7 Eylül 2012

İp


Yandaki fotoğraflar, geçtiğimiz haftalarda izlediğim Detachment’a ait. Filmin başrol oyuncusu Adrien Brody’nin bu sahnelere eşlik eden aşağıdaki ifadeleri ise, bu kaydın çıkış noktası:
"The park is now empty and bare, with an abandoned shame about it. The jungle gym, the slide and the swing have rusted together. They're all so terribly alone now. Where did all the children go? Didn't they know that the park needed them? A child's intelligent heart can fathom the depths of many dark places. But can it fathom the delicate moment of its own detachment?"
Bana oldukça önemli görünen bu son ifadeler, D.W. Winnicott’un, “Oyun ve Gerçeklik” isimli kitabında okuduğum paragrafla üst üste gelince anlamlı bir bütünlük oluşturdu. Zira Winnicott’un örneği, kopma ve ayrışmanın/ayrılmanın birbirinden ne kadar farklı anlamlar taşıdığını ortaya koyduğu gibi, kopma anına dair bir farkındalığın ayrışmanın, nihai hedef olmasa da bağlanmanın yolunu açabileceğini de düşündürüyordu.
İlk görüşmenin 1955 yılında yapıldığı söz konusu örneğin kahramanı, annesi ve babasının endişeleri üzerine kliniğe getirilen 7 yaşında bir oğlan çocuğu. Biri zihinsel engelli iki kız kardeşi var. Winnicott, anne ve babanın ardından çocukla yaptığı seansta bir karalama oyunu oynuyor ve bunu şöyle aktarıyor:     
“Bu oyunda kâğıda bir şeyler çiziktirip görüşme yaptığım çocuktan bunu tamamlayarak bir şeye dönüştürmesini isterim. Sonra da bir şeyler karalar ve onu bir şeye dönüştürme sırası bana gelir. Bu vakada karalama ilginç bir sonuç doğurdu. Oğlanın tembelliği hemen ortaya çıktı; yaptığım hemen her şeyi iple ilişkilendirdi. Yaptığı 10 çizim arasında şunlar vardı: Kement, kırbaç, binici kırbacı, yo-yo ipi, düğümlenmiş bir ip, bir binici kırbacı daha, bir kırbaç daha. Çocukla bu görüşmeyi yaptıktan sonra ailesiyle bir kere daha görüşüp çocuğun iple ilgili takıntısının nedenini sordum. Bu konuyu gündeme getirmeme sevindiklerini söylediler. Daha önce önemli olduğundan emin olmadıkları için bundan söz etmemişlerdi. Oğlanın iple ilgili her şeye saplantılı bir ilgi duyduğunu, hatta ne zaman bir odaya girseler çocuğun sandalyeleri ve masaları birbirine bağlamış olduğunu gördüklerini söylediler. Bazen onu örneğin bir yastığı iple şömineye bağlanmış olarak buluyorlardı. Çocuğun ip takıntısının yavaş yavaş yeni bir özellik kazandığını, bunun da her zamanki kaygılarının ötesinde kendilerini fena halde endişelendirdiğini söylediler. Oğlan geçenlerde kız kardeşinin (doğumuyla oğlanın annesinden ilk kez ayrılmasına yol açan kız kardeşinin) boynuna bir ip dolamıştı.” 
Winnicott’ın aktardığına göre “depresif olduğu her halinden belli” annenin oğluyla iki önemli ayrılığı bulunuyor. Biri kız kardeşi doğduktan sona, bir diğeri de akıl hastanesinde kaldığı 2 ay boyunca. Winnicott, 6 ayda bir kereden fazla görme şansı olmayacağı bu aile için şu yöntemi izliyor:
“Anneye bu çocuğun ayrılma korkusuyla baş etmeye, ayrılığı ip kullanarak inkâr etmeye çalıştığını açıkladım. Anne pek ikna olmadı, ben de ona söylediklerimde bir anlam bulduğu takdirde meseleyi çocuğa uygun bir zamanda açıp dediklerimi ona anlatmasını, çocuğun verdiği tepkiye göre ayrılık temasını geliştirmesini istediğimi söyledim. Daha sonra yaptığımız bir görüşmede anne baba, oğlanla yaptığı ilk konuşmadan bir yıl sonra çocuğun iple oynama ve evdeki nesneleri birbirine bağlama takıntısının nüksettiğini söyledi. Aslında anne ameliyat olmak için hastanede yatacaktı. Oğluna şunları söylemişti: ‘İple oynamandan gitmemin seni kaygılandırdığını anlayabiliyorum, ama bu sefer sadece birkaç gün evde olmayacağım. Zaten geçireceğim ameliyat da o kadar ciddi değil.’ Konuşmadan sonra, bu yeni iple oynama evresi sona ermişti.”
Daha sonraki yıllarda görüşmeye devam ediyorlar; çünkü bu takıntı çeşitli zamanlarda nüksediyor. İlk görüşmelerinden tam 11 yıl sonra Winnicott’ın yazdığı ek not, sözlük karşılıklarının aksine sembolik düzende farklı görünümlere sahip bu iki kavramın, nasıl bir karmaşaya yol açtığını gösteriyor:   
“Geçen süre içinde çocuğun bu hastalıktan kurtulamadığını gördüm. Evde ilk görüşme sırasında çoktan yerleşmiş olan davranış kalıbını korumuştu. Anneden uzak olsaydı kişisel tedavi görebilirdi. Ama bunu evde yapmak mümkün değildi. Ergenlik çağına geldiğinde oğlanda yeni bağımlılıklar ortaya çıktı. Onu annesinden uzaklaştırma yolundaki tüm çabalar sonuçsuz kaldı, çünkü her defasında kaçıp eve dönüyordu. Sonunda çocuk kimseyi memnun edemeyen bir genç olup çıktı; hiçbir şey yapmıyor, zamanını ve zihinsel potansiyelini boşa harcıyordu.”

31 Ağustos 2012

Kapı (Anahtar) Deliği


Beklenen bir sergi, geç izlenen bir film ve yakın zamanda yayınlanan bir kitabın buluşma noktası bu kayıt. Üçünün de kesiştiği bir kavşak var. Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun’undan çektiğim yandaki iki kare ve esinlenerek koyduğum kayıt başlığı, Bahadır Baruter’in 13 Eylül-13 Ekim 2012 tarihleri arasında x-ist’te sergilenecek "Senin Ailen Bir Yalan Yavrum" başlıklı sergisi ile sembolik olarak örtüşüyor. Dijital resim ve videolardan oluşacak sergi, “aile kavramını gösterilmeyeni ile ele alacak ve bir yüzleşme alanı yaratacak” içeriği ile öne çıkıyor. Çünkü Baruter’e göre “yalnızlığın kendine bahane edindiği en makbul kılıf ailedir. Aile, bireylerin ancak bir arada var olabileceği inancıyla inşa edilmiş, yanıltıcı bir mutluluk kaynağıdır. Etrafın algısına yansıtılan olumlu imajların aksine mecburi ilişkiler, zoraki gülümsemelerle insanı esir edebilir. Organik bağlar tutundukça kopar, birlik uğruna bireyi yok eder. Aslında her resim kara mizahla harmanlanmış gündelik bir sahnedir. Beklenilenin aksine mutlu aile sofraları, kucaklanan çocuklar yoktur bu sergide. ‘Senin ailen bir yalan’ derken de Baruter, aslında kendi yalanımızı ortaya çıkarmayı hedefler, aile tablolarını sahtelikten arındırarak yeniden yaratır; izleyiciyi bir kez de duruma dışarıdan değil içeriden bakmaya çağırır. Sıcak, sevecen ve güvenli görünen anların gerçekliğini sorgular, doğal olanı arar. Amacı kendi doğrusunu kabul ettirmek değil, kabul görenin sorunlarını su yüzüne çıkarmaktır.”
Umut Tümay Arslan tarafından hazırlanan “Bir Kapıdan Gireceksin” isimli kitapta yer alan Fırat Yücel denemesi ise, daha önce Beş Vakit ile bloğa konuk olan Reha Erdem’in, Hayat Var isimli filminden yola çıkarak yazılmış. Yücel, benzer bir etkinin Üç Maymun’da da izlenebileceği bir tür tedirginlik hissinin eşlik ettiğini belirtiyor seyir deneyimine: “Sonradan, ‘rahatsız edici’, ‘huzursuz’ gibi tabirlerin filmle ilişkili olarak sıkça kullanıldığına tanıklık ettim. Bunun pek çok başka sebebi de olabilir, ancak bizi çocuk imgesine atfedilen ‘masumiyet’in çok dışında kalan bir dünya algısıyla karşılaştırması, Hayat Var'ın rahatsız ediciliğinin en köklü nedenlerinden biri bana kalırsa,” diyerek de bitiriyor.
Sanırım her iki filmde de, Baruter’in işlerini henüz görmesek de fikrinde, rahatsız ve huzursuz eden hissin adı tekinsizlik. Yani tanıdık, yeni olmayan ama kişisel tarihe bir anda saldıran, hortlatan. Tam da Yücel’in, çocuğun yetişkinler için bir tedirginlik kaynağı olduğun söylemesi gibi: 
“Çocuk, yetişkinler için bir tedirginlik kaynağıdır. Ya büyümezse diye düşünürüz, ya olduğu gibi kalırsa? Olduğu yerde sayıklayıp, emekleyip durursa? Ya bize yabancı kalırsa, bize benzemezse? Kendimizi göremezsek onda, kendi varoluşumuzu onunla doğrulayamazsak? Bizi aynalamayı reddederse? Ona biçtiğimiz masum çocuk rolünü oynamazsa? Ya vücuduna bir şey batırdığımızda gözünden yaş gelmezse? Ya kan akmazsa derisinden? Bize hep "yabancılığı"nı hatırlatıp durursa? Onda hayatı görürüz; dilin dışında var olan hayatı, kültürle, alışkanlıkla henüz boğulmamış nefesi. Davranışlarında dizginlenmemiş, terbiye edilmemiş olanı gördüğümüz için korkarız ondan. Her yere gidebilir sanki, durduk yere kaçabilir, kendini belirsize bırakabilir, sırra kadem basabilir. Onun baktığı yerde ne gördüğünü bilememektir bizi tedirgin eden. Uçurumdan yere uzanan boşluğu yükseklik olarak algılamayabilir, iki boyutlu bir resim görebilir orada, 'resme' düşebilir. Dünyayı bizim gördüğümüz biçimde göremezse diye düşünürüz, dünya bildiğimiz dünya olmaktan çıkabilir. Başka bir dünyanın ihtimalini saklar her çocuk bakışlarında; bizi korkutan o başka dünyadır, bizim dünyamıza benzemeyen, ayaklarımızın yerden kesileceği, dilimizi yutacağımız başka bir dünya. Çocuğun gözlerinin neler gördüğünü, neler görebileceğini bilmek istemeyiz, çünkü orada, o uçsuzlukta kendimizi "büyümüş" sayamayacağızdır. Küçük düşürür bizi çocuğun bakışları, bize kendi büyümemişliğimizi hatırlatır. Dizginlenmemiş olasılıkların boşluğunda, kendimizi yetişkin göremeyeceğimizi; gururdan ve onaylanmışlık duygusundan mahrum, cılız ve âciz, çocuktan daha çocuk, pişmanca çocuk görüneceğimizi hatırlatır. Kendimize böyle görünmek istemeyiz. Çocuğu öldürerek, kendimize benzeterek, onu büyüterek kurtuluruz bu utanç duygusundan.”


