27 Temmuz 2011

Herkes Sevdiğini Öldürür

"Kendisini terk eden karısından intikam almak isteyen öfkeli kocanın,
Bursa - Orhangazi'de duvarlara astığı afiş"
Niyetim, doğumla başladığım temmuz ayı kayıtlarına ölüm ile son vermek. Başı ve sonu birleştirmek; Doğum Travması başlıklı kayıtla çıktığım bu iç yolculuğu bütünlemek. Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir habere ait yandaki fotoğrafı, erkek aşkının sevileni neden nesneleştirdiğini ve en sonunda da öldürdüğünü soran ve bir cevap denemesinde bulunan Bülent Somay eşliğinde yeniden okuyarak, bu kayıtları, kendi iç dünyamda ilişkilendirmek. Bir neden sonuç ilişkisi kurmadan, yan yana, önce kendim sonra da bu kaydı okuyan herkes için, yeni cevaplar bulabilmek adına paylaşıyorum.
Şarkı Okuma Kitabı’nda, “Herkes Sevdiğini Öldürür” başlıklı bölümde şöyle diyor Somay:
“Biz aşık erkekler, turistlere benziyoruz biraz. Yaşadığımız her sevinçli anı, yanımızdan ayırmadığımız fotoğraf makinemizle ölümsüzleştirmeye çalışıyoruz. Tanıdığınız erkekleri bir düşünün, aşık olduklarında ne yapıyorlar? Karşılarındaki kadın ya da erkeği, fotoğraf makinelerinin objektifine hapsediyorlar. Değişime karşı direniyorlar böylece; anın ölümüne tahammül edemiyorlar. Anı sabitleştiriyor ve böylece onu gerçekten öldürüyorlar. Tek ölümsüz, cansız olandır çünkü. Canlı olan doğar, yaşar, ölür ve çürür. Ölümsüzleştirme gayreti, yaşayanı daha baştan, vadesi dolmadan öldürüyor. Bir natürmort yani ölü-doğa yaratıyor. Sevilen, bir nesneye, bir fotoğraf filmine dönüşüyor. Ölüyor. Artık bir albüme kaldırılabilir ve kaybetme korkusu olmadan ‘gerçek’ yaşama, ücret ve faizin, kılıç ve nükleer bombanın, ast ve üstün, alış ve verişin hüküm sürdüğü o evrene geri dönebilir. Tıpkı bir turistin yaptığı gibi tatil (aşk) anıya kaydedilir ve sıradanlığın dünyasına geri dönülür. Her erkek sevdiğinin fotoğrafını çeker ve onu öldürür böylece.
Ya da: Erkek, yaşayan bir sevgiliyi içermez, içine alamaz. Onu hem kendisi olarak bırakmayı, hem de kapsamayı beceremez. Erkek için sevilen bu yüzden hep dışında, hep her an kaybedilebilirdir. Uçucudur. Onu elde tutmanın tek yolu dondurmaktır. Dondurup çantaya atmak, dolaba kilitlemek, eve kapatmaktır. O yüzden sevgilinin kendi hayatiyetini ifade etmesi hep bir tehlike kaynağıdır. Bu ifadelere direnmek, izlerini bile silmek gerekir. Bazen bir sinizmle, bazen şiddetle, bazen de bir sevgi fazlasıyla. Sevgilinin duyduğu her alaylı ifade, yediği her tokat, sözlerinin duvara çarptığı her an, heyecanla anlattığı bir öyküye karşılık olarak aldığı her şefkatli ve babacan baş okşaması, onu biraz daha nesneleştirir. Kritik an, sevilenin kendisinin de bir özne olabileceği umudunu kaybettiği andır. Celladın baltası tam bu noktada iner. Sevilen ya terke zorlanır ve ipini kendi çeker, ya da özne olmayı kabullenir, bir natürmort olarak ikinci yaşamını sürdürür. İki halde de erkek sevdiğini şeyleştirmiş, öldürmüştür.  İki halde de sevilen ölmüştür.
