27 Mayıs 2011

ADAMotu


Yine bir işbirliği.
Çavlan Erdost’un geçtiğimiz günlerde blogunda (pekguzelseyler.blogspot.com) paylaştığı Chad Wys’e ait resim ile geçtiğimiz sene Adalar Müzesi’nde çektiğim fotoğraf alt alta. İkisinin bir arada düşündürdüklerini tamamlayan ise, Hande Ortaç Aksoy’un son derece etkileyici öyküsü Kankurutan. Maalesef sığabilmesi için sıkıştırarak...
“Bu akşam Muhittin’le son yemeğimizi yiyeceğiz. Bu işi ancak bir ziyafet marifetiyle nihayetlendirmek bana yakışan bir son olacak.
...Liseden mezun olduğum günün hemen ertesi annemin hayat akademisinde çırak olarak işe başladım. Ustalığının gereği, ona annesinden, annesinin de anneannesinden ve yedi kuşak sülalesinden kulak memesi kıvamı gösterilerek, cızır cızır oluncaya dinletilerek, üç çorba kaşığı kadar oraya buraya çiziktirilerek aktarılan miras-ı marifetlerini bana öğretmekti. Benim hamurumdan bir kuşak sonrasının ustasını yaratabilmek için beni, beyaz iş bir örtü yaparmış gibi programlı, müthiş bir beceriyle ve derin bir sabırla eğitti. Bu süre boyunca sadece o konuştu, ben dinledim ve kaydettim.
Aslında yalnızca onun dedikleri kaale alındığı için o konuştu sayılır.  Ben de içimden bağrındım durdum. Yani Muhittin benim on sekiz yaşıma ait bir düş değil, daha çok annemin, akademisinden mezun olabilmem için biçtiği bir hedefti sadece.
Biz tanıştığımızda o otuzuna gelmiş bir devlet memuruydu. Benimse akademide ikinci yılımdı. Nasıl benim ailem -heyhat- yuva kurma yolunda ona zorluk çıkarmadılarsa, ben de ona yeni bir hayat kurma konusunda hiçbir problem yaşatmadım. Muhittin sağ olsun sadece geldi gittiyle ilgilendi. Tıpkı Zeynep’i evlendirirken ya da Mehmet’i Ankara’da yurda yerleştirirken olduğu gibi… Şimdi biraz kollestrol sıkıntısı var, en çok onunla ilgileniyor. Bu yaştan sonra yediklerine dikkat edeceksin Muhittin! Sadece bu akşamlık  senden ricam,  şu karnıyarığı yemen.
Planım düğün çorba ile hayırlı bir başlangıç yapacak, karnıyarığın ardına gizlenerek beklenmedik kuvvetli bir etki yaratacak, tel tel pilavın üstünden, son dakikada ısıtılarak servis edilecek olan irmik helvasına akacak ve şükür duasıyla nihayete erecek. Paravanın ardına gizlenmiş silahım ise adamotu.
Hüseyin Efendi'de adamotu bulunur muydu? Adı hem âdemotu olup hayat veren, hem kankurutan olup ömür tüketen bir bitkiyle olursa ancak benim işim olurdu. Hayatla ölüm arasındaki dengeyi ancak benim gibi terazisi hassas olan insanlar bulabilirlerdi, bu başkasının harcı olamazdı zaten. Ona göre ben dengeyi sağlamıştım; fakat bilmiyordu ki benim terazimde ölüm kefesi daha ağır basıyordu. Tahmin ettiğim gibi Hüseyin Efendi adamotu bulundurmuyordu ama beni hiç de şaşırtmayarak nerden bulabileceğimi bana tarif edebilecekti.
Hızlıca konuya girdim. Uzun süredir bir yemek tarifi üzerinde çalışıyordum ve bu nuh nebiden kalma tarifte adamotundan bahsediliyordu. Hiçbir yerde bulamamış ve en son manavım tarafından buraya yönlendirilmiştim. Uyuşturucu etkisi olduğu için herkese satılmaz, sadece sertifikalı tıpçılara verilirdi. Tarif, ölçü ile mi verilmiş yoksa göz kararı, avuç hesabı mı bildirilmişti? Hemen, tüm malzemelerin miktarının ölçü ile belirtilmiş olduğunu söyledim.  Bu  kök, bir insan görünüşüne sahip olduğu için ele alındığında dua okumak gerektiğinden bahsetti. Ben de evet dedim,  mutlaka okuyacağıma dair temennide bulundum.
Annemin bana evde geçirdiğim son gün tarifini verdiğinden beri, yani yaklaşık otuz beş yıldır aklımdan çıkaramadığım adamotunun nasıl bir şey olduğunu birazdan görecektim.  Annem hazır olduğuma, evden ayrılacağım son güne kadar kâni olamamıştı. En önemli bahsi en son güne saklamış ve artık bitmekte olan defterimin son sayfalarına tarifleri bizzat kaydettirmişti. Bir sonraki kuşaklara aktırılması gereken en son konu zehirlerle ilgiliydi. En çok üzerinde durduğumuz yöntemse ilk başta dikkat çekmeyecek, masum ve faydalı ama bir o kadar da ölümcül olan adamotuydu. Sülalemizdeki kadınların var olabilmek için zaman içinde geliştirdikleri bir yöntemdi bu. Kendi buldukları ya da bir şekilde öğrendikleri her türlü işe yarar formülü bir sonraki kuşaklara aktarmak. Bu şekilde yeni yetişenler, her şeyin zaman içinde denenmiş en mükemmel yolunu bildikleri için, girdikleri ailelerde ve çevrelerde en kısa zamanda itibar sahibi olabiliyor, tarihten gelen bu destek onların hayatlarını güçlendiriyordu. Ölüm de bunlardan biriydi. Hayat eğer çekilmez olur ise bunu yaratanı dikkat çekmeden ortadan kaldırmanın anneanne yolu, bana adamotu olarak öğretildi. Seçmediğim bir yolda işimi kolaylaştırmışlardı, şimdi de beni kurtaracaklardı.
Adamotu köksü bir bitkiydi. İnsan gibi kolları bacakları ve baş için bir çıkıntısı vardı. Bu çıkıntıları kesip bitkinin sadece gövdesi bırakılmalıydı. Morumsuydu. İşte bu noktada patlıcan ile kesişiyordu.
Yapmam gereken sadece sofranın hazırlanması değil, kendimin de hazırlanmasıydı. Bir tek eksik kalmıştı. O da yıllardır sürmekten kaçındığım kırmızı rujum. Beni en kadın hissettiren aksesuarım. Öncesinde Muhittin’le uğruna ne çok kavga etmiştim de menopozdan sonra sürmek aklıma bile gelmemişti. Kan akmayınca kendi kendime yakıştıramamıştım. Eski çantaların birinin iç cebinden buldum, çıkardım. Biraz bayatlamış olsa da dudaklarım pırıl pırıl oldu. Bu akşam yemeği Muhittin için hazırladım. Kırmızıyı kendim için kuşanayım. Kan dudaklarıma otursun.
Düğün çorbasıyla başlıyoruz yemeğimize. Ben bir yandan da tüm hayatımı en başından anlatıyorum.  Bu son gece, gevezeliğim üstümde. Sanki söyleyemediklerimin hepsini şu birkaç saate sıkıştırabilirmişim gibi cümleleri arka arkaya bağlıyorum. Mutfağa geçiyorum. Karnıyarıkları yayvan servis tabağına aktarıyorum. En son adamotundan yapılmış karnıyarığı alıyorum ve servis tabağının en soluna yerleştiriyorum.  O kadar benziyor ki patlıcanlara, ancak benim gibi ehil gözler anlayabilir aradaki farkı. Annemi ilk defa o an hürmetle hatırlıyorum. Defterin son yaprağına en son dakikada çiziktirdiği şeyler sayesinde bunca yıl sonra özgürlüğüme kavuşacağım.
Kendimden emin salona götürüyorum tepsiyi. Muhittin merakla neden böyle bir şeye kalkıştığımı anlayamadığını söylüyor, ona bir sürprizim mi var acaba? Zeynep ikinciye mi hamile yoksa? Ya da Mehmet bu sefer kesin boşanıyor değil mi? Servis tabağının en sağındaki patlıcanı Muhittin’in tabağına yerleştiriyorum. Sonra tabağın en solundaki adamotu karnıyarığı kendi tabağıma alıyorum. Muhittin benden cevap bekliyor hâlâ. Adamotu karnıyarıktan bir lokma alıyorum. Ben ölüyorum Muhittin diyorum. Yapabileceğin hiçbir şey yok. Şimdi yemeğimizin tadını çıkaralım.  Yaklaşık on beş dakika sonra safra kesem, mesanem ve rahmim genişleyecek. Yirmi dakika sonra gözbebeklerim büyüyecek, kalp atışlarım hızlanacak ve yarım saate varmadan kalp krizi geçireceğim. Sanırım tatlıya yetişebilirim. Ilık ve kıvamında irmik helvası tadacağım son şey olacak.”  

