 
TR - They Are Listening
  • Oh, son anda kurtulmuşum.
  • Onun renkleri falan var. O beyazını kullanıyor.
  • Bir tane de kot aldım. O da çok güzel.
  • O zaman bana bi cigara ver, git.
  • Ordan Reina’ya geçelim bu akşam.
  • Sinir oluyorum ya.
  • Sağol canım, hadi inşallah.
  • Limiti 335 olması gerek, bunda 730. Oha!
  • Güzel film oldu mu giderim, langur lungur gidemem.
  • Nerdesin?
  • O yapıyor, ben yapmıyorum.
  • Serviste misin yani?
  • Ne yapıyosun yaa? Geri geri yürüyorum.
  • Canımm, alıcam seni kucağıma şimdi.
  • Kızın boyu 1.70 falan var.
  • Bu sene Kemal sevgilisinden ayrıldı.
  • Esiyor çünkü, hasta olacaksın sonra.
  • Geldin 50 yaşına…
  • Amacın ne ki?
  • O kadar hızlı konuşuyor ki…
  • Kardeşim siz ne biçim gençsiniz yaaa.
  • Kavga etmek istemiyorum yani kesinlikle.
  • Hadi yürüyün manyak şeyler.
  • Onu sormuştu, demek ki başka bir şey soracak.

18 Şubat 2011

Kadınlar Tuvaleti


Adı "Aklımda Kalanlar" olan bir klasör oluşturmuşum. Dosyanın içindeki üstteki fotoğrafı da, Çağla Cömert olarak etiketlemişim. Kendi yarattığım bulmacayı, yine bana ait ipuçlarını kullanarak, elbette internet sayesinde çözdüm. Böylelikle, bu fotoğrafın da içinde bulunduğu "Genç/Yeni/Farklı" isimli serginin, geçtiğimiz Haziran ayında CDA Projects ve Casa Dell'Arte'nin ortak projesi kapsamında açıldığını, yeniden hatırladım. Akılda kalanlar, hatırlamak için ne kadar da önemli... 
"Kadınlar Tuvaleti" isimli bu fotoğrafa, bedenden atılan ama bedende yeniden üretilenler üzerinden bakmak istedim. Zira Julia Kristeva'nın dediği gibi, "dışkı"nın tabuları ihlal eden ve özgürleştirici bir anlamı var! 

14 Şubat 2011

Şiddetle Seviyorum!

Aynı yaştayız; O Akhisar'da, ben İstanbul'da... 
Baba sevgisi, anne sevgisi, kardeş, abla, ağabey sevgisi... Devlet sevgisi, bayrak sevgisi, millet sevgisi... Bunlar içinde en çok konuşulan koca sevgisi... Şiddetin eksik olmadığı sevme biçimleri. İlişkilendirilmesi zor gibi görünse de, kuşaktan kuşağa aktarılan, öğrenilen ve iç dünyamızda iyileşmeyen yaralar açan "sevememe" halleri...   
Bu sebeple, benim için görünen ve görünmeyen şiddetiyle bugün, Valentine değil, Violence Day... Tıpkı bir tıkla ulaşabileceğiniz aşağıdaki sevgi! mesajlarının, dışarıda olup bitenle yan yana geldiğinde belirginleşen gerçeküstü birlikteliği gibi! 
  • Sen dünyaya sürgün bir meleksin ve ben seni o kadar çok seveceğim ki, bir daha cennetine geri dönmek istemeyeceksin... Sevgililer günün kutlu olsun!
  • Seni tahmin edeceğin kadar değil, tahammül edemeyeceğin kadar çok seviyorum.
  • O kadar güzelsin ki, yüzüne bakamıyorum. Titriyor ellerim, ellerini tutamıyorum. Dolanıp sarmak geliyor içimden, saramıyorum. Öylesine bağlanmışım ki, sensiz duramıyorum. Uykudan uyanınca insanı uyandığına pişman eden, geri dönmek isteyip de dönemeyince çaresizlikten delirten, hayatta bir defa görülebilen harika bir rüyasın! Seni çok seviyorum. Sevgiler günümüz kutlu olsun sevgilim!
  • Hadi gel tut ellerimi! Benimle yan! Benimle meydan oku her çaresizliğe! Benimle uyu, benimle uyan! Birlikte varalım nice yıllara.  