24 Ağustos 2012

Humpty Dumpty


Feodor Rojankovsky yorumu 
Bu kayıt, bir öncekinin dolaylı bir takibi olacak. Zira doğum sonrası, kimilerinin annelik hüznü diyerek romantikleştirdiği, bazılarının da depresyon diyerek klinikleştirdiği sürecin, tıpkı hamilelik gibi, çalışıldığı takdirde kadın ruhsallığına önemli katkılar sağlayacağını düşünüyorum.  Çalışmadan kastım da, aşağıda yapacağım alıntıda olduğu gibi, dış gerçekliğe ait her türlü veriyi kullanarak, bilinçli tercihlerin ardında yatan bilinçdışı tetiklemeleri anlamak. Bugün için bu veriyi, Lucy Rollin, “Dream Imagery and The Portrayal of Childhood Anxieties in Nursery Rhyme Illustrations” isimli makalesiyle sağlıyor. Ölüm, sakat kalma, hayvanlara işkence, acımasız şakalar, sınırsız gücü olan tehditkâr anneler gibi bazı unsurlarıyla, yetişkinlere bilinçli ya da bilinçdışı çocukluk korkularını hatırlatan bilmeceler, tekerlemeler, ninniler…
Rollin çalışmasında, illüstrasyon sanatçılarının kelimelerden yola çıkarak ortaya koyduklarını, rüyalara benzetiyor. Çünkü rüyalar da kelimelerin resme dökülmesi gibi. Her ikisi de, yasaklanan arzuların ya da korkuların ifadesine izin veriyor. Her ikisinde de sansür var. Zira illüstratör, yetişkin olarak söz konusu söylencelerin kişisel çağrışımları ile kendinden beklenenler arasında kalıyor. Rüyadan korunmak için de SENSÖR var. Bu ket vurmanın farklarını, rüyaların hareketli diğerlerinin ise olmadığı gerçeğini bir kenara bırakırsak, söz konusu analoji, yaratımların detaylarına dair yapılan seçimleri analiz etmenin önünde bir engel olmayabilir.  Nitekim bu bilmeceler gibi rüyalar da gizli ve aşikâr içerikleriyle çok şey anlatıyor. İster çizerek yorumlayan, isterse aktaran için.
Yazıda sözü edilen iki örnek, bu kaydın asıl meselesini oluşturuyor. Tekerlemeleri görselleştirenlerin zihinsel zenginliği ise, görünenler ve görünmeyenlere referans vermesi açısından sembolik bir temsil sunuyor:
"Humpty Dumpty tells a brief tale of someone or something falling to complete destruction. The rhythm and rhyme make this story enjoyable to recite, and children in many cultures have recited some form of it for centuries. Yet such a recitation implies the contemplation of violent death, perhaps even one's own if one identifies consciously or unconsciously with Humpty Dumpty. Perhaps even more disturbing is a rhyme which is recited (or sung) by mothers to children: Hushabye Baby. This rhyme, with its soothing sounds and rhythms, rocks a baby and then plunges it to the ground, to injury or death. Yet it may be the single most transmitted rhyme in the canon, offered by mother to infant, generation after generation, for centuries. Why should this rhyme be pleasurable to mothers? Like Humpty Dumpty, its manifest content might be seen as innocent, perhaps a quaint depiction of early wind-rocked cradles, but like Humpty, its latent content recalls Winnicott's catalogue of the few unthinkable anxieties of infancy: Going to pieces, falling forever, having no relation to the body and having no orientation."
Çizimlerin "sevimliliği" tekerlemenin "korkunçluğunu" örtmediği gibi, "korkunç" olanlar da, ifade ettiklerinin gerçekliğini değiştirmiyor. Tıpkı doğum sonrası yaşananlar gibi. Ne korkunç ne sevimli…

Hush a bye baby, on the tree top,
When the wind blows the cradle will rock;
When the bow breaks, the cradle will fall,
And down will come baby, cradle and all.