24 Mayıs 2011

Alfabetik Düşler


Alfabetik Düşler'den
İlk uzun metrajlı filmi “Gomeda”yı izlemedim. Bu kaydı, “alfabenin gösterenleri ve gösterilenleri arasında yaratılan irrasyonel bir kısa devre” olarak tanımladığı, ödüllü kısa filmi  “Alfabetik Düşler”i referans alarak, benzer bir dil ve düşünce birliği kurabilmenin ve yeni tanışmış olmanın heyecanıyla giriyorum. Tan Tolga Demirci “bu coğrafyada çekilmiş ilk sürrealist filmi Gomeda” için şöyle diyor: “Amacı, çalakalem yazılmış öznel bir tarih üzerinden kıvılcımlar yaratmak.”
Kişisel tarihin gücünü dünya tarihinin üzerinde tutarak, beni, bulabildiğim tüm söyleşilerini okumaya sevk eden Demirci, hem kişisel tarihinden notlarla hem de söz konusu kısa filmine rehber olabilecek değerlendirmeleriyle konuk oluyor buraya:
“… Çocukluğumdan bana miras kalan en büyük gerçek, korku filmleri oldu. Beni sinema eğitimi almaya iten, geçen yıl Es Yayınları’ndan çıkan ‘Korku Sinemasının Psikanalizi’ isimli kitabı yazdıran, hep bu mirasın rahatsız edici asalaklığı oldu. Korku sineması, çocukluk dönemine takılıp kalmış bir sinemadır. Tıpkı susamış bir köpek gibi simgesel düzenimi alt üst eden bu doyumsuz gerçeğe bir yanıt vermek zorundaydım. Önce sinema eğitimi aldım, olmadı. Sonra kitap yazdım, yine olmadı. En sonunda bir film çektim. Umarım bu şeytani miras, bundan böyle yakamı bırakır da, eli yüzü düzgün bir gerçeküstü drama çekebilirim.”
Şimdilerde blog aracılığıyla Sürrealismus’u internette aktif tutmakta neden ısrarlı davrandığına ilişkin soruya:
“Dört yaşlarında kalabalık bir alış veriş merkezinde annemin elini tutuyordum. Uzunca bir süre yürüdükten sonra aniden kafamı kaldırdım ve annemin yerinde başka bir kadının olduğunu gördüm. Sivri tırnakları kırmızı ojeli, kemikli yüz yapısına sahip kırk yaşlarında bir kadındı bu. O anda ölüyormuş gibi bir duyguya kapıldım. Nefesimi tuttum ve gözlerimi sıktım. İçimden var gücümle annemi düşünmeye başladım. Beni beslerken, beni döverken ve beni yıkarken onlarca fotoğraf geçti gözümün önünden. Sonra aniden gözlerimi açtım ve yeniden yukarı, elini tuttuğum kadına doğru baktım. Bu kez annemdi gördüğüm. O günden sonra tarifi olanaksız bir ayrılık kaygısı yaşamaya başladım. Grubu aktif tutma nedenim, aynı zamanda annemin elini bırakma kaygımdan kaynaklanıyor.”
Neden 1905-1987 yılları arasında yaşamış olmayı istediği ile ilgili soruya ise: 
“…Dünya tarihinin son dönemine baktığınızda, 20. yüzyılın başından 90’lı yıllara kadar her on yılda bir keskin ve eşsiz diyebileceğiniz bir ritim yakalayabilmeniz mümkün. Her on yıl bize kendi tarzını, kendi ritmini, kendi sloganını rahatlıkla iletebiliyor. Ancak son yirmi yıl için aynı şeyi söyleyebilmek mümkün değil. 90’lı yıllarla birlikte on yıllık dönemlerin ritmik özgünlüğü ve kendine has tavırları tamamen yok olup gitti. Müzik sona erdi, pek çok duygu kendini aynı ritimde tekrar ederek çürümeye bırakıldı. Dünya tarihinin son biçimsel devinimi, son ritmi, son rengi ve son on yılı 80’li yıllardır. Sonrası kafası kayıp cesettir.
…Marcel Duchamp şöyle der: ‘Sorun yoktur, o halde çözüm de yoktur...’ Aydınlanma döneminde bu önermenin hitap şekli şuydu: ‘Sorun vardır, çözümü de bellidir’. Oysa postmodern süreçte, sorunun safhında olan tamamen boyut değiştirdi ve çözüm gizlendi. Dolayısıyla postmodern dönemde önermenin hitap şekli şu oldu: ‘Sorun da gizlidir, çözüm de...’ 80’lerin sonlarıyla birlikte pek çok düşünür, modern düşünme disiplininden, yani sözün slogan gücünden vazgeçerek, boyut değiştiren yeni dünya sorunlarını kendi bakış açılarıyla ortaya koymaya çalıştılar. Kimileri ‘sorun vardır, çözüm boşunadır’ diyen marjinal bir yeni sağ çizgide kaldı, kimileri ise ‘sorun vardır ve çözümü içindedir’ diyen yeni sol bir çizgiyi tercih etti. Ben, daha önce de ayrılması gerektiğini düşündüğüm içsel ve nesnel siyaset açısından iki ayrı önerme sunmak peşindeyim. Öncelikle içsel gerçeklik açısından Marcel Duchamp’la aynı düşüncedeyim: ‘Sorun da yoktur, çözüm de...’ Ancak nesnel gerçeklik açısından sorunun ve çözümün gizlendiği inancını taşıyorum.”

