30 Kasım 2011

Baktığın ölüyor, baktığın ölüyor!

Edie Falco'nun bu kayıtla, 
benim ona duyduğum hayranlığın ötesinde, 
bir dönem kanser hastası olduğu için doğrudan, 
Nurse Jackie'deki  rolüyle de sembolik bir ilişkisi var.
Boğaziçi Üniversitesi’nden Öncel Naldemirci’nin, bu alanda yapılan az sayıdaki çalışmadan biri olarak, İstanbul’da bir devlet hastanesinin onkoloji bölümünde gerçekleştirdiği etnografik araştırması, “hemşirelerin özel bakım ilişkilerinde nasıl hareket ettiğini, duygularını nasıl yönlendirdiklerini, meslek olarak bakım ve aile bakımı arasında kolektif ve yaratıcı bir alanın nasıl açıldığını araştırıyor.” Care and Emotions: Gendering the experience of nurses in an oncology department (Bakım ve Duygular: Bir onkoloji bölümündeki hemşirelerin cinsiyetli deneyimleri) başlıklı tez çalışması, anlatılarla, “bu deneyimin hem meslek hem kişisel anlamda nasıl cinsiyetli olduğunu gösteriyor.” Bu çerçeveye ve analizlere temel teşkil eden verilerden benim yapacağım alıntılar ise, tamamiyle başka bir amaca hizmet ediyor. Bakımın ilişki ile ilintili doğasını anlamak, bir önceki kaydı takip etmek ve bu ayı, hastanenin içindeki tüm aktörlere dokunarak bitirmek gibi…
  • Aslında amaç hayat kurtarmak değil, o andaki hayat kalitesini yükseltmek. Onu, hasta farkındaysa mutlu etmek, farkında değilse bedensel huzuru sağlamak.
  • Zor bir hastalık bu, insanların aklına hemen ölecekleri geliyor. Ama o kadar da korkmamak lazım ilk safhalarsa ama insanlarda genelde ölecek miyim sorusu oluyor. Hepimiz öleceğiz halbuki.
  • Bazen ben ne yapıyorum diyorum kendime. Baktığın ölüyor, baktığın ölüyor. Boşuna gibi. Tam biraz iyi olacak diyorsun, hasta ex oluyor, o zaman gerçekten kötü hissediyorum. En azından çok acı çekmeden öldü diyorum ama yani neye yarar?
  • Duygusal olmak ayrı bir şey, profesyonel olmak ayrı bir şeydir. Her kanser hastasıyla ağlayamayız tabii ki, ama yerine göre empati kuruyoruz.
  • Ölüm çok fazla etkilemiyor beni. Nerede olursa olsun... Sadece çocuklara dayanamıyorum, o da doğum yaptıktan sonra. Büyük hastalarda, genç de olsa, çok fazla etkilemiyor.
  • Mesela yakınlarının kanser olmasından korkuyorsun, kendinin hasta olmasından korkuyorsun, sürekli ufak bir şey olsa araştırma yapmaya başlıyorsun, paranoyak gibi oluyorsun. Sonra o geçiyor. Aslında evre evre, özellikle onkoloji hemşireliği. Diğer servislerde daha farklıdır tabii. Bir dönem, acayip vicdan azabı, üzüntü yaşıyorsun. En kötüsü, hayata karşı böyle biraz umursamaz olduğun bir dönem geçiriyorsun. Dışarıdaki hayatta özellikle, üzüntülü bir şey olduğu zaman çok şey yapmıyorsun. Burada en kötüsünü görüyorsun, ölümü sürekli gördüğün için, bir akşamda 4 hasta öldüğü için, birçok önemli şey sana önemsiz gibi gelmeye başlıyor, çok önemli değilmiş gibi, böyle bir... Nasıl diyim? Acayip bir ruh haline giriyorsun. Çok fazla dertlenmemeye falan başlıyorsun ama sonra geçiyor, bütün bunların geçtiğine inanıyorum. Kendim için değerlendirirsem, arkadaşlarımdan da dinlediğim böyle gerçi, bir süre sonra normale dönüyorsun belli bir yıldan sonra.
  • Bir an bir şey söylüyorsun, orada hasta varmış gibi gelmiyor; arkadaşına sesleniyorsun ya da bir espri yapıyorsun, çalışırken kendini duygusal anlamda iyi hissetmek için espri yapıp bilmem ne. Zor bir ortamda çalışıyorsun rahat geçmesi için karşılıklı espri yapıyorsun ama bazen gerçekten hastalara, ben buna inanıyorum, bir şey konuşurken birden sanki o perde çekiliyor. Aslında onlar bizim ne konuştuğumuzu duyuyor çok rahat, çünkü orta yerde, her şeyi görüyor, biliyor, duyuyor. Hatta bazen çok neşeli miyiz acaba? Bildiğin için kendini kötü hissedebiliyorsun.
  • Soğukkanlı olmak zorundayızdır evet, ama sonuçta burada bir hasta vefat ederken herkes elinden geleni yapıyor, her ne kadar çaresiz olduğumuzu bilsek de ama bu hiçbir zaman bizim kayıtsız olduğumuz anlamına gelmiyor. Evet ölüm burada çok sıradan bir kavrammış gibi karşılanır ama hiçbir zaman öyle değildir. Çünkü o hasta buraya yattıktan taburcu oluncaya kadar ya da vefatına kadar sürekli onunla ilgilenen bizleriz. 