Peki biz erkekler yalnız mıyız cinayetlerimizde? Kadın aşkıyla ölüm arasında bir bağlantı olmadığını iddia etmediğim gibi, kadının cellat olamayacağını da söylemiyorum. Yalnızca erkekler daha fazla silaha sahip, daha donanımlılar, o kadar. Yoksa kadın da öldürüyor mutlaka. Her şeyden önce (artık) sevmediğini öldürüyor. Bir nesne olarak yaşadığı ilişkinin bitiriliş anı, bir iktidar anıdır kadın için: Geri dönüşsüz bir biçimde “Hayır!” diyebildiği tek an belki de. Bu an da geçicidir kuşkusuz. Ya geri dönecek ve iktidarını kendi elleriyle teslim edecektir yeniden erkeğe, ya da dönmeyecek ama böylece de iktidarının nesnesini kaybedecektir.   
Bu karanlık tabloya, bu gerilimi bile olmayan, katilleri baştan belli cinayet romanına biraz olsun ışık tutabilecek bir an, bir söz bulmak mümkün değil mi? Kurbanımın ölümünü paylaşmayı deneyemez miyim mesela? Bunun bir tek yolunu görebiliyorum. Kendi öldüğüm anı hatırlamak; sevgiyle öldürüldüğüm anları. İlk ölümümü hatırlamaya çalışıyorum. Çocukluğuma gidiyorum; ölümü ve aşkı ilk hatırladığım yıllara. Hepimiz çocukluğumuzda kaç ölüm öldük biliyor muyuz? Hem de bizi çok, pek çok sevenlerin elinden: Babalarımızın, öğretmenlerimizin, arkadaşlarımızın, ama daha beteri, annelerimizin elinden!
Burada kadınlar için sevgiyle ölümün bağlandığı, kadının da katil olabildiği bir nokta daha var: Kadın çocuğunu öldürür. Kendisinin bir parçası iken onu terk etmiş olan varlığı hiçbir zaman affetmeyecektir çünkü. Onun ötekiliğini kendi dışındaki varlığını kabule yanaşmayacaktır. Erkek zaten onun dışındadır, onu nesneleştirmektedir, celladıdır onun. Çocuğu ise başlangıçta “öteki” değildir. Kadının vücudunun bir parçasıdır. Ama bir an gelir, çocuk önce vücudunu terk eder kadının; bu daha ilerde gerçekleşecek topyekün bir “terk’in habercisidir. Kadın işte bu terki engellemeye çalışırken öldürür çocuğunu. Baba sevdiği her şeye yaptığı gibi çocuğunu nesneleştirirken, anne de onun bağımsız varlığını ifade etmeye çalışmasının önüne dikilir; aşırı sevgiyle, aşırı şefkatle, kendi yapamadıklarını ona yaptırmaya çalışarak, bazen öfkeyle, bazen de şiddetle. Ama her kadın mutlaka çocuğunu öldürür; en az birkaç kere!”                    