1 Ağustos 2012

Hayaletler


“In giving birth, a woman achieves what little boys achieved with the castration complex: Detachment and autonomy from the maternal imago. Just as the penis allows men to see themselves as totally separate and independent from women, so does the protruding belly of pregnancy give women that independence from the maternal imago.”
Lucy Holmes, bir önceki kayıtta yer alan “The Internal Triangle: New Theories of Female Development” isimli kitabında böyle diyordu. Holmes bu fikri, psikanalitik tarihe bakıldığında insan ruhsallığının gelişimini erkek merkezli açıklama girişimlerinden yola çıkarak geliştiriyordu. Ne ironikti ki, psikanaliz dünyasında analistlerin de danışanların da genellikle kadın olmasına rağmen, kadınların psikoseksüel gelişimi Freud’dan kalan bir mirasla hala karanlık bir kıtaydı. Zira bu çizgiden bakıldığında kadın ruhsallığı bir eksiklikler kataloğuydu. 
Yukarıda sözü edilen fazlalığın/penisin “kazanımlarını”, ona göre tanımlanınca eksik ve haliyle bağımlı hisseden kadının ancak gebe kaldığı ve doğurduğunda elde edebileceğini ileri süren açıklama girişimini bir eşitleme çabası olarak görmüyorum. Çok daha fazlasını sunduğunu düşünsem de, nihayetinde referans noktasını bu eksikliğe göre belirliyor gibi de düşünülebilir. Holmes’in ruhsallıktan yoksun doğum hikâyelerinin kalabalık nüfusu içinde, kişisel tecrübesinin izini sürmesini oldukça değerli buluyorum. Aşağıdaki paragrafta yer alan genellemelere temkinli yaklaştığımı belirterek, evin içiyle fazlasıyla özdeşleşme halinin ve hayaletleri savmanın herkese iyi gelebilecek bir tarafı olduğunu düşünüyorum: 
“İlk çocuğum doğduğunda, kişisel analizim devam ediyordu. 1985 yılında ikincisi dünyaya geldiğindeyse analist olma yolunda ilerliyordum. Gebelik ve doğum deneyiminin ne kadar derin ve çarpıcı bir tecrübe olduğunu ilkinde anlayamadım. Oldukça büyük bir hastanede, teknolojik bir deneyimdi. Daha küçük ve aile odaklı bir merkezde, normal olarak gerçekleşen ikinci doğum ise beni olduğumdan çok farklı bir yere taşıdı, değiştirdi. Farklıydım. Gebelik ve doğum bir kadının hayatında önemli bir dönüm noktasıydı. Böylece doktoramı, bu konu hakkında daha fazla neler bulabilirim merakıyla, kadınlarla psikanalitik bir çalışma yaparak şekillendirmeye karar verdim. Gebeliği/gebe kalamamayı problem etmiş ya da bir bebek sahibi olmakla ilgili çatışmalı duygular yaşayan kadınları iki grupta bir araya getirdim.
Çalışmanın başında benim için en çarpıcı olan, seans odasındaki hayaletlerdi. Evet kadınlar oradaydı ama anne ve babaları da… Gebeliği, ‘anneleri gibi olma’ olarak tarif edenler için bu fikir iticiyse kısırdılar. Eğer kadınlar babalarıyla annelerine göre daha fazla özdeşleşmişlerse, bebekle ilgili çatışmalı duygular yaşıyorlardı. Gebe olanların bebekleri de, bir yansıtma nesnesi olarak seans odasındaydı. Bu kendiliğin bir görünümü de olabilirdi. Benlik saygısı az anne adaylarının, bebeklerinin ‘kusurlu’ doğacağına ilişkin söylemleri artıyordu.       
İçsel nesneler olarak tarif edilebilecek ve her an bizimle birlikte olan bu hayaletler ruhsal yapıyı yoğunlaştırıyor, nesneler dünyasındaki bu karşılaşmalar, çarpışmalar gerginliği artırıyordu. Çalışma boyunca yaptığımız konuşmalarda, her biri kendi özgün biçimleriyle, son derece güçlü bir şekilde içselleştirdikleri anne ve baba nesnelerini ele alıyorlardı. Kendilerinin de bir ayağını oluşturduğu bu üçgen, gebelik ve doğum algısını etkilediği gibi, doğumla birlikte bir değişime uğruyordu. Doğumla birlikte bu imagolar yerini güçlü bir kendilik algısına bırakıyordu. Bu içsel dramanın odağındaki fetus dünyaya atıldığında, fantastik iç dünyadan dış gerçekliğe geçiş, güçlenme algısı yaratıyordu.”
Kaydın görselleri Mary Kelly'e ait. 70'lerde, anne ve çocuk motifine başka bir açıdan yaklaşan Post-Partum Document isimli süreç odaklı çalışmasından...


22 Temmuz 2012

Pipi


“Etrafında ‘Göster oğlum amcalara pipini’ diyen bir Allah’ın kulu bile olmadığı halde her fırsatta külotunu indiriyor. Ya tamamen çıkarıyor ya da biraz indirip ‘Anne bak, sana pipi şakası yapıyorum’ diye dans etmeye başlıyor. 
Sık sık yarı çıplak bir vaziyette yatağıma gelmek, yorganın altına girmek ve çadırcılık oynamak istiyor. Çadırcılık nasıl mı oynanıyor? Yorganı kafamıza kadar çekiyoruz, ayaklarımızla havalandırıp küçük bir hava ve ışık deliği açıyoruz ve ben ona masal anlatıyorum. 
Çadırcılıktan bağımsız arada sırada penisindeki boyut farklılaşmalarını sorguluyor. Oynayıp, oynayıp ‘Büyüteceğim şimdi bak’ diye hırslanıyor. Yazarken bile tuhaf oluyorum ama üç yaş yaklaşırken oğlumda pipinin bir cinsel organ olduğuna dair bir farkındalık başladı resmen. Ve inanın ben çok ama çok korkuyorum. Çünkü yabancısıyım konunun, karşı cinstenim. Ama ben daha karnımdayken anlamıştım başıma gelecekleri. Doktor, ‘Bir oğlunuz olacak’ dediğinde bu yüzden ‘Ne yani benim içimde bir pipili mi var’ diye bağırmıştım.”
Bu giriş, Sibel Arna’nın 21 Temmuz 2012 tarihli Hürriyet Cumartesi ekinde yayınlanan yazısına ait. Okur okumaz, özellikle “İçimde bir pipili mi var?” ifadesi üzerinden bir kayıt girmeyi arzu etsem de, yakın zamanda okuduğum bir metni paylaşmayı daha uygun buldum. Zira Arna’nın “bağırmasından” sadece sezebileceğimiz bu “pipiliden” korkma ya da ona öfke duyma hali, ancak kendi kişisel hikâyesi ile anlamlı olabilir. Burada sadece speküle ettiğim bu ruh hali, pipili bir çocuktan çok, pipinin kendisine atfedilenlerle ilişkilendirilebilir. Ya da içeride büyüyen pipili bir çocuğun/pipinin, yıllar önce bir kız çocuğu olarak olmadığı anlaşıldığında yaşanan hayal kırıklığını tetiklemesi, kimbilir belki de telafisi olarak görülmesi gibi, analitik teorilerle yan yana geldiğinde anlamlı olabilecek bilinçdışı süreçlerle birlikte de okunabilir. Konuyu dağıtmadan, beklenen çocuğun pipili ya da vajinalı (pipisiz değil ama pipiye de denk değil)  olmasından bağımsız, Lucy Holmes’in “The Internal Triangle: New Theories of Female Development”  kitabından, kadının hamilelik ve doğurma fonksiyonunu penise eşitleyen bölümünü aktarmak istiyorum:
“Like the penis, the fetus is self and non-self, both subject and object; this double role gives woman the self-containment and self –reliance  that the penis gives man. Like the penis, the pregnancy and the fetus represent bodily sembols of independence from the engulfing pre-Odipal mother. The newborn, like the phallus, can be seen and grasped and partially identified with.
…In giving birth, a woman achieves what little boys achieved with the castration complex: Detachment and autonomy from the maternal imago. Just as the penis allows men to see themselves as totally separate and independent from women, so does the protruding belly of pregnancy give women that independence from the maternal imago.
…Childbirth helps woman achieve what Jessica Benjamin called intersubjectivity, where sameness and difference between two subjects (not a subject and an object) exist in the healty tension of mutual recognition. So the loss of the child/penis can be a developmental milestone, albeit an agonizing one, which can be experienced as traumatic as death. Childbirth is certainly linked with death in the unconscious. The loss of the self/object in childbirth is one reason fort his link. Over and over, my clients talked about childbirth in ways that brought death to mind: ‘As long as she was inside me, she was safe, immortal, a timeless fantasy. Now I have lost her to the world. She is flesh and blood, limited, manefist and ultimately mortal.”
Son cümleyi okuyunca, Deconstructing Mummy’nin geçenlerde attığı tweet aklıma geldi: “New mums, time to meet your real child and leave behind the fantasied one!” 

