28 Haziran 2011

Taş+Beden=Kumsal

“Ehliyetim” var, araba kullanabiliyorum ama tekerleğin bu kullanım biçimiyle bir derdim var. Hızla, yolla sembolleşen ve blog aracılığı ile kendini sıklıkla yineleyen bir “dert.” Bunu aşılması değil anlaşılması gereken bir problem olarak görüyorum. Yani mutlu bir araba kullanıcısı olduğumda değil, bu sembollerin iç dünyamdaki karşılıklarını bulduğumda rahatlayacağım. Bu sebeple “Kadın Sürücüler”, “ANAyol” gibi doğrudan ya da trene ve bisiklete yaptığım güzellemelerin bulunduğu dolaylı kayıtların altında, bu kişisel derdin etkisi büyük. Bu kayıtta da, her zamanki gibi kendi kişisel çağrışımlarımın izinden gideceğim ama geriye, sorun edilmesi gereken bir iktidar biçimi kalacak. Bana, geçtiğimiz günlerde izlediğim Rüya Arzu Köksal’ın yönettiği Son Kumsal adlı belgeseli ile Richard Sennett’in Taş ve Beden isimli kitabı yardımcı olacak.
Gücünü, birbiri ardına ustaca eklenen görüntülerden alan bu belgesel, Karadeniz Sahil Yolu’nun yarattığı tahribat üzerine, sayılar ya da belgelerle desteklenen düz bir anlatımın aksine, röportajlarıyla birlikte sarsıcı bir yoksunluk tablosu ortaya koyuyor. Belgesel; İskefe, Beşikdüzü, Eynesil, Dutluk gibi Karadeniz’in son kumsallarının görüntüleri ile başlıyor. Onları, Recep Tayyip Erdoğan’ın 542 km’lik Karadeniz Sahil Yolu için yaptığı açıklamalar izliyor. Sonrasında da, taş taş üstünde bırakmayan ve o taşlarla kendi iktidarını ören araçlar devreye giriyor. Şöyle diyor Erdoğan: “Bu yol, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin gerçekleştirdiği en büyük modernleşme, kalkınma projelerinden biri. Adım adım ülkemizin kalkınma hedeflerini gerçekleştirdiğimizin en açık göstergesi. Eşsiz tabiat güzelliklerine kavuşamayan milyonlarca vatandaşımız nasıl da zengin ve güzel bir ülkede yaşadıklarını görecekler, anlayacaklar. Benim rüyam şu: Bu yolu sahilden İstanbul’a ulaştırmak, üçüncü köprü ile bütünleştirmek.”  
Tam da bu noktada, “yeni coğrafyaları mümkün kılan fiziksel deneyimin, hızın, mekanı salt hareket amacının aracı haline getirdiğini” söyleyen Sennett’e kulak verelim istiyorum:
“Otomobillerden kesintisiz uzayıp giden dökme beton otoyollara kadar uzanan hareket teknolojileri, insan yerleşimlerinin sıkışık merkezlerden çevre mekânlara genişlemesini mümkün kılmıştır. Artık kent mekânlarını, içinde araba kullanmanın ya da bu mekânlardan çıkmanın ne kadar kolay olduğuna bakarak değerlendiriyoruz. Bu hareket güçlerine esir olmuş kent mekânının görünüşü zorunlu olarak nötrdür. Sürücü arabasını, ancak kente özgü dikkat dağıtıcı özelliklerin asgariye inmesi sayesinde güvenle sürebilir; iyi araba kullanmak standart işaretler, ayrım çizgileri, drenajlar ve ayrıca diğer sürücüler dışında sokak hayatı olmayan sokaklar gerektirir. Kent mekânı salt hareketin bir işlevi haline geldikçe, kendi içindeki uyarım kapasitesini de yitirir; sürücü mekânın içinden geçip gitmeyi ister, onun tarafından uyarılmayı değil.
…Gezen bedenin fiziksel ortamı bu mekândan kopukluk hissini pekiştirir. Hız, dikkati geçen sahne üzerinde odaklamayı güçleştirir. Hızın yanı sıra, bir arabayı kullanmak için gereken eylemler, gaz pedalı ve frene hafifçe dokunmak, gözlerin ikide bir dikiz aynasına kayışı vb. de, bir at arabasını sürerken yapılan zorlayıcı fiziksel hareketlerle kıyaslandığında mikro boyutta kalırlar. Modern toplumun coğrafyası içinde seyretmek çok az fiziksel çaba ve dolayısıyla kendini verme gerektirir. Aslında, yollar düzleştirilip düzenli bir hale sokuldukça, yolcunun hareket etmek için sokaktaki insanları ve binaları hesaba katma gereği de azalır, karmaşıklığı gittikçe azalan bir ortamda ufak hareketler yapması yeterlidir. Nitekim yeni coğrafya kitle iletişim araçlarını da pekiştirir. Televizyon seyircisi gibi gezgin de, dünyayı uyuşturucu biçimde deneyimler; mekân içindeki hassasiyetini yitirmiş olan beden, parçalı ve süreksiz bir kent coğrafyası içine yerleştirilmiş hedeflere doğru pasif bir biçimde hareket eder.
Otoyol mühendisi de televizyon yönetmeni de ‘dirençten kurtuluş’ denebilecek bir şey yaratırlar. Mühendis, engelsiz, çaba ya da dikkat göstermeden hareket edilecek yollar tasarlar; yönetmen insanların pek fazla rahatsız olmaksızın herhangi bir şeye bakmalarını sağlamanın yollarını araştırır. B
edeni dirençten kurtarma arzusu, modern kent tasarımında belirgin bir biçimde görülen dokunma korkusuyla birleşir. Mesela planlamacılar, otoyolların yerini belirlerken, trafiğin akışını çoğunlukla bir yerleşim alanını, bir iş bölgesinden tecrit edecek şekilde yönlendirir ya da zengin ve yoksul kesimleri veya farklı etnik bölgeleri ayıracak şekilde yerleşim alanlarının içinden geçirirler. Mahalle planlarken, okulları ve evleri insanların yabancılarla temas edebileceği kenar bölgelerde değil mahallenin merkezinde inşa etmek üzerinde odaklanırlar.”
İnsan ve deniz arasına giren, belgeseldeki ifadelerle bu güçlü bağı koparan Son Kumsal’ı, buradan izleyebilirsiniz. 