24 Temmuz 2011

Bisiklet ve Araba

Bu kayıtla örtüştüğünü düşündüğüm karikatür, Jim Borgman'a ait
Bu kaydın da merkezinde, tıpkı bir öncekinde olduğu gibi bisiklet bulunuyor; yolu yine kadınlarla kesişiyor. Robin M. LeBlanc, “Bicycle Citizens: The Political World of The Japanese Housewife” isimli kitabı için bisikleti, politik bir “araç” olarak kullanıyor. Japonya’daki kadınların politikaya katılım süreçlerini incelemek için yola çıkan yazar, bloga, kitabın içeriği ile değil kullandığı metod ile konuk oluyor.
Yazarın, Tokyo’nun kuzeybatısında 3 yıllık bir yaşam deneyimi ve 18 aylık bir çalışmanın sonunda ortaya koyduğu tablo, siyaset biliminin geleneksel araştırma yöntemlerini kullanmıyor. Özellikle kadın çalışmaları için problemli bulduğu ve sıklıkla başvurulan anket yönteminin aksine, etnografik bir yaklaşımı, önyargılardan uzak durabilmek için bir fırsat olarak görüyor. Bisiklet konseptini, politika anlayışımızı sınırladığını düşündüğü alışılagelmiş araştırma tekniklerini değiştirmeye çabalarken geliştiriyor. Araba ile sembolleştirdiği ana akım yöntemleri, bizzat bisiklet selesi üzerinde ve bisiklet aracılığıyla eleştiriyor:
“Bisiklet, Japonya’ya gittikten 2 hafta sonra girdi hayatıma. Haftada bir saat İngilizce dersi vermek için gittiğim evin hanımı, pek de merkezde olmayan evlerine rahat ulaşabileyim diye ödünç verdi eski bisikletini. İlk birkaç hafta yürümekten ayaklarım ve ayakkabılarım aşındığı için, selesi geniş, önünde ve arkasında büyük metal sepetleri bulunan, frenleri sesli çalışan, yeşil renkli bu bisikleti memnuniyetle karşıladım. Bir süre sonra, dar ve kalabalık yollara pek de hazırlıklı olmadığımı anladım. Özellikle sepetler doluyken denge sağlamak çok zordu. Sürekli titreyen ve sallanan direksiyon, kâbus oldu. Yokuş aşağı hızlanırsam, ayaklarımı yere sürtmeden duramıyordum. Bu çalışmayı yaptığım Öizumi’de bisiklete binerken, zigzaglar çizen, çığlık atıp dua eden ve bağırarak özür dileyen garip bir kadındım.
Çoğu ev kadını diğer bisikletlilerden çok şey öğrendim: Paketler nasıl güvenli bir şekilde taşınır? Yağmurda sele nasıl kuru tutulur? Pedal çevirirken şemsiye nasıl kullanılır? En önemlisi de, araba ve alışveriş caddelerinden ibaret sandığım bu şehirde, bisikletliler için daha güvenli ara yollar nerededir?
Önceleri nadir kullandığım bisiklet rotalarına, zamanla yenilerini ekledim. Ulaşımla ilgili algım da, aracım da değişti. Otobüs, tren ya da bir arabanın içinden göremeyeceğim ayrıntılar, günlük hayatımın bir parçası oldu. Bisiklet sadece yaşamımı kolaylaştırmadı, bisikletin üzerinde gördüğüm Oizumi, bu kitap için de rehber oldu.  Zira gördüğümüz, algıladığımız dünya, ona nasıl “ulaştığımız” ile doğrudan ilgilidir. Benzer bir ilişkilendirmeyi sosyal olaylar için de düşünmek zorlama olmaz. Çünkü bir insanın araba ya da bisikleti tercih etmesi, zaten kendi başına bir olgudur; bir kimlik meselesidir. Ben de ana yoldan saptım. Keşfedilmemiş rotalar için pedal çevirdim.
Bisikletin aksine araba metodu, çok sayıda veriyi, hızla toparlamaya odaklıdır. Eğitim düzeyi, yaş, aile kazancı gibi göstergeler için sorular sorar. Bunların sonuçlarına göre de sınıflandırmalar yapar. Yüzlerce, hatta binlerce kadının bilgisine ulaşır. Ama bunu yaparken yönlendirici ön koşulları vardır. Hayli göreceli olabilen bu ön koşulları, kişisel değerlendirmeler belirler. Örneklem ve kategoriler arasında zorunlu bir uzlaştırma devreye girer. Kendine özel durumları sıradanlaştırır. Farklılıkları yok eder; düzleştirir. Ve bunu herkes için aynı şekilde iş görecek sorular hazırlayarak daha ilk baştan yapar.
Ben, insanlarla ilişkiye geçebileceğim bir bölgeye taşındım: yaşadıkları yerlerde yolumu bulmaya çalıştım. Bisikletle ara yollara daldım. Japon ev kadınlarının bisiklet üzerinde, yavaş yavaş ilerleyen, arabalar tarafından fark edilmeyen politikaya katılım ve hatta politikadan kaçınma reflekslerini modellemeye çalıştım. Evet, kaçınılmaz olarak zaman zaman bu rotaları biraz genelleştirdim. Ne de olsa hepimiz bazen araba şoförü olabiliyoruz!” 