22 Mayıs 2011

Labirent

Bu kaydı, “içimizdeki çocuk” ile sıklıkla bir arada kullanılan öldürmek, yaşatmak, yüzleşmek, barışmak gibi, bana pek de yakın gelmeyen kavramları düşünerek giriyorum. Aşağıda bir bölümünü bulacağınız kitabı okumadım. Maksadım bir kitap tanıtımı yapmak da değil. Ben yazılanları, Freud’un yetişkinlik dönemine geçen bireyin erken zihinsel faaliyetlerini tamamen terk etmediği görüşüne dayanan bilinçdışı tanımı ile birlikte okuyorum. Nitekim birey sahiplenmese de, bu zihinsel süreçler bilinçli zihinsel faaliyetlerin temelini oluşturmaya devam ediyor. O yüzden “içimizdeki çocuk” bilinçdışını bilince dönüştürmek, kısıtlamaları ortadan kaldırmak ve hafızalardaki boşlukları doldurmak için olsa olsa bir rehber olabilir. Zira hiçbir şey geçmişte kalmış ya da unutulmuş değildir.
Henry Bauchau’nun yazdığı Mavi Çocuk için şöyle deniyor: Ruhu ağır yaralı ergenlik çağında bir çocuk ile tedavisini üstlenen bir psikanalistin, psikozun labirentlerinden sanat yoluyla bir çıkış aramalarının uzun ve sancılı sürecini anlatıyor. Ruhunu kaygı ve korku ele geçirmişken, hezeyanın fırtınaları zihnini oradan oraya savururken huzur bulmak için sığınılacak bir ‘cennet adası’ yaratmanın... Kafanın içindeki şeytanları ve canavarları resim ve heykel yoluyla dışarı çıkarmanın... ‘Normaller’in dünyasında bir ‘engelli’ olarak kendini var etmenin… Nihayet sanatın ve hayatın engellerle dolu yollarında ‘ben’ olarak yürümeyi göze alabilmenin hikâyesini…
"...Orion'la çalışmam başlıyor. Benimle tek başına, küçücük çalışma odamda güvende olmaktan memnun. Yavaş yavaş birbirimize alışıyoruz. Yorgun olduğunu görüp ona resim çizmeyi önerdiğim ilk seferinde, ‘Artık resim dersinde,’ diyor. Her zaman olduğu gibi kurala uygun davranmamaktan korkuyor. Ona büyük boy bir kâğıt ve boya kalemleri veriyorum. Bir şeylerin yavaş yavaş ortaya çıktığını görüyorum. ‘Bir ada sanki...’ diyorum. Karşılık vermiyor, gülümsüyor, işine dalıyor. Mutlu besbelli. Uzun süre mutlu olmaya hakkı yok zira birden başını kaldırıyor ve biraz korkuyla şöyle diyor: ‘Dikte...’ ‘Yarın, sen resmine devam et,’ diyorum.  ‘Annem her gün bir dikte yapılması gerektiğini söylüyor.’ Mutluluk ânı uçup gidiyor, gözlerinde kaygı beliriyor. Ona dikteyi yaptırıyorum, yazdıklarını sık sık karalıyor, bittiğinde bana uzatıyor. ‘Yanlışları kırmızı kalemle işaretle.’ İşaretliyorum, kâğıdı ona uzatıyorum. Üzüntüyle kâğıda bakıyor ve kendisine ait olmayan bir sesle: ‘Ne çok yanlış, ne çok yanlış!’ diyor. ‘Kim diyor bunu?’ Cevap vermiyor, ayağa kalkıyor. ‘Gitme vakti, efendim.’
Ertesi gün gelir gelmez bir gün önceki dikteyi uzatıyor. On dakika sonra artık dayanamıyor: ‘Duralım, yorgunsun, daha sonra tekrar başlarız,’ diyorum. Kâğıdını uzatıyor, derken, aniden fark ettiği bir şeymiş gibi: ‘Korkuluyor... Yanardağlardan korkuluyor.’ ‘Yanardağlar?’ diye soruyorum. ‘Kafamın içindekiler. Ne çok yanlış! Ne çok yanlış! diye haykırıyorlar. Neden diye bağırıyorlar. Sonra da, nasıl diye. Sonra da hiçsin hiç, canına okuyacağız! diye.’ Ter içinde, gözleri parlıyor, daha konuşacak ama nereye kadar? Vücudu dayanacak mı? Devamlı bir çabanın bedeli çok büyük, çok ağır olmayacak mı? Devam etmeli mi? O sırada, aklıma adası geliyor yeniden. Evet, devam etmeli ama başka bir yoldan. ‘Ada resmine tekrar başlasan mı?’ demeyi göze alıyorum. ‘Dün atölyede bırakıldı.’ diyor, kabuğuna çekiliyor. 
Hızla kalkıyorum ve koridorların dehlizinden geçerek atölyenin kapısına varıyorum. Allah kahretsin, kapalı! Aceleyle Orion'un yanına dönüyorum, hâlâ sandalyesinin üstünde büzülmüş halde. Önüne bir kâğıtla boya kalemleri koyuyorum. ‘Kapı kapalı, anahtarı bulmaya çalışacağım. Sen bu arada başka bir resme başla,’ diyorum. Sekreterlerde anahtar yok, zaman çizelgesine bakıyorum, sanat öğretmeni Bayan Darles'ın gelmediği gün bu. Aceleyle geri dönüyorum. Korktuğum gibi, Orion büyük bir krizin bütün semptomlarını şimdiden gösteriyor. Onu oturtuyorum: ‘Burada, küçük çalışma odamızda rahatız. Yeni bir resme başla.’ ‘Ne yapılacağı bilinmiyor. Kafanın içinde hiçbir şey yok.’ Tam o sırada aklıma ona gösterdiğim labirent resimleriyle nasıl ilgilendiği geliyor. Neredeyse çığlık çığlığa, 'Labirent, Orion, bir labirent yap!' diye bağırıyorum. Bu kelime onu tam on ikiden vuruyor. Beni görüyor, bu da onu yatıştırıyor. Sandalyesini yerden kaldırıyorum, masaya oturuyor. Artık korkmuyorum, tekrar ediyorum: Bir labirent yap!”
Kendi iç dünyama denk düşen anlamlarıyla “labirent,” geçen sene Belgrad Ormanı’nda çektiğim yukarıdaki fotoğrafla bir araya gelince, bilinç düzeyinde gerçekleştirdiğim faaliyetlerin altında yatan bilinçdışı süreçleri anlamak için bir çıkış noktası oldu. Sizi ise ancak, bu zengin deneyime katılmaya davet edebilirim!