24 Haziran 2011

Çadır

Yazlık
Henüz gerçekleşmemiş bir müze ziyaretinden yola çıkarak giriyorum bu kaydı. Bir önceki kayıtta olduğu gibi, en uzun çadır konaklama seyahatimiz Aladağlar’dan ilham alarak. Avrupa'da, Amerika'da ve Topkapı Sarayı ile birlikte en çok örneği Askeri Müze’de görülebilen Osmanlı çadırlarından bahsetmek niyetim. Son iki sene içinde sahip olduğumuz “yazlık” ve “kışlık” çadır fotoğraflarımız eşliğinde, çadırın neyi ikame ettiği üzerine son derece kişisel çağrışımlarımı saklı tutarak, Sanat Tarihçisi Prof. Dr. Nurhan Atasoy’un “Otağ-ı Hümayun/Osmanlı Çadırları” başlıklı çalışmasının, internet sınırları içinde ulaşabildiğim ayrıntılarını paylaşmak istiyorum. 
Atasoy, Osmanlı çadırlarının özelliklerini ve tiplerini, değişik hizmetlere yönelik işlevlerini temsil eden örnekleri ortaya koymak amacıyla hazırlamış kitabını. Hem Türkiye’deki hem Avrupa'daki koleksiyonlarda bulunan çadırları inceleyerek uzun süren bir çalışma yapmış: "Araştırmam sırasında, daha önceden hesapta olmayan birçok yerde Osmanlı çadırı bulup çıkardıkça, bu işin kapsamının giderek genişleyeceğini anlamıştım. Nitekim kitap baskıya girdiği sıralarda bir başka çalışma için gittiğim St. Petersburg Ermitage Müzesi'nde birçok çadır bulmuş, ardından Madrid'de bulunan bir çadırdan da haberdar olmuş, İspanya'da bu konuda yayınlanmış bir makaleyi görmüş ve yazarı ile temasa geçmiştim, ama bu çadırı birkaç aydan önce bana göstermeyeceklerdi. İsviçre'deki bir çadırı incelemek için de çaba göstermiş, fakat çadırın durumu kötü olduğundan çıkarılamayacağı cevabını almıştım. Slovenya'da bulunan bir çadırın fotoğrafına ise bir dostum aracılığıyla ulaşmış ve bunun bir Mısır çadırı olduğunu anlamıştım; belki aynı yerde Osmanlı çadırları da olabilirdi.” 
Nihayetinde 2000 yılında yayınlanan kitap için Atasoy, çadırın mimarisi ve tipi hakkında olduğu kadar büyüklüğü ile ilgili de bilgi verebilmek için, üzerinde çalıştıklarının hepsinin ölçekli çizimlerini yapmış. Çadırla ilgili terminolojiyi kavramak için başvurduğu arşiv belgelerinin yanında; çadırların nasıl kullanıldıklarını, nasıl bir araya getirildiklerini anlamak için minyatürlere bakmış:
Kışlık
“1720’de III. Ahmed’in oğlunun sünneti için düzenlenen ve 15 gün 15 gece süren şenliği resmeden bir minyatürde, Okmeydanı’nda padişah için kurulan çadırın yanında devlet erkanı ve diğer davetliler için de çadırlar kurulmuş. Bu düğünü anlatan ve eğlenceleri canlandırılan minyatürlerden özellikle biri, çadırlar için en önemli görsel belgedir. Bu minyatür, saraydaki önemli yapıların fonksiyonlarını yüklenmiş olan çadırların özelliklerini, çeşitlerini, yerleşim durumlarını çok güzel yansıtır. Öyle ki Topkapı Sarayı’ndaki adalet kulesinin çadır için yaratılmış bir versiyonunu, mutfak fırınını, hamamı, tuvaletleri, en değerli atları için ahırları bile bulabiliyoruz. Otağ-ı Hümayun, her çeşit ihtiyaca cevap verebilen çadırları yanında, bunların güzelliği açısından da adeta bir gezer saraydır.
…Saray yaşamını sürdürmek için hazırlanmış olan hamam çadırlarından günümüze gelen örneklerin tepe noktaları kaybolmuşsa da, bunların yuvarlak form yaratacak şekilde çokgen olarak hazırlandıklarını, içlerinin atlastan, dışlarının ise içerisini sıcak tutması için yünlü kumaştan yapıldığını görüyoruz.
…Minyatürlerde birer küçük kutu gibi görünen hela çadırlarından bir örnek Askeri Müze’de bulunmaktadır. Bunun bir penceresi vardır ama bu pencere bir kör penceredir. Yani sadece işleme olarak pencere kafesleri işlenmiştir; içeriye açıklığı yoktur.
…Topkapı Sarayı’nda da bir ahır çadırının kapı kısmı bulunmaktadır.
…Çadırları tasnif ederken direk sayıları esas alınabilir. 1 ile 5 arasında direğe sahip çadırlar bulunur. 19. yüzyıl öncesinde direklerin çoğu gümüş kaplamadır. Hatta seyyahların da anılarından anlaşıldığı kadarıyla bazılarının üzerinde mücevherler bulunur. Süslemelerde üzeri yaldızlı deri kullanıldığından, içeride mum yandığında bunların etkisiyle seyyahların yaldızlı deri parçalarını mücevher zannettikleri de düşünülebilir. Direkler, taşınma kolaylığı sağlamak için birkaç parça halinde yapılmış, aradaki delikler ve madeni bileziklerle birbirine oturtulması sağlanmıştır. Çadırlarda önde ve arkada değişik tipte kapılar bulunur. Kapı ve pencere tiplerinin mimaride görülen yeniliklerle üslup değiştirdiği de izlenir.”  
Ben, Osmanlı çadırlarının yansıttığı iktidara karşın, bizim çadırların iktidarsızlığını, en çok da evini sırtında taşımanın özğürlüğünü seviyorum sanırım.