11 Şubat 2011

Hafriyat


Bundan yaklaşık 3 sene önce, 1 Mayıs’ta açılan bir sergiye ait üstteki çalışma. Vahit Tuna’nın “Egzersiz” başlığı altında topladığı ve Hafriyat Karaköy’de sergilediği işlerinden biri. 
İsmi, Sunshine/Gün Işığı… 
Hafriyat ise, 11 yılın ardından 2007’de Karaköy’de kendi mekânına kavuşan bir sanatçı kolektifi. 1990’larda, sanat ortamına hakim tartışmaların ürünü olarak, uzun süre resimle ilgilenen sanatçıların birlikteliğini temsil etmiş. Zamanla hem sanatçı sayılarındaki artış, hem de sanat dallarındaki çeşitlenmeyle zenginleşmiş.  
Bilgisayarımda 17 Mayıs 2008 – Hafriyat Karaköy olarak kayıtlı dosyada duran bu fotoğraflar, sanatta sivil inisiyatif oluşumu olarak Hafriyat sanatçı grubunun incelendiği bir tez çalışmasıyla yeniden gündemime geldi. Ben de bu vesileyle, bugün baktığım yerden çok daha başka çağrışımlar yapmama imkân veren bu çalışmayı paylaşmak istedim.
Tuçe Silahtarlıoğlu’nun 2009 yılında teslim ettiği, “Sanatta Sivil Toplum ve Hafriyat Sanatçı İnisiyatifi” başlıklı yüksek lisans çalışmasından yapacağım aşağıdaki alıntı, Caner Karavit’in Hafriyat için hazırlanan sergi katalog yazısına ait. Fakat ben bu paragrafı, kum tepeciğinin üstünde oturan figürün, “kazarak” çıkardığı hafriyatın tepesinde, karşısındaki “dev ses”le yüzleşmesi gibi okumak istiyorum:   
“Hafriyat bir anlamda da keşif yapmaktadır... Üstü örtülmüşü tekrar kazabilir, söylenmişi tekrar söyleyebilir. Keşiften öte çözüm yoktur. Çünkü ayrıntı keşifte gizlidir. Çünkü ‘görünmez keşfedilmemiştir.’ Keşif, bir kent gezgininin hayal dünyasına ait yeni istekleri ve yaratıcı çözümleri harekete geçirir… Buluş ise geleceğin belirtisidir. Geleceği onaylayacak bir yaşam biçimi ve zaman dilimi olamayacağını ifade etmek, belki de yarını özgür bırakmak olacaktır. Geçmiş için kâşif, bugün için şahit, yarını önermeyen.”
Henüz!

9 Şubat 2011

Ayna


Görülen şey, inşa edilendir. Gerçekliğin sadece gözlemleyebileceğimiz şeylere indirgenmiş olması ve temsillerin zihnimizde gerçeğin yerini alması sorunludur. Oysa temsil edilen kadar edilmeyen de önem taşır. Ayna, tam da bu noktada, görsel ve anlamsal bir dönüştürme alanı olarak sık başvurulan bir metafordur. Ben de bugün, bu “nesneyi” sıklıkla kullanan Piyale Madra’dan bir karikatür seçtim. Bu soyut ve temsil edilemeyen konuların, iç dünyaya ait tüm meselelerin, insanın ancak kendisiyle “karşı karşıya” gelmesiyle daha görünür olduğunu hatırlamak için. 