21 Haziran 2012

My Dead Parents


Kuzenim Tuba Biret Ertan sayesinde haberdar olduğum bu blog, sadece linkini paylaşamayacağım kadar "her şey"e uygun. Üzerine tıkladığınızda ulaşabileceğiniz My Dead Parents, "I am a fiction writer. This is not a fiction" diyen Peter Vidani'nin içsel yolculuğu. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmaması, yıkıcı olanın inşa edebilirliği ne muhteşem: 
"My father George was killed in a car accident when I was 16. My mother Anita died from complications related to alcoholism in 2010, when I was 32. I’m not sure how I feel about my parents, or about their deaths. I know don’t feel very sad, and I know that’s not how I’m supposed to feel.
My parents have been dead for different versions of “a while,” so I know I’m not supposed to be crushed by grief, but I never really felt sad at all. That makes me feel guilty, and a little broken. When I hear about other people being devastated by their parents’ deaths I think, Shouldn’t I be as sad as they are? I don’t feel connected to those people at all—I feel a mix of pity, jealously and revulsion.
Maybe I can explain my ambivalence by saying that I wasn’t very close to them, or that since my family wasn’t a very happy place to be there isn’t much to miss. But there has to be a primal connection that makes being “close” irrelevant. Loving them is in my DNA. They are my DNA.
When my mother died and people asked how I was doing, I always said that I wasn’t sad for myself, but I was so, so sad for her.  I was, and am, so sad that she went from being a world traveling, intelligent and vibrant woman to someone who drank so much that she lost most of her ability to walk and often shit on the floor. I am terrified that’s a possibility for any human being, but am I sad that my mother, who drank so much that she lost most of her ability to walk and often shit on the floor, is now gone from my life? Not really.
It’s easy and sometimes enjoyable to say that my parents were bad parents. My father was emotionally distant and occasionally abusive. My mother was resentful and selfish, and this was before her debilitating alcoholism brought out, or created, qualities in her that were much worse. 
That isn’t the whole story, of course, and just because I want or need to criticize them doesn’t mean that doing so isn’t a bit ungenerous and ignorant. They definitely weren’t ideal, but a lot went wrong in their lives, and I was a pain-in-the-ass to raise.
But when I try to consider my parents as people—people who existed before I did, who didn’t disappear when I looked away—things change. The wrongs I’ve been so attached to disappear, and what emerges are two people who were passionate, successful and adventurous. My father was an international banker who worked in Africa and the Middle East and dedicated the last years of his life to helping Ukraine, his homeland, find its economic footing after Communism fell. My mother was an environmentalist and a dedicated ESL teacher. They traveled the world, and I think they had a fair amount of fun. This isn’t a new revelation, but since I only just understood that I’m too old to be complaining about my mom and dad, I suddenly have a lot of time to think about other things, such as how my parents went from being cool people to unhappily married, mediocre parents that I don’t miss, and how all of this stuff relates.
My mother’s funeral didn’t take place for a few weeks after her death, so I started cleaning out her house, my childhood home, in the interim. The house was a mess, and I spent most of my time in her study, which had become a haphazard storage room for everything from soiled sheets to unopened mail. I spent days bagging sweaters for Goodwill and organizing the incredible amount of cheap jewelry and pantyhose she’d purchased from Filene’s Basement decades before and had never worn—apparently she feared the world was going to experience a devastating shortage of clip-on earnings and pink trouser socks.
While I was going through her things, I found boxes of letters my parents wrote to each other. I found ones where my parents were goofy and love struck and cards where my mother’s friends referred to my father as “fun.” My mother had such a difficult life, and things were so grim when she died, that it was shocking to learn that things had once been different. They’d had a relationship I never knew about, and would never have imagined.
For days I sat in my mother’s filthy study, surrounded by photos, faded letters and crappy jewelry, trying to take in my parents’ lives and thinking: I don’t know these people at all. And for the first time, I really wanted to. As I went through their stuff I realized that my parents had done way more interesting things by 32 than I had. They were excited by the world, and they got to experience it with a wonder that’s hard to muster now because we are over-informed and over-stimulated. They were ballsy, and I think they were happy. But things changed, and now I’m sorting through their leftovers, trying to figure out why. They experienced real tragedy—between my sister and I they lost a son when he was ten months old. Is that enough to permanently derail a marriage? It’s probably more than enough.  It’s possible they weren’t ever very happy with each other and just got married because it seemed like an okay option. But their letters show that they were more in love than I could have imagined, so clearly there’s a lot I don’t know or understand. 
I spent years thinking my parents owed me something.  Now I feel I owe them more than a little.  Maybe I can find a way to make how interesting they were as individuals matter more than the mistakes they made as my parents, or the bad things they did to each other. I think it’s worth trying, and that’s what I’m doing here. I’m going through my parents’ things and attempting to piece them together while also trying to understand my experience of them.  I’d like to figure out who they were, and maybe even find a way to be sad that they’re gone."


3 Haziran 2012

2 Doğru, 1 Yanlış!

Bu fotoğraflar, 1 saatlik yenidoğan ve onun memeyle ilk buluşmasının kaydedildiği videodan. Bebek, yaklaşık 7 dakikalık kaydın sonunda, küçük müdahalelerle de olsa, memeye ulaşmayı başarıyor. Geçtiğimiz günlerde izlediğim bu videoyu, bugün okuduğum bir makaledeki aşağıdaki satırlar sayesinde, anlattığı şeyi, tam da benim için anlatmadığı yerde yeniden hatırladım. 

Donald Winnicott'ın dosya konusu olduğu Psikanaliz Yazıları'nda Levent Kayaalp, "Bütünleşme / Bütünleşmemişlik / Bütünlüğün Yitirilmesi" başlıklı makalesinde şöyle yazıyor: "Winnicott çocuğun gerçekliği keşfinin yanılsamayla başladığını belirtir; aç bebekle süt dolu memenin karşılaşması, karşı istikametlerden gelen iki doğrunun birbirini bulması gibidir. Çocuk bu karşılaşmayı bir halüsinasyon olarak da yaşayabilir, dış gerçekliğe ait bir şey olarak da. Bu karşılaşmalar, bebeğin aslında orada var olan bir şeyi ortaya çıkarma kapasitesini geliştirir." 

Peki, ya bu iki doğru buluşamamışsa ya da bir yanlış etmişse? Bu sorumun cevabını da yine aynı makale içinde buldum: "Başlangıçtaki birincil can çekişmenin geçmişe gönderilmesinin tek koşulu, benliğin onu önce kendisinin şimdiki zaman deneyimine sokması ve orada ona tüm güçlülükle hakim olmasıdır. Aksi takdirde yaşanmamış geçmiş ayrıntı, gelecekte aranmaya devam eder." 


18 Mayıs 2012

2 Kadın, 1 Ev


Dün akşam izlediğim bir programın, yaklaşık 1 dakikalık bölümünü kaydetmek istedim buraya. Aşağıdaki anlar/fotoğraflar, Güven İslamoğlu'nun nisan ayında yayınlanan ve "yok olan Anadolu köy kültürünü" ele aldığı "Yeşil Doğa" isimli programından. Isparta'nın Sütçüler İlçesi Darıbükü Köyü de bu köylerden biri. Sadece yaşlıların kaldığı Darıbükü, Kasımlar Barajı'nın tehdidi altında. Niyetim, daha önce blogda sözü edilen bu tür bir saldırganlığın/şiddetin yıkıcılığını tekrar etmek değil. Tüm gün aklımdan çıkmayan bu 2 kadın ve 1 evi, ölümden söz ediş biçimleri ve sembolik karşılıklarıyla uzun uzun düşünebilmek. Dileyenler programın tamamına buradan ulaşabilir.
- Çok güzel bir eviniz var. Ahşap.
- Var ama sahipleri öldü.
- Sahibi kalmadı?
- Kalmadı.
- Ne olacak şimdi? Baraj yapılınca size çık mı diyorlar?
- Öyle olacak heralde, anlaşılan baraj buraya geldi mi git diyecekler.
- Nereye gideceksiniz?
- Bakalım ne yapacağız, o gün bir gelsin bakalım.
- Hükümet büyük, karara kor.
- Hükümet bir yere yerleştirir?
- Ne yapalım kulaklar duymuyor, gözler görmüyor.
- Peki buradan ayrılmak istiyor musunuz?
- Ayrılır mıyız? Burası evimiz. 
- Belki öleceğiz baraj gelinceye kadar
- Allah uzun ömür versin niye?
- Yok canım sende
- Peki sizi götürdükleri yerde yaşayabilecek misiniz?
- Biz ölürüz o zamana kadar
- Ölürüz o zamana kadar
- Ölürüz biz
- Yok çok dinç gördüm sizi

7 Mayıs 2012

Masumiyet Müzesi


Hem nitelik hem de nicelik olarak yoğun bildiri akışı içinde gerçekleşen iki günlük Masumiyet Müzesi Sempozyumu sonrası, aldığım notların hepsini burada paylaşmaya imkân yok. Ama sunumunu merakla beklediğim iki konuşmacıdan biri olan Talat Parman’ın yaklaşımından yola çıkarak, elbette kitabı okumuş olanlar için, orada imkân olmayanı burada deneyebilir ve bir soru sorabilirim.
Psikiatrist ve Psikanalist Talat Parman, “Nedir Kemal’in Hastalığı?” başlıklı konuşmasının hemen girişinde: “Babasının ölümünden hemen sonra ‘Nihayet annemle yalnız kaldık’ cümlesinden yola çıkarak, Kemal’in, çözülmemiş bir ödipal karmaşanın içinde olduğunu söylemek, insan ruhsallığının karmaşıklığı düşünülünce, aceleci ve yüzeysel bir açıklama olur,” dedi. Parman, Freud’un 1914 yılında yazdığı “Yeniden Anımsama, Yineleme ve Özümseme” isimli kitabına yaptığı atıfla, bellek üzerine şekillendirdiği konuşmasına, “eşya/müze”nin çağrıştırdıklarının tam tersine işaret ederek şöyle devam etti: “Anımsamama hastalığı! Anımsamak yerine hiç unutmamaya çalışarak yeniden yaşamaya çalışmak. Bunlar, anlar yerine içselleştirilmemiş yaşantı izleridir. Yineleme de anımsamanın tersidir. En önemli olan anımsanamaz. Yinelemede ızdırabın izi vardır. Canla başla yaşanılanı yinelemek. Bu patolojinin özgün bir örneğidir. Yineleme, yıkıcılığa eğilimin ilk aşamasıdır.”