19 Haziran 2011

Aladağlar

Geçtiğimiz hafta, üyesi olduğumuz Yıldız Teknik Üniversitesi Dağcılık Kulübü ile birlikte Aladağlar’daydık. Önce, hızı 10 ile 100 km arasında değişen, 3,5 saat rötarlı nefis tren yolculuğu sonrası Kayseri’ye gittik. Otobüs ile ulaştığımız Niğde’den, tıpkı otobüs gibi sevimsiz tekerlek icatlarından biri olan minübüs ile Çamardı Köyü’ne vardık. Eğlenceli traktör sefasının ardından nihayet kendimizi, günlerce bizi taşıyacak ayaklarımıza emanet ettik. 
Psikolojik ve fiziksel olarak zorlandığım faaliyetin ayrıntıları, bu kaydın konusu değil. Ben, aşağıdaki fotoğraflarla birlikte, Aladağlar’ın masalsı atmosferinden yola çıkarak karşılaştığım ve neyin gerçek olup olmadığı üzerine düşünmeme sebep olan bir tez çalışmasını paylaşmak istiyorum. 
Niğde Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Nedim Bakırcı’nın, yıllar önce, 2000 yılında sunduğu “Niğde Masalları” adını taşıyan yüksek lisans tezi, kendi ifadesiyle “Niğde’den derlenen 50 masal metnini gün yüzüne çıkarmayı amaçlıyor.” Bense, hepsini kayıt altına alan ve yazıya geçiren Bakırcı’nın veri tabanını, toplumsal cinsiyet olgusu ekseninde okumayı öneriyorum. Sadece giriş bölümlerine yer verdiğim bu “masallar”ın sonları, benim için önemli değil. Zira yeniden yazmak için “baştan” bozmak gerek!
Ne idik, ne olduk, ne olacağız? – İbrahim Dabak
Zamanın birinde, bir padişahın kızı, cariyelerle birlikte sarayın bahçesine çıkmış. Onlara, “Ben biraz uyuyacağım, siz gidin gezin,” demiş. Kız güllerin arasında uykuya dalmış. Uyurken bir yılan gelmiş ve boğazından karnına akmış. Gün geçtikçe kızın karnı şişmiş. Annesi sormuş: “Kızım sen ne yaptın?” Bir şey yapmadım dese de, annesini inandıramamış. “Babana söylemek zorundayım, aksi takdirde beni keser,” demiş. Kızını çağıran babası bakmış kızın karnı şiş, akıl danelerini çağırtmış. “Padişahım bu kızı öldürteceksin ya da kızı götürelim bir dağ başına koyalım. Orada bir çoban moban denk gelir, alır biri zevc eder. Hem sen katil olmazsın hem kızın yaşar. Zamanla arzu edersin, ne de olsa evlattır.” “Bildiğiniz gibi yapın!” emrini alan vezir kızı almış, bir dağ başına götürüp bırakmış…
İnsan yiyen kız – Ayşe Gencer
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, bir padişah varmış. Padişahın da 9 oğlu. Bir gün dua etmiş: “Allahım bana bir kız ver; balta dişli, dahra (satır biçiminde araç) elli olsun.” Duaları kabul olan padişahın bir kızı olmuş. Bu kız açlığa dayanamazmış. Padişahın tavlasındaki atların kafasına elini dahla gibi yapıp vurur ve atların kanını emermiş; sonra da sürüne sürüne gelip beşiğine yatarmış. Bir gün padişah oğullarını yanına toplamış: “Kim bu atları öldüren?” diye sormuş. Sırayla nöbet tutan oğulları, bir türlü atları öldüreni bulamamış. Nöbet bekleme sırası küçük oğlan kardeşe gelmiş. Küçük kız sürünerek geldiği sırada, kıza vurmuş. Kız, kanı aka aka beşiğine geri dönüp yatmış…
Muradına Ermeyen Dilber – Zülbiye Arslan
Bir varmış bir yokmuş, bir sığır çobanı varmış. Hayvanları güderek geçinen bu adam, sağa sola borçlanırmış. Borçlular kapıya gelince, düşüncelere dalarmış. Bir gün kızları:
“Ne düşünüyorsun baba?” diye sormuş.
“Ne var da ne düşüneyim kızım. Yarama merhem olacak değilsiniz ya! Eksiksiniz.”
“Baba belki olurduk, derdini söyle bakalım.”
“Borç bul da verek.”
Bunun üzerine kızlardan biri, azığını-bohçasını alıp yola düşmüş. Babası da ondan evvel yola çıkıp köprünün altına girmiş. Kız köprüden geçerken “Dön eşşolueşek!” diyerek eline taşı almış. Kız koşarak kaçmış. Köye vardığında, ondan önce dönen babası köşkün gözüne oturmuş, sormuş: “Ne oldu kızım?”
“Baba, erenlerin arkasından bir adam çıktı, kaçtım.”
“Demedim mi kızım eksiksiniz diye. Erkek evladı aranmaz mı?”…
İftiraya Uğrayan Kız – Hacı Salim Aytekin
Vaktin birinde bir kız varmış. Anası, babası, gardaşı Hicaz’a gitmiş. Kızı hocaya teslim etmişler: “Bunun yiyeceğini içeceğini ver, masraflarını gelince halledelim,” demişler. Aradan 2-3 gün geçmeden hoca kıza yanaşmak istemiş. Kız istememiş. Elbise yıkamak için pınara gittiği bir vakit, hoca kızı takip etmiş. Biçağını çıkarıp:
“Kız yanıma yakın ol.”
“Olmam.”
“Kız yanıma yakın ol.”
“Olmam.”
“Bıçakla seni keserim, yanıma yakın oluyor musun?”
“Tamam oluyorum. Önce seni banyo yaptırayım. Ondan sonra yakın oluruz.”
Kız, hocanın kafasını, gözünü sabunlamış. Sırtına kazanı vurup kaçmış. Kızın babası Hicaz’dan dönünce, hoca: “Kızın bozuk çıktı, it ile zina ediyor!” Bu sözleri duyan baba oğluna, “Çabuk bacını götür, kes! Kanlı gömleğini al, gel” demiş…
Deli Memed – Halil Aksoy
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, bir köyde su kıtlığı varmış. Bu su kıtlığı da, devlerin vermemesinden ileri geliyormuş. Devler ancak, köylülerin sunduğu kızı yiyinceye kadar suyu akıtırlarmış…  