6 Şubat 2011

Kaldırım



İlk fotoğrafı, bu yılın ilk günü, daha kimseciklerin uyanmadığı saatlerde çektim. Her zaman yürüdüğüm istikamette, az bulunur bir sessizlikle ilerlerken. Yerde duran ve genelde yol ile özdeş bu dikkat çekici "hatırlatma," günün ilerleyen saatlerinde kalabalıklaşacak olan "kadırımdaki trafiğin," tam da hayatın kendisi olduğunu çağrıştıran bir uyarıcı gibiydi. Tıpkı geçtiğimiz hafta, başka bir kaldırımda fotoğrafladığım düşen/kopan bacağın, bu trafiğin bedensel ama en çok zihinsel hasarlarını sembolize etmesi gibi. Dün kaldırımda şahit olduğum ise, insanlar ve kediler arasında kalan yaralı bir karganın, hayatta kalma mücadelesiydi!

4 Şubat 2011

İnşaata Girmek Yasaktır!


Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Mimar Hatice Baştabak’ın, “Beden ve Cinsiyet Kavramlarının Mimari Tasarım Üzerinden İncelenmesi” başlıklı tez çalışmasının son bölümünde yer alan anket çalışmasını paylaşmak istiyorum.  Üç aşamalı bu alan araştırmasının, mekânla birlikte “inşa” edilen toplumsal cinsiyet algısı üzerine düşünmeye imkân veren sonuçları, tezin kavramsal çerçevesi kadar ilginç.
Üst ikisi sırasıyla çift cinsiyetli ve cinsiyetsiz;
alt ikisi de dişi ve erkek... 
Katılımcılardan, dünyanın çeşitli bölgelerinden seçilen 12 ayrı binayı; dişi, erkek, çift cinsiyetli! ve cinsiyetsiz seçeneklerini işaretleyerek, etiketlemeleri istenmiş. Temsil gücü kuvvetli 4’ünü kullandığım bu fotoğraflara, kendilerinde bu algıyı yaratan sebepler de sorulmuş. Sonuç olarak da, kendi yarattığımız mekânlar tarafından nasıl yeniden yaratıldığımız çıkmış!
ÇİFT CİNSİYETLİ: Oryantalist, tanımsız, ikiyüzlü, geometri, estetik, karmaşık, korkutucu, kusursuz, kararsız, karmaşadan düzen oluşturan, iki durumun da eş baskın olması, yırtıcı, düzensiz, dik başlı, dengesiz, sıkıcı, hafif, karaktersiz...
CİNSİYETSİZ: Anlamsız, yırtık, soğuk, sade, baskınlık yok, durağan, basit, tanımsız, sakin, korunmasız, baskın olan herhangi bir fiziksel farklılık yok, homojen, gelişebilir, ruhsuz, karaktersiz, kimliksiz, sıkıcı, pasif, yersiz…
DİŞİ: Katıksız, nazlı, şeffaf, kıvrımlı, estetik, heyecanlı, açıklıkları çok, korunmasız, seksi, karmaşık, sarmal, sıcak, farklı, yumuşak, kıvrımlı, huzur verici, çekici, uyarıcı, yumuşak, zarif, şeffaf, dağınık, estetik, dengeli, modern, ahlaksız, kusursuz, kışkırtıcı, heyecanlı, anaç, narin, süslü, ateşli…
ERKEK: İktidar, kusursuz, hakimiyet, organik, baskın, hakim olma çabası var, durağan, sistematik baskın, güçlü, yekpare ve tekil, katı kurallı, değişmeyen, nizamlı, hoşgörüsüz, güçlü, basit, güven verici, sert, sınırlı, keskin, koruyucu, aktif, ağır, sivri, geleneksel, kaba, resmi, soğuk…