19 Mayıs 2011

Küçük İnsanlar

Dün bir "haber" vardı internet sitelerinde: Zeytinburnu’nda inşa edilen "OnaltıDokuz İstanbul" projesi, isteyen müşterilerini vinç yardımıyla 100 metre yüksekliğe çıkarıyor ve manzaraya göre daire seçme olanağı sunuyormuş. Projede, 36, 32 ve 27 katlı üç bloktan, 1 1, 2 1, 3 1, 4 1, 3 2 ve 6,5 2 olmak üzere altı tip rezidans ya da apart daire seçenekleriyle toplam 496 daire bulunuyormuş! 
Haber üzerine ben de; üç artı bir, iki artı bir gibi ifadelerle konutun yaşamsal değerinden çok metrekare ve fiziksel boyutlarının öne çıkarıldığı bu kimliksiz mimari ürünler üzerine düşünmek istedim. İmdadıma, Jane Jacobs’un Metis Yayınları’ndan bu ay çıkan “Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı” başlıklı kitabının giriş bölümü yetişti. Mevcut şehir planlaması ve yeniden inşasına bir saldırı niteliği taşıyan bu kitap, şehirlerin görünmez düzenini izah etmeye çalışıyor: 
“Şeylerin görünüşü ile işleyiş tarzı kopmaz bağlarla birbirine bağlıdır ve bu bağların en sağlam olduğu yerler de şehirlerdir. Ama şehirlerin sadece nasıl görünmesi 'gerektiğiyle' ilgilenip nasıl işlediğini ilginç bulmayanlar bu kitapta hüsrana uğrayacaktır. Bir şehrin görünümünü planlamak, daha doğrusu ne tür bir içsel, işlevsel düzeni olduğunu bilmeden ona hoş bir düzen görünümü kazandırmaya dair spekülasyonlar yapmak beyhudedir. Görünümü öncelikli amaç ya da ana mesele yapmak beladan başka bir şey getirmez.
…Düpedüz çirkinlik ya da düzensizlikten daha aşağılık bir şey vardır ki, o da düzen varmış gibi yapmak, hem de bunu var olmaya çalışıp ihtiyaçlarını dayatan gerçek düzeni de görmezden gelerek ya da bastırarak yapmaktır.
...Sözde yerini aldıkları gecekondu mahallelerinden daha beter suç, vahşet ve genel sosyal umutsuzluk yuvaları haline gelen sosyal konut projeleri, tam anlamıyla yavanlık ve tekdüzelik kuyuları olan, şehir hayatının neşesini ya da canlılığını asla içeri sızdırmayan, orta gelirlilere yönelik konutlar, manasızlığını sönük bir kabalıkla azaltmaya çalışan lüks evler, iyi bir kitapçının bile tutunamadığı kültür merkezleri, eğleşecek yer bulma imkânı nispeten kısıtlı avarelerden başka kimsenin uğramadığı sosyal merkezler, banliyö tipi standart zincir alışveriş merkezlerinin donuk kopyaları olan ticaret merkezleri, hiçbir yerden hiçbir yere gitmeyen ve kimsenin kullanmadığı gezinti yolları ve büyük şehirlerin bağırsaklarını deşen otoyollar… Şehrin yeniden inşası böyle olmaz. Buna şehrin talan edilmesi denir. 
Bu projelerin çirkin yüzeyinin altına baktığımızda daha da feci bir manzarayla karşılaşırız. Teoride, projelerin çevrelerindeki şehir alanlarına faydaları dokunacağı varsayılır, ama bu nadiren gerçekleşir. Bu kolu bacağı kesilmiş alanlar, umumiyetle kangren olur. Bahsettiğimiz planlama tarzına göre, insanlara konut bulmak için halka fiyat etiketleri iliştirilir ve etiketli kitlelerin ayıklanıp atılan kısmı, çevresindeki şehre karşı giderek artan bir şüphe ve gerilim hissi duyar. Bu türden iki ya da daha fazla düşman adacık bitiştiğinde ortaya çıkan sonuç "dengeli bir mahalle" diye adlandırılır. Tekelci alışveriş merkezleri ve anıtsal kültür merkezlerinin, halkla ilişkiler şamatasıyla örülmüş bir örtünün altında sakladığı şey, şehirlerin samimi ve kendiliğinden oluşan hayatından hem ticaretin hem de kültürün çıkartılmış olduğudur.” 
Bu kayıtla örtüştüğünü düşündüğüm fotoğraflar ise Çavlan Erdost (pekguzelseyler.blogspot.com) aracılığıyla haberdar olduğum Slinkachu’nun Küçük İnsanlar projesinden. Binaların sembolik ya da somut düzeyde uyguladığı şiddeti vurgulamak niyetiyle…