27 Kasım 2011

Onkolog

Bu kaydı da, yine kanserden yola çıkarak, serbest çağrışım yoluyla ulaştığım bir kitaptan yapacağım alıntılar oluşturacak. Çünkü şifanın tehlikeyle, ilacın zehirle örtüştüğü, iyileşmenin ölümün geciktirilmesi olarak tanımlandığı kanser hastalığını, ancak bilinç düzeyinde yapılan açıklamalardan sıyrılarak sindirebileceğimi düşünüyorum. Jan van Eys‘in, doktorların bir uzmanlık olanı olarak onkolojiyi seçme motivasyonları üzerine düşündüğü makalesini ise, bir tartışma yaratmaktan çok, bu süreci ve kendi hareket noktalarımı anlamlandırmak için paylaşıyorum.   
Kendisi de pediatrik onkolog olan Eys, Psychosocial Aspects of Radiation Therapy isimli kitapta şöyle diyor:
“Hasta ile doktor arasındaki ilişkiden, fiziksel ya da psikolojik olarak fayda sağlayacak kişi, hastadır. Bilgi, deneyim ve emeğini ortaya koyan doktorun kazancı ise elbette ekonomiktir. Fakat para, doktor için tek başına bir motivasyon olmayabilir. Hastalığın tedavi edilmesi ya da semptomların hafifletilmesi ile sona eren bu ilişkiden doktor, başarı kazanır. Doktor hastayı iyileştirmeyi başarmıştır. Ama kanser hastalarında doktorun çare bulma arayışı biraz farklı ve problemlidir. Onkolog, radyoterapist ya da kemoterapist için motivasyon, tedavi sonunda elde edecekleri başarı ile doğru orantılı değildir. Çünkü onkoloji, diğer alanların aksine, iyileştirme kavramı üzerinden hareket etmez. Hastalık tedavi edilemiyordur; böylece ‘acısız/huzurlu’ bir ölüm sağlanmaya çalışılır. Bu arzulanan hedef, doktorun hastasına olumsuz bir taraftan yaklaştığı gerçeğini değiştirmez.”
Eys, başarısızlığın kaçınılmaz olduğu bu uzmanlık dalını seçen onkologları, gerçekte neyin motive ettiğini anlamak için, 3 önermede bulunuyor:
“1. Kanser hastaları, insan acısını hafifletmek için büyük fırsattır.
2. Onkoloji, tıbbi bir meydan okumadır ve kişisel gelişim vaat eder.
3. Ölüm zaten beklenendir. Böylece hata veya başarısızlığa uğrama riski en azdır.
Elbette bunların dışında da itici güçler mevcuttur. Fakat pek çok kişi, ilk iki madenin farklı zamanlarda farklı boyutlarda izlenebildiğini görecektir. Esas soru üçüncüsünün olasılık olup olmadığıdır. Tabii ki hiç kimse saf başarısızlıkla yaşayamaz. Hepimizin bir gün öleceği gerçeği ise, bu ikilemi açıklamaya yetmez.”
Bütün onkologların kendi motivasyonlarını tekrar gözden geçirmesi gerektiğini belirten Eys’e göre, sorun bu üçüncü yaklaşımda değil. Problem edilmeye ihtiyaç duyulan, bu algılamanın onkoloğun işini ve içini rahatlatması. Zira, “başarısızlıktan sorumlu tutulmayacak olmamız, davranışlarımızla rahatsız edici bir şekilde örtüşüyor.” 