Romanda Kemal’in tekrar tekrar yaşadığı ızdırabın/hazzın yinelenmesinden yola çıkarak, bizi baba ve oğlun aynı “kaderi” paylaşıyor olduğu ilüzyonundan kurtaracak bir başka yineleme/aktarıma bakılabilir mi? Her ne kadar Ayşe Düzkan, konuşmasının sonunda bu benzerliği romanın en masum noktası olarak adlandırsa da, bana göre en ürpertici ve derinlikli bağını oluşturuyor:
“Çok çok acı çekiyordum. Ağabeyin evlenmişti. Sen Amerika’daydın. Ama tabii acımı annenden saklamaya çalışıyordum. Hırsız gibi bir köşede gizli gizli acı çekmek de bir başka acıydı.
…Bir otelde aile taklidi yapar gibi yaşıyorduk. Acımın hiç dinmek bilmediğini, böyle giderse delireceğimi görüyor ama yapmam gereken şeyi bir türlü yapamıyordum. Aynı günlerde, o da çok kederliydi; bana kendisine evlilik teklif eden bir mühendis olduğunu, ben karar vermezsem bir başkasıyla evleneceğini söyledi. Ama ciddiye almadım.
…Onun İstanbul’da bir yerde yaşadığını, gazeteleri açıp benim okuduğum haberleri okuyup benim seyrettiğim televizyon programını seyrettiğini hayal edip onu hiç görememek beni çok üzüyordu. Bütün hayatın nafile olduğu duygusu üzerime geliyordu.”
Kemal, babasının hikayesi ve dilini, özellikle “sanki hayatımın merkezi dağılmış, geçmişim dünyaya gömülmüştü” diyerek anlattığı babasının ölümünden sonra, yoğun biçimde tekrarlamıyor mu? Üstelik babasının acısı ile Füsun’un acısı iç içe geçmişken.

Kaydı, müzede, romanın her bir bölümü için ayrı olarak düzenlenen vitrinlerden, ilgili bölümle, yani “Babamın Hikayesi: İnci Küpeler”le görselleştirerek bitirmek istedim. “Katalog/Kitap”ta şöyle yazmış Orhan Pamuk: “Vitrinin üzerinde duran büstü, romanı daha yazmaya başlamadan, 1999 kışında Çukurcuma’daki eskici dükkânlarının birinin soğuk ve tozlu bodrumunda kendi kedime eşelenirken buldum ve hemen satın aldım. Heyecanlı ve hevesli bu ilk dönemimde hikaye daha kafamda tam ortaya çıkmış değildi. Sırf o anda hoşuma gittiği için satın alıp daha sonra hikâyenin parçası yapamadığım için müzeye de koyamadığım at arabası lambaları, gaz saati gibi pek çok eşyanın tersine bu eşyanın Kemal’in babasının büstü olduğunu kısa sürede kavradım ve ikincil kahramanı anlatırken yüzünü bu büstteki gibi hayal ettim. Kemal’in babasının romanda anlattığı aşk hikâyesindeki genç kadının gençlik fotoğrafını ise hikâyeyi yazdıktan sonra buldum. ‘Arkada gemi fotoğrafı’ var diye korunmuş ve eskicilerden gelmiş fotoğrafları hızlı hızlı elden geçirirken, gemilerden çok kızın hüzünlü yüzü takıldı aklıma.”
Peki bu iki yüz, sadece farkında olmadıklarımızı hatırlatmak için, Füsun ve Kemal'e ait olabilir mi?

28 Nisan 2012

Göbekli Tepe


Zeugma Müzesi'nde, mozaiklerin yanında,
ilk bulundukları  yerlerde çekilen fotoğraflardan biri.
Geçen hafta Gaziantep’e gitmemizin en önemli sebebi Şanlıurfa’ya ulaşmaktı. Amacımız, görmeyi ne zamandır ertelediğimiz Göbekli Tepe’yi ziyaret etmekti.  Az olan vaktimizi verimli kullanmak için yaptığımız bu tercih, her iki şehirde de bulunan mozaiklerin farklı sergilenme biçimlerini karşılaştırma fırsatı da verdi. Zira Gaziantep’te olan ne varsa, Şanlıurfa’da iyi ki yoktu. Yerinde sergileme, bulunduğu ilin sınırları içinde ama taşınabilir olarak algılandığından, Zeugma Müzesi’ndeki mozaiklerin ait oldukları gerçek mekânlar, ancak kendilerine ayrılan duvarların yanına iliştirilen fotoğraflara sıkışmıştı. Karanlık müzenin, yapay ışıkları altında asılan ya da serilen mozaiklerin tersine, Şanlıurfa Haleplibahçe’de yapılan kazılar sonrası bulunan mozaikler ise, günün doğal ritmine ayak uyduruyordu. Mozaikler üstte kalacak şekilde katmanlaşan ve fiziksel sınırları aşabilmeyi olanaklı kılan bu alanın, “güvenliği” yoktu ama korunuyordu.
“Yerinde” sergilemenin, söz konusu alanı tahrip edebilecek riskleri var elbette. Bu riskler Haleplibahçe’de, geçici bir çadır/çatı ile şimdilik çözülmüş görünüyor. Dileyenler, Şanlıurfa İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün sitesinde yer alan kalıcı projenin planını görebilir. Rüzgâr, yağmur ve kardan acil olarak korunması gereken ise Göbekli Tepe. Bu ihtiyacı, kazı başkanı Klaus Schmidt’den öğrendk. Zira, kısa bir yolculuk sonrası ulaştığımız Göbekli Tepe’de, harikulade bir tesadüf sonucu o da oradaydı. Sonradan İngiltere merkezli bir yardım kuruluşunun üyeleri olduğunu öğrendiğimiz bir gruba rehberlik ediyordu. Bizden başka kimse olmadığı için heyecanla turlarına katıldık. Göbekli Tepe’nin korunması için tekrar gömülmesi gibi bir ihtimal yok ama oldukça maliyetli olan çatının aciliyeti var.
Tasvirleri görebilmeniz için
tıklamanız yeterli 
Göbekli Tepe, bugüne ulaşan en eski tapınak. T biçiminde dikilitaşlar ile çevrili tapınağın merkezinde iki adet yine T biçiminde dikilitaş karşılıklı olarak yer alıyor. Schmidt ve ekibi, boyları üç ile altı metre arasında değişen bu dikilitaşların stilize edilmiş insan tasvirleri olduğunu düşünüyor. Bunun sebebi, yandaki fotoğrafta da görebileceğiniz gibi dikilitaşların kenarlarında kol ve el tasvirlerinin bulunması. Ayaküstü, figürlerin cinsiyetine dair yorumlar yapılsa da Schmidt, bunun bir öneminin olmadığını belirtiyor: “Göbekli Tepe resimleri, çeşitli yorum denemelerine açık. Bağlayıcı olmayan benzeri bu yorumlarla, olasılıkla doğru olanı yakalama ya da tümüyle hatalı bir yorum yapma şansı ortadadır. Öncelikle önemli olan atalarımızın bileşik yaşamları ve ruh dünyaları ile ilgili düşüncelerimizi, benzeri olmayan arkeolojik buluntulardan yola çıkarak geliştirebilmek amacıyla daha fazla malzeme toplamaya, gözlemlemeye ve ilişkiler kurmaya devam etmemiz.”
Nihayetinde var olan ya da yeni bulunan kalıntıların, her şeyden önce bir soru sorma alanı yarattığını hatırlayarak, sınırlılıklar konusunda Ian Hodder ve Scott Hutson’un “Geçmişi Okumak” isimli kitabından kısa bir alıntıyla bitirmek istiyorum:  
"Kültürel ilişkilerin kaynağı kendisinden başka bir şey değildir. Kendisidir. Arkeologların görevi maddi kanıtın peşinde toplumun 'okunabilmesi' için, kültürün bu indirgenebilir bileşenini yorumlamaktır. Böyle bir 'okumaya' nasıl başlanabilir? Genellikle maddi nesnelerin sessiz oldukları ve konuşmadıkları ileri sürülür. Peki, öyleyse nasıl anlaşılabilirler? Geçmişe ait bir nesne kesinlikle kendisine ait bir şey söylemez. Bilinmeyen bir kültüre ait bir nesne edinen arkeologlar çoğunlukla buna bir yorum getirmekte güçlük çekeceklerdir. Ancak kendi başlarına nesnelere bakmanın arkeolojiyle alakası yoktur. Arkeoloji katmanlarda ve diğer bağlamlarda (odalar, alanlar, çukurlar, mezarlar) nesneler bulmakla ilgilenir: böylece bu nesnelerin tarihleri ve anlamları yorumlanabilir. Bir nesnenin bağlamı bilindiği zaman o nesne artık tamamen sessiz değildir. Nesnenin taşıdığı anlama dair ipuçları bağlamı tarafından sağlanır. Örneğin buluntular mezarlarda iskeletlerin boyunları çevresinde bulunur ve kolye olarak yorumlanır. Yerleşim yeri olmayan ancak gösterişli bağlamlarda bulunan nesneler dini törenlerle ilgili olarak nitelendirilir. Biz, nesnelerin bağlam içinde dahi kültürel anlamlarını bizlere aktardığını iddia edemeyiz. Diğer taraftan da tam olarak sessiz olduklarını söyleyemeyiz. Nesnelerin anlamlarının yorumlanması, nihayetinde bağlamların yorumlanması ile sınırlıdır.”  