10 Haziran 2011

Alfabe

Kemal Kılıçdaroğlu,  Recep Tayyip Erdoğan’ın, Dilşat Aktaş’ı kastederek ‘Kadın mı kız mı bilemiyorum. Panzere saldırıyordu” sözlerine, haberde yazdığına göre “sert” çıkmış: “Bu nasıl söz? Bir başbakan bunu söyler mi? Gitsin kontrol etsin o zaman,” demiş. Çok da iyi etmiş! Zira kendini bir diğerinin alternatifi olarak konumlandıran iki partinin/liderin, tıpkısının aynısı olduğunu nasıl anlayacaktık! Bu ifadelerin üzerine, “kadın olma” hallerine dair elbette pek çok şey söylenebilir. Ama ben öyle yapmamayı tercih ediyorum. Aylar önce girdiğim bir kaydı hatırlayarak, yeni tanıştığım bir inisiyatife yer vermek istiyorum.
Blogun ilk kayıtlarından biri olan yandaki çalışma, Oliver Munday’a ait. “Çocukluğunda oyuncaklarını, özellikle plastik askerlerini yakmamış çocuk yoktur,” diyerek pek çok insana tanıdık geleceğini düşündüğü projesini, kendi çocukluk deneyiminden yola çıkarak hazırlamış. Bana ise, kollarını, bacaklarını yakarak yeni formlar verdiği askerlerle oluşturduğu bu ALFABE, Munday’in küçükken öğrendiği bu dile, yeni bir alternatif geliştirme çabası gibi görünmüş. Tam da inşa edileni bozmak için geriye gitmek gerektiği gibi. Onun böyle bir kaygısı var mı yok mu bilemeden kendi temennimle bitirmişim: Erkeklerin de en az kadınlar kadar ne çok ihtiyaçları var kendilerini yeniden okumaya…
Bu sebeple, “erkek olmanın dayanılmaz hoyratlığına artık tahammül edemeyen ve dayatıldığı gibi erkekler olmayı reddeden” Biz Erkek Değiliz İnisiyatifi’nden Ufuk Ahıska’ya bırakıyorum sözü:
“Erkeklik kavramı ‘ulus’ kavramıyla paralellikler taşıyor. Erkeklik de kendi toprakları olan, sınırlarını çizmiş, bu sınırlara bekçiler koymuş, kendi değerlerini oluşturmaya çalışan bir çeşit milliyetçiliğe sahip. Kadınlar, eşcinseller, transseksüeller, yaşlılar, çocuklar, sakatlar, gibi erkeklik tanımından dışlanmış herkese de ’sınır ötesi düşman’ gibi yaklaşıyor, şiddet ve ayrımcılık uyguluyor. Şiddet ise ‘erkeklik’in kurucu öğelerinden.
‘Erkek’ şiddetinin hedefinde, yalnızca kadınlar ve ‘erkeklik tanımından dışlananlar’ yok. Toplumsal cinsiyet kimliği ‘erkek’ kabul edilen ve öyle muamele görenler de müthiş bir baskı altında. Nasıl vatana ihanet kavramı varsa erkekliğe ihanet kavramı da var. Nasıl ki vatandaşlık görevini yerine getirmeyenlere kötü gözle bakılıyorsa, erkekliği o gün için tanımlayan sınırları aşanlar da, baskı ve şiddet görüyor. Şiddeti meşru kılansa, erkek olarak tanımlanan gruba dahil olma, kabul görme ve ötekini uzaklaştırma kaygısı.
“Erkek” şiddetinin eğitimle ya da kentli olmakla ilgisi yok; bir uygarlaşma meselesi hiç değil. Kadına yönelik şiddetin temelinde ‘kadına bakış’ ve onu ‘tanımlama’ sorunu, daha doğrusu ‘erkek olmayanın tanımlanması’ sorunu yatıyor.
Üzerinde fazlaca düşünmeden bir norm olarak benimsediğimiz, bize yüklediği görevleri nefes nefese yerine getirmeye çalışırken avantajlarını da sonuna kadar kullanmaktan geri durmadığımız ‘erkeklik’ halini bir an önce gözden geçirmeliyiz. Çünkü şiddetin de eşitsizliklerin de kaynağı burada.” 