22 Kasım 2011

Sindirim/Boşaltım


Bugün, bir önceki kayıttaki fiziksel ve zihinsel “zehrin” izinden giderek, benzer sembolik ifadelerle, kanser hastaları için yemenin karşılıklarına bakmak istiyorum. 
“Kanserle savaşan ya da sebep olan yiyecek” listelerinin dışına çıkıp, ağızdan gelen bu tehdit ya da iyileşme vaadine, başka bir bakış açısı öneriyorum. Zira, sindirim sistemini çalıştıran ya da kan değerlerini yükselten besinlerin iç dünyamızdaki yansımaları, belki dış dünyada baş etmekte zorlandığımız kimi durumları hafifletebilir. 
Üstelik Jane Gretzner Goldberg’in, editörlüğünü de yaptığı “Psychotherapeutic Treatment of Cancer Patients” isimli kitapta, kanser tedavisinin bilinçdışı anlamlarını keşfe çıktığı "Medicine as Food" başlıklı makalesinin, sadece kanser hastalarıyla sınırlandırılmayacak, ufuk açıcı bir yaklaşım sunduğunu düşünüyorum:
“Geleneksel olarak doktor, hastanın en çok yardım alacağı kişi olarak tanımlanır. Onun, hastada olmayan üstün tedavi araçları ve bilgisi vardır. İyileşme umudu onun ellerindedir. Yani doktor her şeye kadirdir. Yüklendiği bu anlam, çocuğun anne ile olan ilişkisine paralellik gösterir. Çocuk için anne son derece güçlüdür. Böylece doktor/hasta ilişkisi, yapısal olarak anne/çocuk ilişkisinin yeniden kurulmasına karşılık gelir. 
Doktor, anne gibi, yaşamın kendisini yansıtır. Hastaya verdiği ilaç da, yiyeceğin sembolik bir ifadesidir. Böyle bir ilişki kurabilmek için ilacın oral yolla alınmasına da gerek yoktur. Tüm organların ağız işlevi gördüğü böyle bir durumda; ameliyat, radyoterapi, kemoterapi de ilaçtır. Anne ile güvenli bir bağın kurulduğu mutlu bir çocukluk deneyimi, hastanın tedaviye katılımını kolaylaştırırken, beslenme geçmişi öfke ve hayal kırıklıklarıyla örülmüş hasta, tedaviyi bozma eğilimi gösterecektir. Kanser tedavilerinin sık görülen etkisi, zehirli materyalin vücut tarafından tolere ya da reddedilmesidir. Bu fiziksel tepki, hastanın sindirim ve çıkarma/dışarı atmaya ilişkin çok daha önce deneyimlediği bilinçdışı duyguları tetikler.    
…Duyguların da yemek gibi besleyicisi değeri vardır; psikolojik donanımımızı yansıtır. Kişinin kendi ruhsallığını anlamlandırması ile birlikte sihirli bir şey gerçekleşir. Ben ve diğerleri ya da iyi ben ile kötü ben arasındaki sınırlar ortadan kalkar. Tıpkı vücudun fizyolojik olarak yemeğe ihtiyaç duyması gibi, ruhun da ‘beslenmesi’ gerekir. Bu bir istekten öte, ihtiyaçtır. Zaman zaman bazı hislerimize müdahale ederiz. Zira bu duygular acı verir. Kötü olarak etiketlediğimiz tüm hislerden kurtulmak isteriz. Duygusal sistemimiz de tıpkı sindirim sistemi gibi çalışır. Duygular da yiyecekler gibi sindirilmeye/boşaltılmaya ihtiyaç duyar. Sadece istemediğimiz için bu duygulardan kurtulamayız, sindirmemeyi tercih ederiz. Sindirilmeyen duygular boşaltılamaz, böylece duygusal çürüme süreci de başlar.
…Kişinin kendini iyileştirme süreci, korunmaya muhtaç pozisyonundan, hastalığa yol açan yaşam biçimi ve sürdürdüğü koşullara dair kendi rolünü algılamasıyla başlar. Bu yeni kazandığı beceri ile, kendini ‘beslemeyi’ öğrenir. Artık, bilinçli ya da bilinçdışı fantezilerinden bağımsız ve besin sağlayıcı ile ilişkisi ne olursa olsun, fiziksel olarak vücuduna neyin girdiğini kontrol eder.”
Bu sürecin ilacı da, zehri akıtmanın en iyi yolu olan kelimelerden geçiyor. Bu sebeple, Tamala Poljak'ın yukarıdaki işini, bu kayıtla örtüştüğünü düşünerek paylaşıyorum. 