19 Temmuz 2011

Sele

Bizim evde televizyonun en çok kullanıldığı ay temmuzdur. Elimizde kâğıt, kalem ve haritalarla, bir gün canlı canlı seyretmenin hayalini kurarak, 3 hafta süren bir festivale eşlik ederiz. Yılda bir kez düzenlenen Fransız Bisiklet Turu sayesinde, enfes bir yolculuğa çıkarız. 21 gün süren turda, etapların profili değişse de, günde ortalama 200 km yol katederiz. Caner Eler’le birlikte, hayatın tam ortasına düşeriz. Sadece bisikletçileri değil, seyircileri, doğayı, hayvanları, karavanları, ona çok yakışan ifadesiyle "selamlarız." Ben de bugün, yaklaşan heyecanlı dağ etapları öncesi, dün akşam rastladığım bir kitaptan bahsetmek istiyorum.
Esra Ertan
Garth Battista editörlüğünde 2004 yılında yayımlanan “Bicycle Love: Stories of Passion, Joy and Sweat” isimli kitap, merkezinde bisikletin bulunduğu 62 kişisel hikâye içeriyor. Her bir bisikletçinin kendi iç dünyasını yansıtan yazılar, bisikletin hem fiziksel hem de zihinsel olarak hareket ettiren, baş döndüren, sersemleten, tüketen ve mest eden yönünü öne çıkarıyor. Michigan’da klinik psikolog olarak çalışan Sally Palainan’a ait aşağıdaki alıntı, tam da bu çerçeveyle örtüşüyor. Bu kayda görsel katkı sağlayan yandaki fotoğraf ise, geçtiğimiz pazar günü 100 km yol yapan ve bu yaz Ayvalık’tan Bodrum’a bisikletle seyahat edecek olan kuzenim Esra Ertan’a ait. Bu metne yakışan şekliyle, ikimizin de TERSTEN yaptığı iç yolculuğu hatırlatıyor. Kurduğumuz ortak dilin bisikletle sembolleşen ifadesi olarak ve henüz bisikletle tanışmamış olanlar için paylaşıyorum:
“1993’te, 35 yaşımda, doktoramı bitirdikten 1 ay sonra, bisikleti teknik olarak nasıl daha etkili kullanabileceğime dair bir ders aldım. Henüz taytım yoktu ama iyi bir öğrenci olarak kitabı edinmiştim. O zamanlar bisikletin hayatımı bu kadar değiştireceğini düşünmemiştim. Şimdi dönüp baktığımda, Harry Potter ya da binlerce yıl gibi gelen psikoterapi seansları kadar değil belki ama, kesinlikle ilk üç sıradaki yerini alır.
Bisikletlerimizi sınıfa getirmemiz istendiğinde bunu garip bulmuştum. Eğitmenimiz mesafeyi söylememişti ve bu, kesinlikle onun hilesiydi. Daha yol bilgisayarları ve mesafeler konusunda takıntılı olamayacak kadar gençtik. Hız konusundaki aç gözlülüğümüz daha uyanmamıştı. Bundan gerisi artık tarih oldu. 
Yılın sonunda kendime mezuniyet hediyesi, Trek marka bir bisiklet aldım. Satış görevlisi, “Bizim yaşımızda bu aldığımız son bisiklet olabilir” diyerek, 400 dolar daha fazla vermem konusunda beni ikna etmeye çalıştı. Hâlbuki ben daha yeni başlıyordum!
Ben bir psikoloğum. İnsanlar bana işimin depresif olup olmadığını sorduğunda onlara, “Evdeki en iyi koltuk benim. Orada oturmak bir ayrıcalık,” diyorum. Ama yanılıyor da olabilirim, belki de en iyi koltuk SELE.
Hayatım boyunca hep 'aradım.' Budistlerle meditasyon yaptım, Sufilerle dans ettim. Ama bisiklete binmek bunların hepsinden daha fazla şey öğretti bana. Bisiklette güzellik vardı: Yaz, kış, ilkbahar, sonbahar… Hayvanlar sonra. Oradan oraya koşturan, birbirlerinden kaçan ya da beslenen. Ölen ya da çürümenin her aşamasında olan. Güneş, yağmur, kar, rüzgâr… Uçuşan yapraklar, açan çiçekler, ağaçlarda tomurcuklar. Birbiriyle konuşan komşular, kavga eden çocuklar, gözünüzün kaldığı evler, tamir edilen yollar, bozulan kaldırımlar. Her gün başka bir ilerleme/gerileme görüyorum. İnsanların ne kadar çöp attıklarını bir de. Elimde değil, bütün çöplere bakıyorum. Hareket ettirdiğim bu araç, her şeyi içime almamı sağlıyor. Bisiklet üzerinde hayat daha güzel görünüyor.
Bisiklet ile susuzluğu, tuzlu teni öğrendim. Mendil kullanmadan da sümük atabiliyorum artık. Terli günler, sümüklü günler, ayaklarımın donduğu günler, yağmurlu günler… Acılı günler, her şeyin parça parça olduğu günler. Ne kadar uğraşsanız da yavaş gittiğiniz günler ve neden bu kadar hızlı gittiğinizi anlamadığınız günler. Tepeler var. Ya da sadece öyle görünenler. Keşfedilmemiş rotalar, yeni arkadaşlıklar var.  Yalnızlık var sonra. Tek başına söylenen şarkılar, hatta bisiklet üzerinde edilen danslar. Kollarımı çeviriyorum, uçacakmış gibi açıyorum. Çocukken öğrenmiştim ellerimi bırakarak sürmeyi. Gidona iki taraftan ip bağlayıp at arabası sürer gibi yapardık.
Endorfin pompaladıkça fikirler içimde seranat yapıyor. Pedal çevirdikçe karmaşık matematik hesapları yapıyorum. Bir gece önce gördüğüm rüyamı düşünüyorum. Kaybettiğim babamla konuşuyorum. Bazen geleceğim önümde kristal netliğinde oluyor. Kendimi sevilesi ve seven biri olarak görüyorum.  
Yaz yeşili içinde pedal çeviriyorum. Buradayım. Kolayca sakinleşmedim. Tüm güvensizliklerim, reddedilişlerim, yaralar, hayatın dayanılmaz olduğu acı dolu yıllar. Annemle ettiğim bütün kavgalar ve ancak şimdi sahip olduğumuz neşeli kahkahalar. Ardı ardına daireler çevirirken, rüzgar sessizlik/sesler ve umut içinde, birinin artık bütün kalp acılarımın geride kaldığını öngörmesini dilerdim. Ama gerçek şu ki, kimse rüzgarın ne zaman yön değiştireceğini bilemez. Hayatta mutluluk ve zevk var, biliyorum. O yüzden sadece 'atı' sürmeye devam edip tutunmak gerektiğini düşünüyorum."