3 Haziran 2011

Selam

Aşağıda, 19 Mayıs 2011 Siirt mitingi ile başlayan ve bu kaydı girerken 21 seçim mitingi düzenleyen Recep Tayyip Erdoğan’ın, seçim konuşmalarının hemen girişinde yer alan “selamlama” bölümlerini bulacaksınız. Hepsi burada olmasa da, bir ipucu veriyor; alt alta okunduğunda içi boşalıyor. Tıpkı metinlerin geri kalan kısmında, değişkenin sayısal verilerle sınırlı olması gibi. Parti reklamlarında aynı, tek ve bir olmaya yapılan vurgu ile birlikte düşününce, pek de şaşırtıcı değil! Nitekim içeriğin dışında tekrarın da dili vardır ve bazen çok daha kuvvetlidir.
DİYARBAKIR: Eğil’e, Ergani’ye, Hani’ye, Hazro’ya, Kayapınar’a, Kocaköy’e, Kulp’a, Lice’ye, Silvan’a, Sur’a, Yenişehir’e oralarda yaşayan tüm kardeşlerime selamlarımı, sevgilerimi yolluyorum. Tarih şehri, medeniyet şehri, ilim şehri, kardeşlik şehri Diyarbakır’ı selamlıyorum.
…Buradan Diyarbakır’da yatan Sahabe-i Kiram’dan Şücaettin Hazretlerini, Maliki Ejder Hazretlerini, Abdurrahman Hazretlerini, Mir Seyyid Hazretlerini onlar gibi 41 Sahabe-i Kiram’ı rahmetle, minnetle yâd ediyorum. Bundan tam 1372 yıl önce bir 27 Mayıs günü Diyarbakır’ı fethedip İslam topraklarına dahil eden İyaz Bin Ganim Hazretlerini, Halid Bin Velid Hazretlerini de aynı şekilde rahmetle ve minnetle yad ediyorum. Allah bizi onların şefaatine nail etsin diyorum.
ORDU: Gülyalı’ya, Gürgentepe’ye, İkizce’ye, Kabadüz’e, Kabataş’a, Korgan’a, Kumru’ya, Mesudiye’ye, Perşembe’ye, Ulubey’e, Ünye’ye selamlarımı, sevgilerimi yolluyorum. Konuşmamın hemen başında Süper Lig’e çıkan Orduspor’u, Mor Şimşekleri tebrik ediyorum. Süper Lig’de kendilerine başarılar diliyorum. Aynı şekilde Üçüncü Lig’den İkinci Lig’e yükselen Ünyespor’u da kutluyorum, onlara da başarılar diliyorum. Ordu’ya yakışan buydu ve bunu gerçekleştirdi. Ordu, oksijenin memleketi, Ordu fındığın başkenti. Ordu, güreş sporumuzun, Ordulu Mustafa’nın, Davut’un, Kerem’in, Recep’in, onlar gibi nice pehlivanların şehri. 
TRABZON: Beşikdüzü’ne, Çarşıbaşı’na, Çaykara’ya, Dernekpazarı’na, Düzköy’e, Hayrat’a, Köprübaşı’na, Maçka’ya, Of’a, Sürmene’ye, Şalpazarı’na, Tonya’ya, Vakfıkebir’e, Yomra’ya, oralarda yaşayan tüm kardeşlerime selamlarımı, sevgilerimi yolluyorum. Fatih’i Fatih Sultan Mehmet olan, valisi Yavuz Sultan Selim olan, cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın doğum yeri, medeniyet şehri Trabzon’u selamlıyorum. 
ANKARA: Tandoğan Meydanı’ndan bütün Ankara’yı, Ankaralı kardeşlerimi selamlıyorum. Akyurt’a, Altındağ’a, Ayaş’a, Bala’ya, Beypazarı’na, Çamlıdere’ye, Çankaya’ya, Çubuk’a, Elmadağ’a, Etimesgut’a, Evren’e, Gölbaşı’na selamlarımı yolluyorum. Bitmedi. Aynı şekilde Güdül’e, Haymana’ya, Kalecik’e, Kazan’a, Kızılcahamam’a, Keçiören’e, Mamak’a, Nallıhan’a, Polatlı’ya, Pursaklar’a, Sincan’a, Şereflikoçhisar’a, Yenimahalle’ye selamlarımı, sevgilerimi yolluyorum. Selçuklu şehri, Osmanlı şehri, Cumhuriyet kenti, başkentimiz Ankara’yı ve Ankaralı kardeşlerimi selamlıyorum. Buradan Ankara’nın adeta manevi muhafızları olan Hacı Bayram Veli’ye, Seyit Hüseyin Gazi’ye, Bağlum’da Abdülhakim Arvasi Hazretlerini rahmetle anıyorum.