24 Nisan 2012

Dilin Resmi, Resmin Dili


Panorama Müzesi'ne giden yol
Geçtiğimiz yıl nisan ayının başında, Wendy Shaw'un Osmanlı Bankası Müzesi'nin etkinlikleri çerçevesinde yıllar önce yaptığı "Neden Müze? Topum ve Modernliğin Terbiyecisi" başlıklı konuşmasından alıntılar yaparak bir kayıt girmiştim. Hafta sonu yaptığımız kısa seyahat sırasında, isteyerek maruz kaldığımız müze ziyaretleriyle, hem bu kaydı hem de müzelerin iktidarla ilişkili ve son derece ideolojik tarafını tekrar hatırladım:  
"...müze, bilgiyle davranış arasında aracılık eden okul, hapishane ve hastane gibi modern kamu kurumlarına dahildir. Bu kurumlardaki gibi müzede de kişi, nereye kadar gidebileceğini öğrenir; ne zaman, nasıl ve neden içeriye girebileceğini ve ne kadar derine nüfuz edebileceğini yöneten kuralları, tıpkı kayıt olmuş, ücretini ödemiş bir öğrencinin sınıflara girebileceğini ama bürolara giremeyeceğini bildiği gibi, bir ziyaretçi de tıpkı sınıftaki öğrenci gibi yalnızca öğrenmekle sorumlu olmanın rahatlığıyla müzede hazır bulunur.”
Bu kayıtta bahsi geçen iki müze de Gaziantep’te. Biri dünyanın en büyük mozaik müzesi Zeugma, diğeri Gaziantep Kalesi’nin içine kurulan Gaziantep Kahramanlık Panaroma Müzesi. Yönlendirmeleri ya da düzenlenme anlayışlarının ötesinde, hem çağırdıkları şiddet hem de kullandıkları çağrışımlı dille, ortak noktaları olduğunu düşündüm. Zeugma’yı, suya uygulanan şiddeti çağırmadan, öfkelenmeden görmek mümkün değil. Üstelik gömenler, kurtarıcı olarak alkışlanırken! Yolu üzerine, namlusu ziyaretçilere dönük asker heykelleri yerleştirilen Panaroma Müzesi’nin şiddeti daha görünür. Görünmeyen iktidar ise, her ikisinin de içeriğinde gizli. Biri "dil"i resmederken, diğeri resmi "dillendiriyor."
Dokurcum Değrimeni olayı
Dokurcum Değirmeni olayı ve Şahin Bey’in savunmaları: Kanlı Dokurcum Değirmeni’nin hikâyesi Elmalı Köyü’ndeki savunma ile başlamıştır. Şahin Bey, Fransız askerlerinin Antep’e girişini engellemek için şehir ve köylerden oluşturduğu çetelerle birlikte Kilis yoluna karargâh kurmuştur. Kertil, Bostancı ve Elmalı sırtlarında düşmanla çatışan Şahin Bey ve çetelerinin erzak ihtiyacını karşılamak için Heyet-i Merkeziye’nin duyurusu üzerine 14-15 yaşlarındaki 14 çocuk, 27 Mart 1920 günü Elmalı sırtlarına hayvanlarla erzak getirmişler ve geceyi geçirmek için Dokurcum Değirmeni’ne sığınmışlardır. 28 Mart sabahı savaş başlamıştır. Savaşın başlamasıyla değirmende sıkışıp kalan çocuklar Şahin Bey’e erzak teslim edememişlerdir.  
Aktaros ve Euprosyne
Günlerdir süren çatışmalarda yorgun düşen Şahin Bey ve çeteleri, cephane ve erzaklarının da tükenmesiyle daha fazla direnememiş, Şahin Bey şehit olmuştur. Dokurcum Değirmeni’nde sıkışıp kalan 14 çocuk kapıyı kapatıp arkasına dayanaklar koyarak beklemeye başlamışlardır. Değirmene sığınan çocukları gören Fransızlar kapıyı zorlayıp içeri girmiş, silahsız 14 çocuğu dışarı çıkarıp ellerini bağlamış ve kurşuna dizerek öldürmüş, cansız bedenlerini süngüleyerek katletmişlerdir.
Aktaros ve Euprosyne Mozaiği: Mozaikte, adı “yönetici-aktarıcı” anlamlarına gelen Aktaros ile “neşe ve sevinç veren” anlamına gelen su perisi Euprosyne görülmektedir. Kompozisyonda, Aktaros’un ilahi kaynaktan alınan altın krater içindeki kutsal şarabı, bereket boynuzu ile Euprosyne’ye sunması tasvir edilmektedir. 
Metiokhos ve Parthenope
Sağ tarafta Euprosne, bir ağacın altında uzanır vaziyette resmedilmiştir. İçkinin verdiği rahatlık, her iki figürün duruşlarında ve yüz ifadelerinde sezilir. Kompozisyonun sol tarafında çan kraterin, figürlere oranla büyük ve onların üzerinde resmedilmesi, önem noktasını bu kutlamaya ve şaraba çekmekle birlikte kutsallığına da çağrışım yapmaktadır.
Metiokhos ve Parthenope Mozaiği: Mitolojiye göre Parthenope Samos Kralı Polykrates’in kız kardeşidir. Aile ocağının kutsallığın temsil eden Heraion’da bakire kalmaya yemin etmiştir. Metiokhos kralın sarayına davet edilir ve yemekte Parthenope ile karşılaşır. Parthenope Metiokhos’a vurulur ancak ettiği bekaret yeminini bozmamak için saçlarını kesip sürgüne gitmeyi seçer. Bu mozaikte iki figürü, iç mekanda bir kanepenin üzerinde otururken görmekteyiz. Metiokhos’un yüzü, aşık olduğu Parthenope’ye yönelmişken, Parthenope’nin imkansız gördüğü bu aşk nedeniyle bakışlarını belirsiz bir alana doğru yönelttiği dikkat çeker.  

25 Mart 2012

Ölü Anne


Bu kayıtta bir daire çizmeye çalışacağım. Başladığımız ve bitirdiğimiz yer, hem bir sonucu hem de sebebi oluşturacak. Hatta sebep ve sonuç birbirine karışacak. Bu da bana, yine, şimdilerde gebelikle hareketlenen bu alanda, bir kadının/insanın iç dünyasını anlamanın ne kadar önemli olduğunu hatırlatacak.   
Bir kadının gebeliğe ilişkin psikolojik tepkisinin, özellikle bebeğe karşı şüphe ve karışık duygularının, bilinç düzeyinde normalleştirilmiş pek çok bilinçdışı tepkiye sebep olabildiği (bulantı, kusma) daha önceki kayıtlarda yer almıştı. Bu bir nevi oral kürtaj ile isteğe bağlı olarak gebeliği sonlandırma (kürtaj) arasında, “farkındasızlık” sanki ortak bir nokta oluşturmakta. Zira bebekle birlikte kürtaj edilen, öyle ki sembolik olarak kadının bebekle eşitlediği ve “içinde” istemediği, yani iç dünyasında reddettiği bir parça. Nitekim hiç hesapta olmayan ya da olsa da “hesaplanmayan” gebeliğe dair çatışmalar ya da bir çocuğu destekleyecek çok az kaynağa sahip olma fikri, gebeliği sona erdirecek pek çok zihinsel süreci bir araya getirebiliyor. Ben bugün, bu az kaynağın izinden gitmek istiyorum ve Donald Winnicott’un, bence bu kaynağın neden az olduğunu anlamamıza yardım eden tanımını paylaşıyorum:
Gül Ilgaz,  I am guilty of... 2002
Yeterince İyi Anne: Winnicott çalışmalarında, çocuğun gelişiminde annenin varlığına ve duyarlılığına önem verir. Onun 'bebek yoktur' sözü anne olmadan küçük çocuğun olmayacağı anlamına gelmektedir. Yeterince iyi anne çocuğunun hareketlerini yanıtlayan, ona geçici de olsa tümgüçlülük yanılsaması veren ve böylece bu mutlak bağımlılık döneminde benliği tehdit eden ilkel kaygılardan koruyan varsanının olaşmasına olanak sağlayan annedir. Anne çocuğu büyüdükçe onun karşılaştığı güçlüklerin dozunu ayarlayacak ve onların çocuk için katlanılabilir olmasını sağlayacaktır. Böylece çocuk ben ve ben olmayan ayrımını yapabilecek ve tümgüçlülük yanılsamasına son verilecektir. Ancak burada yeterince iyi sözcüğünün ahlaki bir niteleme, bir yargılama anlamı taşımadığını belirtmek gerekir. Winnicott yeterince iyi olmayan annelerin bunu kendi birincil ilişkilerindeki başarısızlık nedeniyle yapamadıklarının altını çizer.”
Peki, bu birincil ilişkilerdeki başarısızlığın “kaynağı” ne? Bu soruya, bence cevap olabilecek tanımlardan bir diğerini, yukarıda olduğu gibi, Psikanaliz Yazıları’nın 14. sayısında, Talat Parman’ın “Annelik Üzerine Bir Psikanalitik Sözlük Demesi”nden alıntılayalım:  
Ölü Anne: Aktarım dolayısıyla keşfedilen ve anımsanmayan bir çocukluk çağı depresyonunun bir aktarım depresyonu olarak yinelenmesiyle ortaya çıkan bir olgudur. Bu depresyonun en önemli özelliği çocuğun depresyona annenin varlığı sırasında girmiş olması ancak annenin de yas içinde olmasıdır. Annenin depresyonda olmasının birçok nedeni olabilir ama önemli olan bunun anne tarafından itiraf edilmemiş olmasıdır. Çocuk annesinin kendisine olan ilgisini aniden kesişini anlamlandıramaz ve ruhsal yaşamı altüst olur. Onun ilgisini çaresizce yeniden kendi üstüne çekmeye çalışır. Bunu başaramadığında annesel nesneye yatırımını azaltır ve ölü anneye bilinçdışı bir özdeşleşme gerçekleştirir. Saldırgan dışavurumlar anneyi hepten yitirme kaygısıyla engellenir ve sonuçta nesnenin ruhsal ölümü bir nefret duygusu yaratmadan gerçekleşir. Ortaya çıkan bu sessiz yıkıcılık durumu, ruhsal çatışmayı çözebilecek bir nesne ilişkisinin kurulabilmesini de engeller. Nefret etmek gibi sevmek de olanaksızdır. Ötekine hiç borçlu kalmamak için hemen geri vermek zorunluluğu duyulur ve bu zorunluluk olmadan almak olanaksız hali gelir. Birincil nesnenin akıbeti benliğe çerçeveleyici bir yapı sağlamaktadır. Oysa ölü anne karmaşası, bu sürecin başarısızlığının bir kanıtıdır.”
Kıssadan hisse: Ölü anneler ölü çocuklar doğurur ve anneler, ancak ölü olduklarının farkına varırlarsa çocukları yaşar!