14 Temmuz 2011

Doğum Tarihi

Pokemyname.com'da Ozlem'in karşılıkları...
Walter Benjamin, mekanikleşen toplumsal yaşam içindeki insanı şöyle anlatıyor: "Ad, Soyad, Doğum Tarihi, Meslek, Ait Olduğu Muhtarlık, Numara, Kimlik Belgesi, Semt, Resmi Daire, İl, Pasaport Kontrolü, Tarih, Giriş Tarihi, Baskın, Ev Sahibi, Kira, Ev Numarası, Banka Hesabı, Polis, Bölüm Amiri, Gelir, Görev Sorumluluğu, Beş Çalışma Günü, Zorunluluklar, Erginlik, Kefalet, Havale, Tatili Hak Kazanma, Alkol Oranı, Metrekare Fiyatı, Sözleşme, Posta Çeki, Havale, İşyeri, Geçiş Hakkı, Mahkeme, Mesafe, Kırmızı Işık, Kontrol, Oy Pusulası, Saç Rengi, Boy, Adres. İşte size kimliksiz bir toplumda şifrelenmiş haliyle, çağdaş kültürün röntgeni. Sayılaştırılmış, sınıflanmış ve kolektif yalnızlık raflarına yerleştirilmiş, içi boş bir nesne.”
Ben de bugün, doğum günümden yola çıkarak, dün karşılaştığım bir sitenin tam da bu ifadelere karşılık gelen “hizmetini” aktarmak istiyorum. İşte doğum tarihimi girdikten sonra Pokemybirthday.com sitesinin önüme sunduğu, doğum öncesinin tarihsel dökümü:    
“7 Eylül 1977 - Çarşamba - Doğumumdan 310 gün önce
Bugün babanız, sizin yarınızı oluşturacak spermi üretti. Her saniyede 1000 sperm ürettiğini düşünürsek, siz, bu amaçla üretilen 500 milyon spermden biri oldunuz. Babanızın bu sabah kahve içip içmediğine göre cinsiyetinizin belirlendiğini bilmek enteresan değil mi? Çünkü kafein spermlerin hızı üzerinde etkilidir.
22 Eylül 1977 - Perşembe - Doğumumdan 295 gün önce
Son kez regl olan anneniz, diğer yarınızı oluşturacak yumurtayı üretmeye başladı. Sizin sayenizde uzun bir süre bu döngüye girmeyecek. Şanslısınız ki, gergin ve sinirli geçen bu perşembe onun yanında değilsiniz!
7 Ekim 1977 - Cuma - Doğumumdan 280 gün önce
Ve anne ve babanız sizin için bir aradalar. Ama siz diye bir şey yok henüz. O yüzden fazla heyecanlanmayın. Babanızın spermlerinin annenizin yumurtalarına ulaşması saatler sürebilir. Şu an spermler yolda!
8 Ekim 1977 - Cumartesi - Doğumumdan 279 gün önce
Bugün artık yaşayan bir varlık, bir embriyosunuz. Tebrikler! Tek bir hücreden ibaret olsanız da size özel DNA’nız oluşmuş durumda. Cinsiyetiniz, boyunuz, fiziksel görüntünüz, karakteriniz, bazı hastalıklara karşı hassasiyetiniz… Yani bir anlamda kaderiniz.
22 Ekim 1977  - Cumartesi - Doğumumdan 265 gün önce
Eğer anneniz akıllı bir kadınsa, bugün hamile olduğundan şüphelenmiş olmalı. Umarız heyecanlı ve mutlu olmuştur, endişeli değildir.
29 Ekim 1977 - Cumartesi - Doğumumdan 258 gün önce
Bugün ilk defa kalbiniz attı.
13 Ocak 1978 - Cuma - Doğumumdan 182 gün önce
Bugüne kadar yasal olarak kürtaj yaptırma hakkına sahip olan aileniz, sizin yaşamanıza karar verdi!
14 Temmuz 1977 - Cuma - Doğumgünü
Bugün zalim bir dünyaya doğdunuz. Umarız siz doğmadan 310 gün önce başlayan bu yolculuktan zevk almayı hiçbir zaman unutmazsınız!”
Babam kahve içmez. Erkek çocuk beklediği için böyle bir bilgi işine yarar mıydı bilemiyorum. Annem, sadece regl olduğunda değil “normal” zamanlarda da gergin değildir. Anlattığına göre beni fark etmesi de pek hızlı olmamış. Kendi hikâyesindeki diğer parametreleri bilince, yukarıdaki gibi bir neden sonuç ilişkisiyle “akıllı” olmadığını iddia etmek de anlamlı olmaz. Kürtaj da, benim bildiğim kadarıyla hiç gündeme gelmemiş!
Buraya aktardığım ve aktarmadıklarımla ben, bunun gibi kronolojik bir varoluşu değil, an itibariyle 33 yıl, 1 hafta, 1 gün, 4 saat, 35 dakika kadar uzun olmayan zihinsel varoluşumu daha çok önemsiyorum. Ne kalbimin attığı ilk anı, ne de doğduğum günü...