ESKİŞEHİR: İnönü’ye, Mahmudiye’ye, Mihalgazi’ye, Mihallıççık’a, Sarıcakaya’ya Seyitgazi’ye, Sivrihisar’a, Tepebaşı’na selamlarımı, sevgilerimi, saygılarımı yolluyorum. Yunus Emre’nin, Seyit Battal Gazi’nin, Şeyh Edebali’nin, Nasrettin Hoca’nın, Hızır Bey’in şehri Eskişehir’i selamlıyorum. Osmanlı şehri, Cumhuriyet şehri, ilklerin şehri, sanayinin, bilimin Eskişehir’i, Eskişehirli kardeşlerimi selamlıyorum.
AYDIN: Buharkent’e, Çine’ye, Didim’e, Germencik’e, İncirliova’ya, Karacasu’ya, Karpuzlu’ya, Koçarlı’ya, Köşk’e, Kuşadası’na, Kuyucak’a, Nazilli’ye, Söke’ye, Sultanhisar’a, Yenipazar’a oralarda yaşayan tüm kardeşlerime selamlarımı, sevgilerimi yolluyorum. Demirci Mehmet Efe’nin, Yörük Ali Efe’nin, Uluğ Bey’in, Çaka Bey’in, merhum Adnan Menderes’in şehri, efeler diyarı Aydın’ın efelerini selamlıyorum.
NİĞDE: Bor’a, Çamardı’na, Çiftlik’e, Ulukışla’ya oralarda yaşayan tüm kardeşlerime selamlarımı, sevgilerimi yolluyorum. 12 Eylül halk oylamasında yüzde 61 gibi Türkiye ortalamasının üzerinde bir oranla demokrasiye, özgürlüklere, temel hak ve özgürlüklere, hukukun üstünlüğüne evet dediğiniz için sizlere şükranlarımı sunuyorum.
NEVŞEHİR: Buradan Acıgöl’e, Avanos’a, Gülşehir’e, Hacıbektaş’a, Kozaklı’ya, Ürgüp’e oralarda yaşayan tüm kardeşlerime selamlarımı, sevgilerimi yolluyorum. 12 Eylül halk oylamasında yüzde 67,5 gibi yüksek bir oy oranıyla demokrasiye, özgürlüklere, hukukun üstünlüğüne sahip çıkan, çetelere dur diyen Nevşehir’e şükranlarımı sunuyorum.
BURSA: İnegöl’e, İznik’e, Karacabey’e, Keles’e, Kestel’e, Mudanya’ya, Mustafa Kemal Paşa’ya, Nilüfer’e, Orhaneli’ne, Orhan Gazi’ye, Osman Gazi’ye, Yenişehir’e, Yıldırım’a, oralarda yaşayan tüm kardeşlerime selamlarımı, sevgilerimi yolluyorum.
…Kardeşlerim; bir kez daha tarihin, medeniyetin şehri yeşil Bursa’yı, Osman Gazi’nin, Orhan Gazi’nin, Yıldırım Beyazıt’ın, Emir Sultan’ın, Somuncu Baba’nın emaneti Bursa’yı, Osmanlı’nın ilk başkenti Bursa’yı yürekten selamlıyorum.
VAN: Buradan tüm Van’a; Bahçesaray’a, Başkale’ye, Çaldıran’a, Çatak’a, Edremit’e, Erciş’e, Gevaş’a, Gürpınar’a, Muradiye’ye, Özalp’a, Saray’a, oralarda yaşayan tüm kardeşlerime, selamlarımı, sevgilerimi, saygılarımı yolluyorum. Seyyit Abdülhakim Arvasi’nin, Seyyit Fehimi’nin, Feki Teyran’ın şehri Van’ı selamlıyorum. Burada Vanlı tüm kardeşlerime, 12 Eylül halk oylamasında yüzde 94,5 gibi çok yüksek bir oranla evet dedikleri için şükranlarımı sunuyorum.