16 Mayıs 2011

Yırtık


Yıllardır giydiğim pantolonum yırtıldı. 
Bu bir anda gerçekleşmedi. Zamana yayıldı.
Uzun zaman önce aldığım ayakkabım ise, hemen ertesi gün yırtılmıştı. Yol üzerinde bulunan dikenli tele takıldı.
Yırtıklarına aldırmadan, her ikisini giymeye devam etsem de, bu ısrarım üzerine günlerdir düşünüyorum. Sonunda, Arter’in internet sitesinde geçtiğimiz ay açılan serginin içeriğine dair yazılanlarla, kendi çağrışımlarım örtüştü. “Görünmezlik Taktikleri” başlıklı sergi için şöyle deniyor:  
“Görünmezliği bir yokluğun mevcudiyeti; ‘yüzeyin altında’ olma hali; bir geri çekilme ve engelleme taktiği; çözülmenin, gizlenmenin ve yansıtmanın bir aracı olarak ele alıp tartışmaya açıyor. Görünmezliğin taşıdığı imkânları araştıran proje, aynı zamanda görünürlük rejiminden dışlanmış olmanın anlamlarına da dikkat çekiyor." 
Ben de “bütünlüğü bozan” anlamlarıyla bu “yırtık” fotoğraflara, bir sonuç olarak neleri gizlediğini görebilmek için “Kılık Kıyafet Yönetmeliği” eşlik etsin istedim.  
İşte, “kamu personelinin Atatürk devrim ve ilkelerine uygun, uygar, aşırılığa kaçmayacak şekilde sade bir kılık ve kıyafette olmalarını, kılık ve kıyafette BİRLİK ve BÜTÜNLÜK içinde bulunmalarını sağlamayı amaçlayan” yönetmeliğin maddeleri:  
  • “Kurum ve kuruluşlarda görevli memur, sözleşmeli personel, geçici personel ile hizmetliler ve işçilerin giyimlerinde sadelik, temizlik ve hizmete uygunluk esastır.
  • Kadınlar; elbise, pantolon ve etek temiz, düzgün, ütülü ve sade, ayakkabılar ve/veya çizmeler sade ve normal topuklu, boyalı, görev mahallinde baş daima açık, saçlar düzgün taranmış veya toplanmış, tırnaklar normal kesilmiş olur. Ancak bazı hizmetler için özel iş kıyafeti varsa görev sırasında kurum amirinin izni ile bu kıyafet kullanılır. Kolsuz ve çok açık yakalı gömlek, bluz veya elbise ile strech, kot ve benzeri pantolonlar giyilmez. Etek boyu dizden yukarı ve yırtmaçlı olamaz. Terlik tipi (sandalet) ayakkabı giyilmez.
  • Erkekler; elbiseler temiz, düzgün, ütülü ve sade; ayakkabılar kapalı, temiz ve boyalı giyilir. Sandalet veya atkılı ayakkabı giyilmez. Bina içinde ve görev mahallinde baş daima açık bulundurulur. Kulak ortasından aşağıda favori bırakılmaz. Saçlar, kulağı kapatmayacak biçimde ve normal duruşta enseden gömlek yakasını aşmayacak şekilde uzatılabilir, temiz, bakımlı ve taranmış olur. Her gün sakal tıraşı olunur ve sakal bırakılmaz. Bıyık tabii olarak bırakılır, uzunluğu üst dudak boyunu geçemez, üstten alınmaz, yanlar üst dudak hizasında olur, alt uçları dudak hizasından kesilir. Kravat takılır, kravatı örtecek şekilde balıkçı yaka veya benzeri sü­veterler giyilmez. Hizmet gereğine uygun olarak verilmişse tek tip elbise giyilir.
  • Bina içinde gömleksiz, kravatsız ve çorapsız dolaşılmaz.
  • Sağlık, şantiye, arazi, atölye, maden ve benzeri yerlerde çalışanların, çalışılan işin ve yerin özelliğine göre giyim eşyasının tipi, modeli ve rengi ilgili kurumca tespit edilir.
  • Sağlık özrü bulunan ve bunu resmî doktor raporu ile belgelendiren personelin giyimlerinde bu özürlerin ve mevsim şartlarının gerektirdiği değişiklikler yapılabilir.
  • Personel, görev yaptığı yerin ve mezun olduğu okulların rozetleri ile hükümetçe özel günler için çıkarılan rozetler (Atatürk'ün doğumunun 100'üncü yılı gibi) dışında rozet, işaret, nişan v.b. şeyler takamaz.
  • Merkezde ve taşrada protokole dahil olan bayan ve erkek kamu görevlileri resmî kutlama törenlerine koyu renk takım elbise ile katılırlar.
  • Bu yönetmeliğe aykırı hareket edenlere 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun disiplin cezalarına ilişkin hükümler uygulanır.” 