11 Temmuz 2011

İyi Meme Kötü Meme

Aşağıda yan yana yerleştirdiğim fotoğraflardan ilkini, Google’a göğüs yazarak bulduğum sonuçlar içinden seçtim. İkincisi ise, meme ile ilişkilendirilen kayıtların sonuçlarından biriydi. Her iki kelimenin görsel karşılıklarını merak etmeme sebep olan ise son okuduğum kitap oldu.
Kendi kadınlık deneyiminden yola çıkarak, 21. yüzyılda içinin boşaltıldığını, suistimal edildiğini düşündüğü feminizmi yeniden tartışmaya açan yazar, feminizmin dar bir çevre ve çerçeve içinde ele alındığından yakınıyor ve onu sadece akademisyenlerin tekelinde olamayacak kadar önemli buluyordu. “Geleneksel feministlerin” aksine, onların "küçük, aptalca ve günlük problemler" olarak tanımladıkları meselelerin kadın olmaya dair önemli ipuçları içerdiğini iddia ediyordu. Onun “eğlenceli olmalı” dediği kadar aksi/sinirli bulmuyorum bu kavramı ama gündelik olanın iktidarını da önemsiyorum. Bu nedenle kendi çağrışımlarımın izinden gidebilmek için kitaptan bir alıntıyla başlamak istiyorum.
Yazarın, östrojen, bir çift meme ve adet kanamasıyla girdiği 13. yaş gününden başlayarak didiklediği tüm kadınlık halleri, her defasında sembolik bir tartışmayla sonlanıyor. Nitekim kız kardeşiyle birlikte memelerine ne isim koyacaklarına dair yaptıkları tartışma, gazete ve dergilerin kullandığı dili sorunsallaştırmalarıyla noktalanıyor:      
“Göğüs, beyaz yakalılara ve çalışan sınıfa aittir. Bangladeş’ten ya da Bahreyn’den göğüsler görmeyiz. Göğüsler kansere yakalanmaz. Hastalanan memedir. Meme pozitif bir senaryonun içinde olmaz. Meme kötü haber demektir. Tıpkı vajina gibi, meme de muayene edilir, gözden geçirilir.”  
Google yardımıyla kısa bir tarama sonrası, gazetelerin internet sitelerine yansıyan “haberler”in, bu önermeyi doğrular nitelikte olduğunu görmek mümkün.   
GÖĞÜS: Göğüs farkıyla öndeler!  - In Touch Dergisi Hollywood'un en güzel göğüslü kadınlarını belirledi - Büyük göğüsler, dar kıyafetler – X’in göğüs frikiği - Balkonda göğüs şov…
MEME: Meme kanserini önleyici aşı - Meme kanserini donduran yöntem - Meme kanserinde yaşam süreleri - Meme kanserinden güçlenerek çıkmanın yolu…
Aksini yansıtan örnekleri bulmak, burada yapmaya çalıştığım tartışmayı sonlandırmayacağı gibi ben, “iyi meme” ve “kötü meme” üzerinden Melanie Klein’ı hatırlayarak, daha kişisel bir sıçrama yapmak istiyorum. Nitekim blogda pek çok örneğinin bulunduğu gibi, bilinçdışı fantezi faaliyeti dış dünyada yer alan güncel olaylara sızar ve bunlara anlamını verir. Güncel ilişkiler daima iç dünyada yer alan bilinçdışı fantastik ilişkiler çerçevesinde değerlendirilir, duygusal olarak yorumlanır.  
Bütün çalışmalarında çocuğun ilk nesne ilişkisine, yani annenin memesi ve annesiyle ilişkisine büyük önem veren Klein’e göre meme, bebek için sadece fiziksel bir nesne değildir. Bebek, bütün içgüdüsel arzuları ve bilinçdışı fantezileri, yani sağladığı gerçek fiziksel beslenmenin çok ötesinde özellikler yüklüyordur memeye. Meme, içgüdüsel bir biçimde besin kaynağı ve dolayısıyla daha derin bir anlamda yaşamın kaynağı olarak algılanır. Eğer herşey yolunda giderse doyurucu memeyle bu zihinsel ve fiziksel yakınlık, yitirilmiş olan o doğum öncesi anne-bebek birliğini ve buna eşlik eden güven duygusunu bir ölçüde yeniden kurar. Böylece iyi meme içe yansıtılır. 
Analitik bir yaklaşımla kötü meme içe yansıtılamayandır! 