1 Haziran 2011

Çığlık

Bu ayı, Şenay Eroğlu Aksoy’un “Çığlık” isimli öyküsü ile karşılıyorum. Kitap-lık Dergisi’nin haziran sayısından yaptığım bu sarsıcı alıntıya, Gülbin Özdemir Akarçay’ın fotoğrafı eşlik ediyor:
“Burada, nerdeyse her zaman yapış yapış bir nem içinde dolaştığımız koridorda, yalnızca biz yaşıyoruz: gırtlağı delik kadınlar. Buraya nasıl getirildiğimi bilmiyorum, ama hatırladığım kadarıyla kapıdan sürüklenerek sokulurken, ürpertici bir çığlıkla damgalamıştım dünyayı. Hatta düşmanımın sinirleri bozulmuş, 'Bağırma lan' diye tekmelemişti, zaten esir aldığı bedenimi. Artık sesim yok. Nefesim, kestirme bir yol bulup ardında bıraktıklarını unutan arsız bir çocuk gibi akciğerlerimden gırtlağıma süzülüyor, sonra gırtlağıma açılan delikten çıkıp gidiyor, ses yok, çığlık yok.
Bana bunu neden yaptılar bilmiyorum. Hatırladığım, insan azmanı iki adamın kollarında, ayaklarım yerde sürüklenerek elektronik kapılardan geçirilişimdi. Masmavi bir kurdeleyle boyunlarına astıkları kartları okutarak açmışlardı kapıları. İşte tam o sırada, bu çıldırtıcı güvenlik ve elektronik çağında, ilkel atalarımın yaptığı gibi çığlığımla damgalamıştım dünyayı, hatırladınız mı? Çığlık; korku, karşı koyma, yardım isteme, acı, var olduğunu hatırlatmaydı.
Sonraki gün bu kirli odada gözlerimi açtığımda gırtlağım delinmişti. Ellerim, bu bilinmez çukurda gezindi günlerce, korktu, titredi, kana bulandı, görüntümü aklıma çizmeye çalıştı. Evet, kızıl bir çukurdu parmağımın usul usul kaybolduğu yer. Hâlâ göremedim ama biliyorum çığlığımı o kızıl çukura gömdüler. Buraya getirildiğim ilk günlerde korkmuştum, bedenimi eksilte eksilte mi yolcu edeceklerdi beni dünyadan? Ama korktuğum gibi olmadı, onların istediği yalnızca sesimizmiş anladım.
Aysel dışında hepimizin az çok mürekkep yalamışlığı var, işte bu yüzden sesimizi kaybettiğimizden beri küçük bir defter ve kalem taşıyoruz ceplerimizde. Ah Aysel, onun için her şey daha da zor, içimizde okuma yazma bilmeyen tek kişi o. Başkasının yerine, yanlışlıkla getirilmiş buraya. Gerçek, gırtlağı delindikten sonra anlaşıldı. Kocasına, çocuklarına bakıp itiraz etmeden, sessizce yaşamış bu güne değin. Üstelik en acısı artık arayıp soranı da yok.
Tüm bunları nereden mi öğrendim. Yemeklerimizi dağıtan o duru bakışlı çocuktan. İçlerinde yalnızca o bize iyi davranıyor. Gerçi, karşılıklı odaların dizildiği loş koridorda da ondan başkasını gözlerim seçemiyor. Diğerleri koridorun karanlığından bir parçaya dönüşüyor kapıyı aralarken. Yüzleri zaten kapalı. İçten içe çığlığımızı yutan karanlıktan korksam da aldırmıyorum. Artık sesim yok, işte bu yüzden korkacak bir şey de yok. Son bir yılımı zehir eden çığlık bir gecede elimden alındı.