11 Mayıs 2011

Timsah

Önce bir fotoğraf gördüm, sonra da bir yazı okudum. Her ikisini de, kendi iç dünyamla örtüştüğü için, bir arada paylaşmak istedim. 
Bahar Toktaş’ın çektiği fotoğrafın ismi Bedel. Ona eşlik eden metin ise, "Feminizm ve Doğaya Hükmetmek" başlıklı kitabının yazarı Val Plumwood’un, uğradığı bir timsah saldırısının ardından kaleme aldığı makale. 
Bülent Doğan’ın, Virgül için 2005 yılında yaptığı çevirisiyle:
"Kanoyla açılıp ana akıntıya girdiğimde yağmur ve rüzgâr tekrar başladı. Kanaldan aşağı inmeye başlayalı daha beş on dakika olmamıştı ki, akıntının ortasında kütüğe benzer bir şeyin yüzdüğünü gördüm. Akıntı beni ona yaklaştırdığında kütüğün gözleri meydana çıktı. Bu bir timsahtı. 
...Timsahla çarpışmamak için küreği kullanmaya çalıştıysam da, tuhaf bir şekilde yollarımız kesişti. Onun epey yakınından geçeceğimi anlamıştım, ama kanoya vurmasıyla meydana gelen dehşetli sarsıntıya kesinlikle hazır değildim. Sonra bir daha vurdu, bir daha, bir daha, şimdi arkadan saldırıp küçük kanomu ceviz kabuğu gibi sallıyordu. Ben çılgınca kürek çekerken hücumlarını sürdürdü. İlk kez o an AV olduğum duygusu içimi doldurdu. Yüksek ve dik kıyı, kaygan çamurla kaplıydı. Görebildiğim tek kurtuluş yolu kıyıya yakın duran bir ağaçtı. Ağaca doğru biraz kürek çektikten sonra sıçramak için ayağa kalktım. Tam o sırada timsah kanonun yanında yüzeye çıktı. Şöyle bir gerilip dallara doğru sıçradım. Daha ayağım en alttaki dala bile ulaşmamıştı ki, sudan fırlayan keskin dişli kocaman bir ağzın bulanık ve inanılması güç görüntüsüyle karşılaştım. Sonra da, bacaklarımın üst kısmını sıkıştıran kızgın bir kıskaç tarafından ıslak ve boğucu bir karanlığın içine çekildim. 
...Kaynayan bir koyu karanlıkta sonsuza dek yuvarlanacağımı sandım, dayanılacak gibi değildi, ama tam mücadele etmeyi bıraktığım sırada yuvarlanma birden duruverdi. Ayağım dibe değdi, başım sudan çıktı ve hayatta kaldığıma hayret ederek öksürükler arasında havayı içime çektim. Bacaklarım halen timsahın dişleri arasındaydı. Fena halde yaralanmış vücuduma ne olacağını düşünerek tam ağlamaya başlayacakken, timsah yeni bir ölüm yuvarlanışına başladı. O dehşetli yuvarlanma durduğunda yeniden yüzeye çıktım. Halen timsahın dişlerinin arasındaydım ve bu kez kıyıdaki büyük bir çalının sağlam dallarından birine hayli yakındık. Delicesine dönen, boğucu cehenneme bir kez daha düşmektense timsahın beni ikiye bölmesi daha iyi diye düşünerek dalı yakaladım. Yeni bir yuvarlanmanın başlayacağını düşünerek tüm gücümle dala sarıldım, ama timsahın dişleri gevşedi: serbest kalmıştım. 
Tıpkı bir kâbusun tekrarlanması gibi, ilk kaçış denememde yaşadığım dehşeti yeniden yaşadım. Timsah beni bu kez sol bacağımdan yakaladı ve aşağıya çekti. Umutsuzluk içinde yeniden dala sarıldım. Bir süre sonra timsahın dişleri yine gevşedi ve kendimi kurtardım. Bu kısırdöngüden kurtulmam gerekiyordu, tek yol çamurlu kıyıdan çıkmaya çalışmaktı. Tutunmaya çalıştım, fakat beni bekleyen dişlere doğru geri kaydım. İkinci denememde neredeyse başarıyordum, ama son anda kaydım ve ancak otlara tutunarak durabildim. Bitkin bir halde asılı kalmıştım. Başaramayacağımı düşündüm. Tek yapması gereken gelip beni tekrar yakalamaktı. Otlar da gevşemeye başlamıştı, tekrar suya düşme korkusuyla parmaklarımı çamura sapladım. Hayatta kalmak için aradığım ipucu buydu. Gücümün son damlasıyla yukarı çıkıp oturdum. Yaşıyordum!”
Hikâyenin gerisi de, bu karşılaşmanın Plumwood’un düşünce dünyası üzerine yaptığı etki de, en az yukarıdakiler kadar sarsıcı. Onun için efendi/canavar anlatısının anlamını ters yüz eden deneyim, bu kaydın sınırları içinde bambaşka çağrışımlara vesile oldu. En azından benim için, sizi bilemem...

9 Mayıs 2011

Hayalet


Fotoğrafın çekilme anında başlayan ve aile içinde geçirdiği zamandan çok, fotoğraf sahiplerinin fotoğrafları ile ilişkileri bittiğinde fotoğrafın başına gelenlerle ilgilenen bir tezle, geçen sene düzenlenen Sahaflar Festivali’nde çektiğim fotoğrafların kesiştiği bir kayıt bu. Çalışma alanını, fotoğrafın sahibinden ayrıldıktan sonra çıktığı yolculuk olarak belirleyen Pelin Aytemiz, 2007 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde sunduğu tezi için hazırladığı kısa film projesini, fotoğrafın geçici, sabit ve süreli olmayan, elde tutulamayan ve ölümlü niteliğine çağrışım yapan anlamları içerdiği için “efemera” olarak adlandırmış:
“Film, varlığı ve imgesi konusunda çekinceleri olan yirmili yaşlarının başlarındaki Leyla karakterinin fotoğrafları aracılığı ile çıktığı zihinsel yolculuğu konu alıyor. Leyla sürekli kendi fotoğraflarını çekip, fotoğrafların altlarına anlaşılmaz notlar almaktadır. Fakat her defasında gördüklerinden rahatsız olarak fotoğrafları atar. Bu rahatsızlığının nedeni, her fotoğrafında kendi imgesi yerine bambaşka birini görmesidir. Fotoğraflarda kendisi yerine bazen tanıdıklarını, bazen ise hiç bilmediği kişileri görür. Varlığından emin olamayışını temsil eden bu fotoğrafları saklamaya gerek duymadan atar. Leyla’nın atılan fotoğrafları, yolcuklarının sonunda hurdacılar vasıtası ile bir antikacıya ulaşır. Böylelikle filmin ikinci önemli karakteri; atmışlı yaşlarının ortalarında olan antikacı Koper Bey ile tanışırız. Koper Bey, sadece objelerin geçmişlerine değil, aynı zamanda insanların geçmişlerine de yolculuk edebilen biridir. Hurdacıların dur durak bilmeden getirdikleri, altına notlar düşülmüş Leyla’nın polaroid fotoğrafları, Koper Bey’in kendi geçmişi ile yüzleşmesini sağlar. Sevgilisinin ölmeden önceki son anını fotoğraflayan Koper, onun ölümünü hiçbir zaman kabul edememiştir. Onun için ölüm ile fotoğraf birbirine çok yakındır. Leyla’nın fotoğraflar ile olan garip ilişkisini keşfeden Koper Bey, onun her gün çekilmiş fotoğraflarını kendisi için özel olan bir albümde toplayarak, ona aradığı kurgusal geçmişi yaratır. Hikâye, Koper Bey’in yardımı ile Leyla’nın kendi imgesine ulaşması, Leyla’nın yardımı ile Koper’in geçmişini geride bırakabilmesi ile sonlanır.”
Aytemiz’in ölüm ve fotoğraf arasındaki yakın ilişkiyi merkeze alarak kurguladığı bu hikâyenin kavramsal çerçevesi, Roland Barthes’ten referans alıyor:
“Barthes’a göre fotoğraf; bir yandan fotoğrafta gördüğümüz şeylerin geçmişe ait o belirli dönemdeki varlıklarını kanıtlarken, bir yandan da gördüklerimizin geçmişte kalmışlıklarını, yani ölümünün bir teyididir. Onun için her fotoğraf, bakan kişiye ölümü çağrıştırmalıdır. Fotoğrafın özünde ölüm yatmaktadır. Filmin baş karakterleri olan Leyla ve Koper Bey ise fotoğrafın ölümü resmettiğini fark eden iki karakterdir. Leyla fotoğraflarda kendi ölümlülüğünü görmek yerine bu histen kaçmak için başka insanların imgelerini görmeyi seçmektedir. Film boyunca kendini fotoğraflarda göremez... Ta ki kendi ölümlü oluşunu kabul edene kadar.”
Ben, fotoğrafların şimdi ile geçmiş arasındaki hayalet halinden çok, ister kendi fotoğraflarımız isterse başkalarınınki olsun, fotoğrafların çağırdığı hayaletleri daha çok önemsiyorum sanırım. Ne de olsa fotoğrafın hayalete dönüşmesi, tıpkı Aytemiz’in hikayesi gibi, son derece kişisel bir değerlendirme.