17 Kasım 2011

Tümörün Kızı

Radyoterapi, kemoterapi, psikoterapi... İpterapi
Geçtiğimiz sene blog yazmaya neden başladığımı tam olarak hatırlamıyorum. Ama her kaydın zamanla kendi bilinçdışı süreçlerimi takip edebilmemi sağlayan önemli bir araca dönüştüğünü söyleyebilirim. Bu süre zarfında izleyebildiğim en belirgin detay, önceleri oldukça aceleci bir karakter taşıyan kayıtların yerini, içeriklerindeki tüm şiddete rağmen, daha sakin metinlere bırakması oldu. Elbette görsel malzemelerle birlikte tümü, her ne kadar işaret ettiği bir dış gerçeklik olsa da, daima başka bir gösteren için gösteren işlevi gördü. Uzun bir aradan sonra girdiğim bu ilk kayıt da, hem bu genel çerçevenin dışına çıkmayacak, hem de içerik olarak, Nazan Azeri’nin “Tepetaklak” ismini verdiği ev yerleştirmesinin yer aldığı en son kaydı takip etmek zorunda kalacak. Zira ev ile özdeşleştirdiğim iç dünyam, tam da bu kaydın girildiği tarihin hemen ertesinde altüst oldu. Annemin beyin ameliyatı, ardından gelen kanser teşhisi ve tedavisi boyunca, onların ifadesiyle “tümörün kızı” olarak benim, kendi duygu dağınıklığımı toparlamam şimdilik zor. Onun ne hissettiğini anlamama ise imkân yok. Zihinsel organizasyonu yeniden ve belki de olduğundan farklı düzenlemek yavaş yavaş gerçekleşecek. Bu yüzden bir başlangıç notu niteliği taşıyan bu kayıt, nasıl devam edeceğini bilmediğim sonrakiler için rehber olacak.
Bu sebeple bugün, hayatın akışı içinde, kadınların kendi iç deneyimlerini inceleyen, derleme bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Psikanaliz ve Kadın başlıklı bu kitap, Julia Kristeva’dan Nancy Chodorov’a, pek çok önemli yazarın/analistin makalelerini içeriyor. Ben bu çalışmadan, izin verildiği ölçüde ve yukarıdaki girizgâha paralel olarak, Joyce McDougal’ın meme kanseri olan bir hastanın analitik yolculuğunu aktardığı çalışmasını paylaşmak istiyorum. McDougal, klinik bulgularının öncesinde, kanser hastalarının artan sayısına ters orantılı bir biçimde, aldıkları psikolojik yardıma vurgu yapıyor. Radyoterapi, kemoterapi ve mastektomi gibi tedavilerin, bedensel bütünlüğün kaybı, kendilik karmaşası ve özellikle meme gibi temel kadınlık sembolünün yok olmasıyla cinsel kimliğe dair kaygıların, yüksek düzeyde yarattığı psikolojik strese değiniyor. Kulaklarımızın aşina olduğu bu etkilerin yanında meme kaybının, kişinin diğer kayıplarını (terk edilme, ayrılma, ölüm, yas) tetikler nitelikte