7 Temmuz 2011

Prens - Penis


Geçtiğimiz gün, Bostancı Deniz Otobüsü İskelesi’nin önünde, taksi ile yaptığımız kısa bekleme anında gördüm yandaki ifadeyi. “Arabada bebek var” gibi artık alıştığımız bir “uyaran”ın aksine bu cümle, arka camda, onu takip eden bize bir mesaj veriyordu. Şaşkınlıkla kendi aramızda, toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin ettiğimiz birkaç kelama, taksi şoföründen itiraz geldi. Bizim aksimize o, iktidarla ilişkilendirdiğimiz bu sembolik dili “Yok canım, ne alakası var. Görmemişin oğlu olmuş…” diyerek, sürücüyle sınırlandırdı.
Bu deneyim üzerine ben de, dilin bilgilendirmekten çok hatırlatma işlevinden yola çıkarak, elbette kendi çağrışımlarımın izinde, prens ve penis arasında yaptığım yer değiştirme ile “dile” dair bir kayıt girmek istedim. Avusturyalı Filozof Ludwig Wittgenstein ve Cezayir doğumlu Fransız Filozof Jacques Derrida’dan yaptığım aşağıdaki alıntılarla, her şeyden önce kendime, ne sözcüklerin ne de cümlelerin kendilerine anlamlarını sağlayan dış gerçekliğe ihtiyaç duymadığını, dolayısıyla kelimelerin dış dünyadaki nesne ve olayları göstermekten daha fazlasını yaptıklarını hatırlatmayı amaçladım. Zira dilimizin yapısı, gerçek dünyayı düşünme tarzımızı belirler. Söz konusu bakış açısı, dilin hayatımızda oynadığı role ilişkin olarak tamamıyla farklı bir kavrayış sağlar.
Wittgenstein’a göre çocuk ana dilini dil oyunlarıyla öğrenir. O, dil ile dilin iç içe geçtiği etkinliklerin bütününü “dil oyunu” olarak adlandırır. Her dil oyunu, bir sıra dilsel deneyimden oluşur ve çoğunlukla bunlara eylemler eşlik eder. Yaşanan bir olayın anlatılması, bir kitap okumak, bir yeri betimlemek, fıkra anlatmak veya bunu şekil çizerek göstermek, çeşitli çocuk oyunları ve benzeri dil oyunlarına örnek oluşturur. Diller dizgelerdir. Her cümle bir dilin içindedir, yani yalnız başına duran hiçbir cümle yoktur. Çünkü cümle dediğimiz şey, bir dildeki bir oyun pozisyonudur ve ancak ait olduğu oyun içinde anlamlıdır. Anlam “kullanımdaki” farklılığın oyunuyla yaratılıp sürdürülür. Dolayısıyla dil matematiksel bir toplam değil, üreyen canlı bir şey gibidir. Ona göre anlam asla hazır bir şekilde bulunmaz. Sözün anlamı onun kullanımına bağlı olarak belirlenir. Diğer bir değişle anlam sadece farklı hayat tarzları içinde sürekli olarak eyleme dökülerek varlık kazanır.
Ben, yaptığım bu “dil oyunuyla” Wittgenstein ile çocukken öğrenilen dille sembolik bir ilişki kurarak, ait olduğu oyunu bozmak için de Derrida’ya başvuruyorum. Nitekim ona göre herhangi bir sözcüğün standart yazınsal anlamda olduğuna inanmak yanılgıdan öte bir şey değildir. O yüzden dili düzenliliğin dayatmasından kurtarmak, anlamı bozmak ve böylece dile açıklığını yeniden kazandırmaya çalışarak anlama karşı çıkmak gerekir.
Ben de öyle yapıyorum. Temsil ettikleri düşünce akımlarından bağımsız, her iki düşünürün de sadece iç dünyama karşılık gelen bu ifadelerini “Arabada prenses var” demeyi çözüm olarak kabul etmeyen, farklı bir dil arayışının ancak “Arabada prens var” cümlesini “bozarak” başlayabileceğini temellendirmek için rehber olarak kullanıyorum.
Hem taksi şoförü ile düştüğümüz ayrılığın bir benzerini bu kaydı okuyanlarla yaşayabileceğimizi düşünerek, hem de yukarıda yaptığım alıntıları haklılaştırmak için Derrida ile bitirmek istiyorum: "Dili dil yapan şey özdeşlikler değil, farklılıklardır. Üretilmiş bir göstergenin mutlak değişmez bir anlamı olamaz. Dilin kullanımında konuşanın/yazanın bir işlevi yoktur. Diğer bir ifadeyle anlam, onu konuşanın/yazanın elinden alarak dinleyenin/okuyanın eline teslim etmiştir."