6 Mayıs 2011

Sessizlik Diyarı

Bugün, Wim Wenders’ın Pina Bausch için çektiği film sayesinde, bedenin hareketleri aracılığıyla içeriden dışarıya doğru bir yolculuk gerçekleştirdim. Filmin ardından buraya taşımak istediğim ise, film boyunca dansçıların sıklıkla referans verdiği Bausch’un çalışma tekniği. Bu konuda bana yardım eden de, Bedirhan Dehmen’in 2010 yılında sunduğu, “Yirminci Yüzyılın Son Çeyreğinde Dans Tiyatro Buluşması: Pina Bausch, Lloyd Newson, Wim Vandekeybus” başlıklı doktora tezi.
Bir arayışı somutlamanın, belki de daha fazla sorunsallaştırmanın aracı olarak, soru sormaya dayalı bu yöntemi Dehmen şöyle özetiyor:
“Bausch, provalar esnasında dansçılarına sorular sorar veya tema/konu başlıkları verir. Bunların sayısı çoğu durumda yüzleri geçer. Dansçılar cevap olarak istediklerini yapmakta serbesttirler. Solo veya ikili üçlü gruplar halinde dans ya da jest-eylem cümleleri oluşturabilirler, metin ve/veya hareketin kullanıldığı imgeler yaratabilirler, kişisel hikâyeler anlatabilirler, ya da şiir/şarkı okuyabilirler. 
Provalar süresince Bausch’un yaptığı şey, bir elinde sigarası diğerinde kalemiyle, oturduğu masasında dansçıların verdikleri yanıtları izleyip defterine not etmektir. Verilen cevaplar başlangıçta birbiriyle ilişkilendirilmez, yalnızca geniş bir malzeme havuzu oluşturulur. Ardından parçalar birleştirilmeye başlanır. Bu süreçte parçaların bir kısmı olduğu gibi kullanılır, bir kısmı işlenerek gelişir ve büyür, bazıları Bausch’un müdahaleleriyle dönüşür, bazıları başka bir dansçı ya da geniş bir dansçı grubu tarafından sahiplenilir, pek çoğu ise hiç kullanılmaz ve atılır. Parçaların bütüne nasıl evrildiği, bağımsız sahneciklerin bir kompozisyona nasıl dönüştüğü konusunda Bausch’un kullandığı genel formüller ya da teknikler bulunmaz. ‘His’ler belirleyici görünür.
İcracılar Bausch’un sorduğu sorulara doğaçlamalar yoluyla kendi kişisel deneyimlerinden, tarihlerinden ve belleklerinden derledikleri yanıtlar verirler. Genel ya da bildik cevaplardan çok, kişiye özel/mahrem/biricik olana ulaşmaya çalışır. Her şeyden önce, kendi alışkanlıklarını, arzularını, sıkıntılarını, korkularını, takıntılarını, öfkelerini, ilişkilerini, mutluluk arayışlarını prova sürecinde ve sahnede açığa vuran “bireyler” olarak var olurlar. Başından beri Bausch’la birlikte çalışan Dominique Mercy soru sormaya dayalı çalışma yönteminden bahsederken, ‘Her seferinde kendi deneyiminizdir. Dışarıdan belli şeyleri ödünç alsanız bile, sizin onları nasıl gördüğünüzdür söz konusu olan. Sahnede olan, siz kendinizsinizdir’ der. Böylece dansçılar, verili bir dans tekniğinin kuralları uyarınca düzenlenen ve koreografın belirlediği dans/hareket cümlelerinin somutlanması için sanatsal hammadde olarak kullanılan bedenler olmaktan çıkarlar.
Bausch için içsel motivasyonun bir sonucu olan hareketin kaynağı “sessizlik diyarı”dır. Her dışavurumsal jest, bu diyarda depolananları açığa vurur. Bausch, ne aradığını bildiğini ancak aradığı şeyin bilinç düzeyinde kelimelerle ifade edilebilen bir karşılığının olmadığını belirtir: ‘Coşku duyabiliyorsam, uyduğunu anlarım. Uyduğu hissedilir, uymadığı da. Ama oraya nasıl gelindiği tamamen farklı bir soru. Bunu söyleyemem. Bir anda şimşek çakar, oraya düz bir yoldan varılmaz, sıçramalar vardır. Bazen mantıklı düşünerek varılır, bazen cümleler kurulur ve nasıl düşünüleceği bilinmez. Bunlar çok büyük cümlelerdir; neden seçildiklerini açıklayamam. Bütün bunlar zorlamayla olmaz. Sadece sabırla çalışmaya devam etmek gerekir.’
Bausch için kelimeler amaç için kullanılan araçlardan biridir. Kelimeler ve cümleler -aynı hareketler gibi- bu arayışta başvurulan kılavuzlardır. Açık anlamlarından çok örtük imaları ya da doğrudan dile getiremedikleri aracılığıyla işlev kazanırlar. Bedensel hareketler bir hikâyeyi görselleştirmek için kullanılmazlar, “bizzat öyküyü kurarlar ve yaşanmış olsun ya da olmasın hayatın küçük parçalarına denk düşerler…”