bir etki yarattığını belirtiyor ki, benim ilgilendiğim ve blog aracılığı ile kayda geçmek istediğim de bu. Zira hayatı buyunca sürekli hasta olmaktan korkan Sorel Liebermann’ın, meme kanserine yakalandıktan sonra, kanserin kendisi olmadığını sadece kanser hastası olduğunu anladığı süreç, tam da bu kayıpların izinin sürüldüğü kendi çocukluk deneyimiyle anlam buluyor.
McDougal, meme kanseri hastalarıyla analitik çalışmanın, hastaların kendi anneleriyle, çoğunlukla da hasarlı ilişkilerini ortaya koyduğunu söylüyor. Kanser, bedenin içindeki ölümcül düşman olarak algılandığından, iç dünyalarında kendilerine içeriden saldıran bir anne imgesi ile çabucak ilişkilendirilebiliyor. Liebermann’ın yıllara yayılan yolculuğuyla, uzun uzadıya ayrıntılandırılan bu tespit, oldukça çarpıcı. Onun, analisti McDougal’a yazdığı aşağıdaki mektup ise, “fiziksel” olarak iyileşmelerine katkı sağlamasa da, analizin algı dünyasının kilitli kapılarını yavaş yavaş açtığının bir kanıtı:  
“Yıllar yılı hep kanserdim. Korkuma verdiğim isim buydu. Çocukken sadece korkardım. Korkarak doğdum ve hayatım boyunca bu korkunun önüne geçemedim. Neden korkuyordum? Ölümden. Ölüm her an mümkündü; çünkü onu içimde taşıyordum. Sadece bana görünen ama bütün ağırlığı ve kesinliğiyle ölümden. Hayatımın her günü ölümle savaşarak geçti. Çünkü yaşıyor olmamam gerekiyordu. 
Benim kanserim annemdi. Beni canlı canlı yiyiyor ve bütün vücudumu zehriyle ele geçiriyordu. Anneme-karserime karşı hiç bitmeyen savaş, bütün enerjimi ve yaşama isteğimi aldı. Ölümle savaşmak bu tutsaklıktan kurtulmak için bir çabaydı. 
O hiçbir zaman benimle değildi. En ihtiyacım olduğu şu zamanda bile yanımda değil. Benim büyük zehrim oldu. Korkutucu olan ama görünmeyen. Bu kanser-anneyi vücudumdan, zihnimden ve ruhumdan atmam gerekiyordu. İlk evliliğim de başka bir kanserdi. İçimdeki terör sadece karşılık buldu. Çünkü kanserden daha iyisini hak etmiyordum. Artık kanseri hak etmediğimi düşünüyorum.
Doğduğumda güçlü bir bebektim sanırım. Güçlü arzuları olan güçlü bir bebek. Öyle ki tüm bu güçlü duygular; ölümle, savaşla özdeşleştiler. Küçüklüğümden beri tüm dürtülerimi yok saymam, öldürmem gerekti. Kendimi öldürmeye o zamandan başlamıştım. Ölüm beni ele geçirmişti ve şimdiye kadar da bırakmadı. Şu an artık ölüme ihtiyacım yok. Fiziksel ve psikolojik olarak iyileşeceğime inanıyorum. Ben bir hastalık değilim, ölüm artık beni bırakabilir.”