1 Temmuz 2011

Doğum Travması

Bugün itibariyle doğduğum ayın içindeyiz. 2011 Temmuz’unu bu vesileyle, geçtiğimiz aylarda sonlanan Londra’daki bir serginin fotoğrafları eşliğinde, doğum ve çağrıştırdıkları ile açmak istedim.
Fotoğraflarda, kâğıtlara iliştirilmiş olarak görülen bu bez parçaları, kimsesizler yurduna verilen çocukların, yurda giriş yaptıklarında üzerlerindeki kıyafetlerden alınmış. Bir zamanlar bir bütüne ait bu parçalar, 18. yüzyıla, yurdun ilk üyelerine ait. Tıpkı o zaman olduğu gibi şimdi de, kayıt formları ile birlikte, bir ayrılığı, anne ve çocuk arasındaki kopmayı temsil ediyor.
Dış dünyada nesnel bir gerçeklik olarak karşılaştığımız bu ayrılık, aslında hepimiz için doğum anıyla başlıyor. Psikanalist Otto Rank’in, insanın yaşamındaki kaygıların çoğunu, doğum anında yaşanan ayrılık kaygısının tekrarı olarak yorumladığı o ilk anla. Niyetim Google’da doğum travmasına karşılık gelen ve bebeğin doğum eylemi sırasında karşılaştığı güçlükler olarak ifade edilen kırılmalar, zedelenmeler ve çeşitli fiziksel bozukluklardan bahsetmek değil. Doğumun fiziksel anlamından çok, psikanaliz açısından, sembolik olarak ne ifade ettiği.
Rank’e göre doğum bir travmadır. İnsan bu ilk travmayı normale yakın bir şekilde atlatabilmek için uzun yıllara ihtiyaç duyar. Doğum olayının yarattığı şiddetli kaygı etkisi, herhangi bir şekilde doğumu hatırlatan her vesilede tekrar tekrar giderilmeye çalışılır. Hatta Melanie Klein’a göre, doğum öncesi anne-çocuk birliği öyle bir birlikteliktir ki, mutlu bir “beslenme” bile bunun yerini tutamaz.
Şöyle devam ediyor Rank: “Çocuksu kaygı ya da her dışa vurum, doğum kaygısını kısmen aşmaya tekabül eder. Her kaygı ya da korkunun temelinde doğum kaygısının yatması gibi, her haz da son kertede rahim içindeki ilksel hazzı yeniden oluşturmaya yöneliktir.
Trajik ilksel motiflerin oyun gibi ele alınışı her defasında haz uyandırır. Çünkü doğum travmasını inkâr eden bir yanılsama yaratır. İlk oyunlardan biri olan ‘saklanma’ (ce-ee) salıncak, tren, evcilik ve doktorculuğa kadar tipik çocuk oyunları da buna karşılık gelen unsurlar içerir, ancak bu kez haz verici olumlu anlamlar yüklenmiş olarak. Çocukların bıkıp usanmadan tekrarladığı saklanma oyunu, sihirbazlıkta da olduğu gibi, ayrılma ve yeniden bulma durumunun gerçek ve ciddi olmayan bir biçimde temsilidir. Böylece çocuk, saklanma oyununda kolayca geri döndürebileceği korkutucu ayrılık durumunu gönüllü saklanış yoluyla istediği kadar tekrarlayıp durur. Salıncak, atçılık gibi, ritmik harekete dayanan oyunlar embriyonun hissettiği ritmi basitçe yineler.   
Doğum travmasından kaynaklanan ve her türlü kılığa girmeye çalışan sürekli korkma eğilimi, çocuğun ölümle ilişkisinde açığa vurur kendini. Örneğin ölmüş kişiler sanki bir süreliğine yokmuş gibi davranır çocuk. Her şeyi akla bağlama eğilimimize uyup da, çocuğun ölüm tasavvurunu acı verici ve haz karşıtı olduğu için kabullenemediğini söylemeye kalkarsak, çok hata etmiş oluruz. Çocuk daha baştan, ölümü, henüz tam içeriğini kavrayamamışken reddetmektedir. Soyut bir ölüm tasavvuru bulunmaz. Hayatına giren ya da anlatılan ölüm olayına, yakınındaki insanlarla bağlantı kurarak tepki verir. Çocuk için ölmüş olmak, gitmiş olmak demektir, yani ayrılmış olmak; bu da doğrudan ilksel travmaya bağlanır. Yani çocuk, bilince özgü ölüm tasavvurunu kabul ederken, bilinçdışında ilksel ayrılışla özdeşleştirir onu. Ölüm düşüncesi baştan itibaren bilinçdışında güçlü bir haz etkisi yaratan anne karnına dönme fikriyle örülmüştür.”
Ayrılık ve birleşmenin, doğum ve ölümle eş anlamlı olduğu, tersten, anlamlı bir okuma...