19 Mart 2012

Kibele


Feminist arkeoloji perspektifinden bakıldığında her ne kadar söz konusu tarihsel figürün (Kibele) cinsiyeti tartışmalı görünse de, tıpkı sanatçı Canan’ın kendi gebelik sürecini çalıştığı yandaki işinde olduğu gibi, bir gösteren olarak kabul edilmesinde hiçbir sakınca yok. Hatta yakın değil uzak a(t)nalarımızla kurduğumuz ilişkiyi anlamak açısından da sembolik bir önemi var. Canan, daha önce “Çeşme” isimli çalışmasıyla konuk olmuştu bloga. Bu son derece kuvvetli video enstelasyonu, ANA Öğün isimli kaydı görsel olarak tamamlamıştı. Bugün ise, gebelik ve annelik deneyimi üzerine girdiğim son kayıtlarla yan yana geldiğinde anlamlı olan “Kibele” isimli işiyle…
Şöyle diyor: “Ana tanrıça analığın tam bir temsilcisidir uygarlık tarihinde. Bereketi, bolluğu ve gücü simgeler. Bedenimdeki bu değişiklikler ister istemez bu benzerliği keşfetmemi sağladı. Ben de bu görüntüyü çalışmama yansıtmayı bir fırsat olarak düşündüm.”
Benim bu uyaranla keşfettiğim ise, daha önceki kayıtlarda ifade edildiği gibi, gebelikle birlikte tekrar hatırlananlar, bilinçdışı çağrışımlar, çatışmalar, tetiklenen iç dünyalar. Bu deneyimin her aşaması, daha önce fiziksel ve zihinsel olarak yaşanmış pek çok “eski” duruma gönderme yapıyor. Sadece tek başına büyüyen memeler bile, ergenlik döneminde sıkıntılı bedensel ve psikolojik değişimi yeniden çağırıyor. İşte bu fiziksel değişimlerin, görsel olarak da burada çağırdığı bir öncekiyle (anne olacak olanın annesiyle) ruhsal ilişkisini anlamlandırabilmek için vesile kabul edip, Psikanaliz Yazıları’nın 14. sayısında Elda Abrevaya’nın “Annelik ve Kadınsılık” isimli makalesinden bir paragrafı paylaşmak istedim:       
"Her ne kadar annelik deneyimi bir kadının ruhsallığında ve cinselliğinde köklü dönüşümlere yol açsa da, nihai bir evreye denk gelmez. Asıl menopozu kadının ruhsal gelişimindeki en son aşama olarak nitelendirebiliriz. Bu dönem, daha evvel aşılan cinsiyetler arası farklılık, ergenlik, cinsel birleşme anlarında olduğu gibi, bir krize karşılık gelir. Krizlerde fazlasıyla uyarımlara maruz kalan benlik, savunmalarını devreye sokamadığı için, acil olarak benliğin yeniden örgütlenmesini zorunlu kılar. Menopoz sınavını aşabilmek bir kadına gerçek anlamda bedenini annesininkinden kurtarabilme olanağı verir. Kadın o zaman belki tam anlamıyla kadınsı cinsel hazza, kendisinde gömülü olan annenin rahminden kurtulan bir vajinaya ilişkin cinsel hazza erişebilir. Bir kadının cinsel gelişiminin en ileri düzeyine böylesine “geç” varabilmesi de şaşırtıcıdır. Florence Guignard bir kadının anneliği sayesinde, kendi rahmini annesininkinden ayrıştırabildiğini belirtir. Gebeliğe değin, kadında bilinçdışı düzeyde annenin rahmine geri dönmeye ilişkin füzyonel bir arzu söz konusu olduğu ölçüde, annenin rahmine olan bilinçdışı yatırım yoğun ve çiftdeğerlidir. Ancak annelikle birlikte kadın kendi rahmine sahip çıkabilir. Oysa Jacqueline Schaeffer, kadının kendi vajinasının annenin rahminden kurtarabilmesini daha da geç bir evreye, yani menopoza iter. Bedensel düzeyde yaşanılan annelik deneyimi, bir kadını kaçınılmaz olarak kendi annesine bağlar. Kendi çocukluğuna ilişkin anne imagosu yeniden canlanır. Bu bağlamda kadının menopozla birlikte artık çocuk sahibi olamaması, onu anneye bağlandığı imgesel zincirden kopma olanağı taşır." 
Daha önce Menopoz başlıklı kayıtta kadınlığın yitimi olarak tanımlanan bu fiziksel değişim, burada başka türlü bir kazanıma işaret ediyor. Birbirinden farklı gibi görünen bu iki durum, aslında bakılan yere göre değişmiyor. Her ikisini de içinde barındırıyor.  