1 Şubat 2011

Kırış Kırış, Parça Parça


Bu kaydın oluşmasına kaynaklık eden yandaki reklamı, NTV Tarih Dergisi’nin Ocak sayısında gördüm. İnan Aran’ın 95. sayfadaki “Kleopatra’dan günümüze Bebak kremi” başlıklı yazısını renklendiriyordu.
1954 yılının Yelpaze Dergisi’nden alıntılanan bu reklam, şöyle diyor:
“Bir ay evveline kadar evde kalmış bir kızdım. Bütün arkadaşlarım çoktan evlenmişti, fakat beni beğenen tek bir erkek yoktu. Şimdi çok mes’udum bana tapan bir eşim ve sevimli bir yuvam var. Hayalimi bugün hakikat yapan Altınbaş Kremi, yarın sizin de bir kurtarıcınız olacaktır.”
Reklamda altı çizilerek vurgulanan ve her daim karikatürize edilmesine alışık olduğumuz “evde kalmak”, kadınlar üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanılan “yaş”ın, kanıksadığımız hallerinden biri. Burada ilginç olan ise, bedeni kuşatan söylemlerin, toplumun geçirdiği değişimlerden bağımsız olmaması. Nitekim bedenin yaşlanması ile kremin bu şekilde ilişkilendirilmesi, bir reklam kurgusu olarak bugün oldukça absürt. Fakat yaşlanan ciltleri ve gençleştirici kremleri düşününce, bu yüzyıla ait bedenlerimizin de sadece bize ait olduğunu düşünmeye imkân yok.
Gill Valentine’nin ifadesiyle “bedenin kendisi bir alan. Hatta en yakın coğrafya. Biz ve diğerleri arasındaki maddi sınır. Dahası, çeşitli kurumlarca kültürel, ahlaki ve sosyal normların yazıldığı, işaretlendiği, dönüştürüldüğü yüzey.” İşte bu yüzeyin, ”krem” üzerinden gönümüzde nasıl düzenlendiğine, Ankara Üniversitesi’nden Gülçin Eren’in 2007 yılında sunduğu “Reklamlarda Tüketim Kültürü Değerlerine Göre Bedeni Düzenleyen Söylemler” başlıklı tez çalışması üzerinden baktım. Eren, 2004–2007 arasında yayınlanan 42 kadın dergisini taramış ve benzer söylemleri kullanan reklamları eleyerek yaşlanma karşıtı 110 farklı ürün reklamına ulaşmış. Bunlar içinden de temsil ediciliği yüksek 25 reklamı analiz etmiş. 
Ben de son derece çarpıcı bulduğum iki analizi paylaşmak istedim. Çünkü kendimizi aradığımız noktanın başlangıcı beden. İktidar mekanizmaları içimizde, dışımızda, aramızda… Her yerde!
  • Tüketim kültürü içinde, mümkün olduğunca çok çeşit ürünün satılmasını sağlayan şey, tüketicinin her bir parça için ayrı bir ürüne ihtiyacı olduğu düşüncesinin yaratılmasıdır.  Reklamlar bedeni parçalayarak, kadınların kendi vücutlarını, kendine ait ayrı bir yaşamı olan kısımlar, ayrı bölgeler halinde düşünmelerini mümkün kılar. Bu parçalanma, önce bedenin bütünlüğünü bozarak yüzü, ardından yüzün bütünlüğünü bozarak/parçalayarak farklı bölümleri öne çıkarır. Bu ayrıştırma, kişinin tüm parçaları denetlemesini gerektirmektedir. Kadınlara parçalanmış beden duygusu sunulurken, bu duygu insanın kendi vücuduyla tamamen mazoşistçe ya da cezalandırıcı bir ilişkiye girmesinin temeli de olabilir. Sanki kişinin bedeninin görünen kısmının altında yaşayan ideal bir alan vardır. Bu alana ulaşmak içinse çalışılmalıdır.
  • Yüzü bölen eksen (boylam) yardımıyla reklam, ürünün etkili olmasının görsel temsiline olanak tanır. Enlem ve boylam mantığının, coğrafi olarak ülkelerin Doğu-Batı, Kuzey-Güney bölgeleri arasındaki gelişmişlik kıyaslamalarına gönderme yapacak biçimde okunması mümkündür. Böylece ürünle özdeşleşen her türlü özellik (kapitalizm, bilimsellik, yenilik), temel olarak kırışıkların giderildiği eksende yer alır. Batı, Doğu’daki kırışıkları gidermektedir. Bu da bize cildin, yani toprak parçasının, Doğu’da kalan kısmın geliştirilmiş ürün yardımıyla nasıl gözle görülebilir bir değişim sağlayabileceğini anlatır.