2 Mayıs 2011

ANA Öğün

Çeşme
Günlerdir bir çift memeye bakıyorum. Geçtiğimiz bienalde, Karaköy’deki Antrepo No. 3’te, girişin hemen yanına yerleştirilen bir videonun fotoğrafına. Bu sene, "8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün 100. yılını kutlarken yalnızca Canan olabilmenin mücadelesini veriyorum” diyen bir kadın sanatçının işine…
Siyah bir örtünün önünde bir çift memeden ağır ağır ama sürekli akan süt ve onun damlayan sesi, bienalin en sık hatırladığım işiydi. Karşısında hayli vakit geçirdiğim bu video, Hakan Günday’ın yakın zamanda yayınlanan “AZ” adlı romanından aşağıdaki bölümle, kendi bütünlüğüme anlamlı katkılar yapan çağrışımlara vesile oldu. Yaşamdaki sıradanlıklardan öte, yaşamsal olanın izini barındırdıkları için, ayrı ayrı değil bir arada paylaşmak istedim. Melanie Klein'ı, Haset ve Şükran'ı, anneler ve kızlarını, tüm 'böcekleri' hatırlayarak: 
"Altı yaşındaydı ve altı yaşında ölecekti. Korkudan titriyor, gözlerini böcekten ayıramıyordu. Ay çekirdeği tarlası kadar bir tavana bakıyor ama sadece onu görüyordu. Ay çekirdeği kadar bir böcek. Sivri ayaklarının etrafındaki tüyleri paça gibi duran, antenlerinin inceliği kirpik kadar olan bir böcek. Bir böcek resmi kadar hareketsiz gövdesiyle, koyu bir loşluğun koyu griye boyadığı betonda simsiyah bir leke. Küçük kızın korkudan sulanmış gözleriyle aynı renkte. 
Çenesine kadar çektiği battaniyeyi terli avuçlarının içinde sıkıyor ve böceğin ne zaman yüzüne düşeceğini düşünüyordu. Merdivensiz bir ranzanın üst katındaydı. Tavanla arasındaki mesafe, yarım metreden azdı. Elbet uyuyakalacaktı. Elbet uyurken ağzını açacak ve böcek kendini boşluğa bırakıp dişlerinin arasından geçecekti. Ya da önce battaniyesinin üzerine düşüp bir süre orada duracak, karnı acıkınca da küçük yüzüne ayak basıp burun deliklerinden birine girecek ve önüne ne çıkarsa kemirecekti. Bir saniyeliğine başını sağa çevirip uzattı ve yerden ne kadar yüksekte olduğunu anlamaya çalıştı. Ama bunun için bir saniye yeterli değildi. Tam olarak zemini görememiş, böceği gözden kaçırmamak için bakışlarını yeniden tavana çevirmişti. 
Daha önce de böcek görmüştü. Kendi evinin duvarlarında da, başka evlerin duvarlarında da. Hatta içine adım attığı her evin duvarında en az bir tane böcek görmüştü. “Dereden geliyorlar” demişti babası. Dereden gelip tavanlara tırmanan, sonra da kendi ağırlığına dayanamayıp sobaya düşen daha büyük böcekler de görmüştü. Saçlarının kesilmesine neden olan bitler kadar küçüklerini de. Duvarların içine hızla kaçıp yok olanları da görmüştü, şekerpancarı çuvallarının altında sakince öldürülmeyi bekleyenleri de. Fare bile görmüştü. Bir defasında bir kurt bile görmüştü. Gözlerini karartmış böcekten yüz kat daha büyük bir kurt. Ama hiçbirinden korkmamıştı. Hiçbirinde titrememiş, hiçbirinde ağlamamıştı. Çünkü hiçbirinde yalnız değildi. Aslında yine yalnız değildi. Altında yatanla birlikte, çevresinde otuz beş çocuk vardı. Ama onlar sayılmazdı. Çünkü hiçbirinin adını bilmiyordu ve öğrenmek için artık çok geçti. Uyuyorlardı. Uyku seslerini duyabiliyordu.Verdikleri nefeslerin tıkanmış burunlarına çarpıp kırılma gürültüsünü duyabiliyordu. Uykularında hırlayan çocuklar bir omuzlarından diğerine dönüyor, serin yüzlerini denk getirebilmek için yastıklarını başlarının altında çeviriyor, bir ayaklarını diğerinin topuğuyla kaşıyor ve böceği zerre kadar umursamıyorlardı. 
Bağdat Caddesi - 2 Mayıs 2011
Kaçması gerekiyordu. Böcek üzerine düşmeden önce yataktan inmesi gerekiyordu. Ama nasıl inebilirdi ki? Merdiven olsaydı! Çıkması bile altında yatan çocuğun itmesiyle olmuştu. “Bir dahakine kendin çıkacaksın!” diyen çocuğun. Kızgın çocuğun. Ani bir hareketle üzerindeki battaniyeyi yüzüne çekti. Yıllar içinde katılaşmış battaniyenin dikenleşmiş tüyleri yanaklarına batmaya başladığı anda ne kadar büyük bir yanlış yaptığını anladı. Çünkü böceği göremiyordu artık. Oysa o hâlâ oradaydı. İnsanın görmediği şeyler yok olmazdı ki! Hem düşmanı gözetleyemedikten sonra gizlenmenin ne anlamı vardı? Hatta artık her şey daha tehlikeliydi. Böcek istediğini yapabilir ve kimsenin bundan haberi olmazdı. Çıkmıştı göz hapsinden. 
Ter damlaları belirdi yüzünde. Şakaklarında su çiçekleri açtı. Nefes alışverişi kalp atışlarını geride bıraktı. Kurtulacaktı oradan! Kurtulacaktı o böcekten! Kurtulacaktı yalnızlıktan! Bir yolunu bulacaktı. O yataktan inmenin bir yolunu bulacaktı. Bir yolu olmalıydı. Bir tane yeterdi. Araması uzun sürmedi. Yollardan en kısa olanı seçti. “Ne olursa olsun!” adında kestirme bir sokağa saptı. Sol eliyle battaniyeyi savurup, sağ eliyle kendini boşluğa doğru itti. “Nereye olursa olsun!” adındaki bir yere atladı. Alnı zemine değdiğinde tek alkış kadar ses çıktı. Boynunun kırıldığınıysa kimse duymadı. O ana kadar bir sinekkuşunun kanatları gibi atan kalbi betona çarpınca durdu. Altı yaşındaydı. Loşluğun ve korkunun böceğe benzettiği tavandaki çatlaksa ondan sadece bir yaş büyüktü. Yedi yıldır orada duruyor ve yedi yıldır, ışıklar kapanınca bir böceği andırıyordu. Ayaklarındaki tüylerin belirmesi içinse koridordaki ampulün yanması ve koğuş kapısının açık kalması gerekiyordu."