12 Mart 2012

Kusma


“Günün herhangi bir zamanı ama sıklıkla sabah bulantıları, her gebe kadın için olağan sayılan gerçeklerden biridir. Ancak mutlaka yaşanacak demek değildir. Araştırmalar, gebe kadınların yaklaşık yarısında sabahları bulantı ve kusmaların görüldüğünü ortaya koymaktadır.
…Sabah bulantılarının en iyi yanı, tıpkı diğer gebelik belirtilerinde olduğu gibi hormonlarınızın görevlerini yaptığının bir göstergesi olmasıdır. Sabah bulantılarına neden olan şey nedir? Bunun yanıtı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak bu konuda çok sayıda varsayım bulunmaktadır. Bulantı ve kusma merkezlerinin beyinde olduğu bilinmektedir. Beyindeki bu merkezin gebelik döneminde neden aşırı uyarıldığına ilişkin çok sayıda bedensel neden ortaya atılmıştır. Gebeliğin ilk üç ayı içerisinde kanda gebelik hormonu olan hCG’nin yüksek düzeyde bulunması, rahim kaslarının hızlı biçimde gerilmesi, sindirim sistemindeki kas dokularının gevşemesi, midede aşırı asit salınımı ve kokulara karşı duyarlılık artışı ileri sürülen tahmini nedenlerin bir bölümüdür.”  
Yukarıdaki paragrafı, kadınlar için en az sabah bulantıları kadar olağan sayılan bir diğer durumu, hamileliğin/doğumun otomatik olarak keyif ve neşe oluşturduğu kabulünü anlamak için koydum. Zira yaşam döngüsü içinde stresli ve endişe üreten dönemlerden biri olan bu süreç, hayatın en mutlu zamanı olması gerektiğine inandırılıyor. Bu “en mutlu anlar” psikolojik sıkıntıların sebep olduğu fiziksel semptomları sıradanlaştırıyor. Ben de bugün, kusma ve çocuk sahibi olma arzusu arasında ilişki kuran çok eski bir çalışmayı paylaşmak istedim. Psikanalitik temelli bu araştırma, dikkatimizi semptomun anlamına çevirmemiz için bir başlangıç olabilir. Nitekim makale, daha önce bu konuda yapılan araştırmaların eksikliği (örneklemin belirsizliği, gözlemcinin müdahalesi) ve tanımlamaların yetersizliğini (anneliğin reddi ya da çocuğa karşı karışık duygular besleme) belirterek başlıyor. Hafif ya da şiddetli, kusma, kadınların ruhsal durumlarının bir yansıması olarak değerlendiriliyor. Sembolik olarak çocuğu reddetme, hatta oral bir kürtaj denemesi. Daha yakın tarihli çalışmalar, kusmaya sebep olan motivasyonu çocuğu reddetme olarak değil de, istemek ve istememek arasında bir duygu durumu olarak tanımlıyor.
Araştırma, 18-38 yaş aralığında 100 kadın üzerinde gerçekleştirilmiş. Kadınların sözel olarak ifade ettikleri bilinçli düşünceleri ile sınırlandırılmasına rağmen, bir çocuğa sahip olma konusunda karışık duygular yaşayan kadınlarla kusma eylemi arasında bir korelasyon kurulabilmiş. İlgili linkten ulaşabileceğiniz sayısal sonuçları, meseleyi anlayabilmek için gerekli olmadığı için paylaşmıyorum. Çünkü yazıda ifade edildiği gibi sonuçlar, konuya aşina klinik çalışanlar tarafından doğrudan benimseneceği gibi, analitik çalışmayan kimi psikologlar için de kesin bir istatistiki veri sunmanın uzağında olarak yorumlanacaktır.
Kadının çocuğuna karşı yaklaşımı, kusma eylemi için bir faktör oluşturuyor. Ama sonuçlar gösteriyor ki, bu eylemi tetikleyen etmen reddetme olarak tanımlanmıyor. Bu daha çok, çocuğu istemek ve istememek arasındaki eğilimlerin çatışmasıyla ortaya çıkıyor. Kusma, birbiriyle karşı karşıya gelen iki ayrı duygunun bir göstergesi oluyor. Belki bu çatışmalı alan başka pek çok şekilde kendini ortaya koysa da, kusmak bu dışavurumun en popüler formunu oluşturuyor. Nihayetinde sayısal verilerle anlaşılmaya çalışılan bu ilişkinin, analitik teoriyi destekleyip desteklemediği tartışılabilir. Kelimelerle belirlenen, kişi tarafından yönlendirilen analitik çalışmanın da niyeti, bir sebep üretebilmektir. Bulunanlar, geçerli bir açıklamaya doğru ilk adım olarak kullanılır. Her kusan kadının çocuğunu istemediği gibi bir sonuca varmak nasıl zorsa, bu semptomu sıradanlaştırmak, üzerine hiç düşünmemek de, sürecin başında ya da sonrasında hissedilenleri görmezden gelmektir. Her kadının fiziksel ve ruhsal durumuna göre şiddeti değişen bulantı, yine son derece kişisel bir reçeteyle bastırılabilir. Ya da hafif bulantı her zaman  iyidir! 

1 Mart 2012

Annelik


Bir önceki kayıtta Joan Raphael-Leff, “Pregnancy: The Inside Story” isimli kitabından yaptığım alıntıda şöyle diyordu: “Hamilelik sürecinde, biri diğerinin içinde, iki beden vardır. Tek bir deri altında yaşayan iki kişi! Öyle ki bu birliktelik, hamile kadına, kendi annesinin karnında geçirdiği süreyi de çağrıştırır.”
Bu ifadeler, Psikanaliz Yazıları’nın annelikle ilgili makalelerin bir araya getirildiği 14. sayısında okuduğum Elda Abrevaya’nın yazısıyla üst üste geldi: “Gebeliği sırasında kendi karnında taşıdığı çocuk sayesinde, çocukluğunun yitirilmiş ve temsili olmayan annesiyle ve bir zamanlar bebek olan kendisi arasındaki ilişki yeniden kurulmuş olur. Yani gebeliği sayesinde hem annesiyle hem de o ilişkideki çocukla, yani kendisiyle özdeşleşir. Bu da bu döneme ait arkaik kaygıların ortaya çıkmasına yol açabilir. Karında taşınan ve dolayısıyla görünmeyen nesne, sevilebilir olduğu kadar korkutucu, tekinsiz de olabilir. Çocukken annenin karnında hayal ettiği nesnelere ilişkin derin kaygılar yeniden canlanabilir.”
Hamilelik sürecinin bilinçdışı serüveni içinde, tetiklenen durumlardan sadece biri olabilecek bu durum, yakın zamanda izlediğim “We Need To Talk About Kevin” isimli filmin bence en anlamlı afişiyle, filme dair bir eksikliği hatırlattığı için yan yana geliyor. Filmde, doğrudan bir okumayla bir “canavar” doğuran Tilda Swinton, bir türlü sevemeyen ve sevilmeyen anne rolüyle, hissettiği suçluluk duygusunu aktarıyor. Anne oğlun şiddeti giderek artan ilişkileri, annenin zihninde belki de hiç başlamıyor/başlayamıyor. Film, kurulamayan bu bağdan hareket etse de, annenin bebeği neden içselleştiremediğine odaklanmıyor. Bir açıklama girişimi olarak değil, tüm bu yazılı ve görsel materyali birbirine bağlamak için, aynı sayının Vehbi Keser’e ait olan bölümünden bir alıntıyla noktalıyorum:  
“Yeniden bilinçdışının gündeme getirdikleriyle, gebelik ve anne olma süreci, zaman zaman ciddi sıkıntı ve korkulara da kaynaklık eder. Bu korkunun en yaygın olanlarından biri, bir ‘canavar’  ya da bir 'yaratık' dünyaya getirme korkusudur. Bu korku bir takım fiziksel terimlerle de açıklanarak rasyonalize edilebilir elbet. Ama asıl korkulan, bir canavar dünyaya getirmektir. ‘Yaratık bebek’ bir günahın bedeli gibi algılanır ya da değerlendirilir. Büyük bir yasak çiğnenmiş gibidir: Ensest yasağı. Barbara Almond yaratık bebek dünyaya getirme korkusunun iki temel ruhsal belirleyicisi olduğunu belirtir. Bunlardan biri ensest bebeğidir. O bir imkânsız bebektir. İllegal bir cinsel birleşmenin sakınılan bir sonucudur. Bu da bizi bebeğin babasını düşünmeye iter. Bebeğin gerçek babasının ya da biyolojik babasının ensestle gerçekte hiçbir ilişkisi olmayabilir. Ama burada asıl önemli olan annenin ruhsallığında, onun bilinçdışında bebeğin babasının kim olduğudur. Yani bir bebeğin biyolojik babasıyla, annenin ruhsallığındaki babası  aynı olmayabilir. Annenin bilinçdışı ruhsal dünyasında bu baba kendi babası da olabilir elbet. Dolayısıyla korkunun nedenleri ödipal arzulara uzanır.
Almond, korkunun nedenlerinden bir diğerini annesel saldırganlığın yansımaları olarak değerlendirir. Korku annenin içindeki bir canavarın yansımasıdır. Aslında bir tür yansıtma tanımlamasına karşın Almond, yansıma terimini kullanmayı tercih etmiştir. Kavram olarak annesel saldırganlığın bulaşıcılığı olarak da tanımlamıştır bunu. Annenin saldırganlığı bebeğe geçirilir ya da devredilir. Almond, bir annenin ağzından bunu şu şekilde ifadeleştirir: ‘İğrencim ve nefret doluyum, çocuğum nefret dolu ve iğrenç bir canavar, hatta belki de benim cellâdım. Onu sevemeyeceğim ya da o beni sevmeyecek ve bu onu daha da canavar ve korkunç yapacak.’
Korkunun farklı uyarlamalarında çocuk, şeytan olarak da tasarlanır. Almond, bebeğin kendiliğin yıkıcı parçalarını temsil edebileceğini, doğumun nefret edilen kardeşlerin yeniden doğumu gibi yaşantılanabileceğini, anne ile tamamlanmamış bir ayrılma ya da patolojik bir özdeşleşmeyle bağlantılı olarak nefret edilen ebeveynlerin yerine geçebileceğini de ekler. Bu noktada anne adayının kendi annesiyle olan ilişkisinde yani önceki kuşak anne-kız ilişkisinde ciddi bir bozukluk ya da rahatsızlığın olduğuna vurgu yapar. Ona göre sağlıklı ve karşılayıcı annelik modelinde bir eksiklik olmuştur ve özdeşleşme çatışmalı ve sevemeyen anneyle biçim bulmuştur.”