Her şey bir yıl önce başladı, aynı otobüste yolculuk ettiğimiz adam, olduğu yere yığılınca ürpertici bir çığlıkla tepki gösterdim. Otobüstekilerin hepsi şaşkınlıkla bir bana, bir bayılan adama bakıp kaldılar. Yere serilen sıska bedenin üzerine eğilip 'Neyin var' dediler. 'Açım' dedi adam. Yolcular arasındaki fısıldaşma yapış yapış bir merhamet maskesiyle çoğalıp otobüse yayıldı. -Merhamet, bizi gerçeklerle yüzleşmekten uzak tutan bir maskedir kahrolası yaşamda.- Aç adamın omzuna dokunan bir kadın 'Bu günlük bana gel, doyurayım seni' dediğinde içimin derinlerinden gelen bir acıyla, yeniden, çığlık atmaya başladım. Üstelik, insanın içini oyan bu çığlığa dövünmelerim de eklendi. Dur durak bilmez sesim tüm otobüs yolcularını çılgına çevirdi. Arkalardan biri 'Aç adamla mı ilgileneceğiz bununla mı, terbiyesiz' dedi ve ilk durağı bile beklemeden, apar topar otobüsten attılar beni. İşte o gün hepten unuttuğum bir şeyi hatırladım, çığlık.
Burada günler aynı şekilde geçiyor. Birbirimize geçmişi anlatıyoruz, elbette yazarak. Eskiden keyifle okuduğumuz karikatürlerdeki duygu işaretlerini bir bir hatırlayıp notlarımıza ekliyoruz. Küfür etmek istediğinde kurukafa çiziyor bazılarımız. Kaç kişi olduğumuzu tam olarak bilemiyorum. Gırtlağı yeni delinenler en az üç gün odasından çıkarılmıyor. Onlara kalsa bizi de yan yana getirmeyecekler fakat sesimizin olmaması kayıtsız davranmalarını sağlıyor sanırım.
Geçenlerde Aysel’i yatağında iki büklüm buldum, yanına iyice yaklaşınca yanaklarından süzülen yaşları fark ettim. 'Neden' demek -yazmak- çok aptalca olacağından rahatlayana kadar ağlamasını bekledim. Biliyor musunuz hıçkırıklara boğulacak kadar çok ağladı ama hıçkıramadan. Son günlerde çok sinirli, yemek yemiyor. Ona sık sık dokunuyoruz, ses olmadan her şey zor, bunu çok iyi biliyoruz, onlar da biliyor... Örneğin öpüşmeyi hiç sevmeyen bir kadın olmama rağmen Aysel’in acılarına onu öperek yakınlaştığımı biliyorum.
Aysel bir ok gibi odasından fırlıyor. Kaç gündür yataktan çıkmıyordu, seviniyoruz. Elinde tuttuğu parlak cisimle koridorun sonuna koşuyor. Şaşkınız, orada, ilerde, duru bakışlının odası var. Bugün nöbetçi o. Kapılar açılıp çarpılıyor. Koşuyoruz. Aysel çocuğu teslim almış, delikanlının çığlıkları koridoru çınlatıyor. Bizde ses yok. Ağzını kapatıyor içimizden biri, bir başkası odanın kapısını kilitliyor. Tekmelenen kapı kırılıyor, onlarca maskeli odaya doluşuyor. Yumruklar, tokatlar yağmur gibi iniyor bedenlerimize. Ses yok. Küfrediyorlar, yanıt yok. Aysel’i saçlarından sürüyerek çıkarıyorlar. Çığlık, yok. Saçlarımı ellerine doluyor. Yattığım yerde gözlerimi aralıyorum. Aysel’in ayakları koridorun sonunda kayboluyor.”