12 Ağustos 2011

Ev=İç Dünya

Geçtiğimiz sonbaharda, Casa Dell’Arte’da fotoğrafladığım, 
Nazan Azeri’nin kaldırılıp düzeltilmeyi beklercesine 
“Tepetaklak” olmuş ev yerleştirmesi… 
"Kutsal Yürek filmini, standart bir ‘lanetli ev’ anlatısından kurtaran en kayda değer vurgu, ötekinin zulmünden güç alan korku filmlerinden farklı olarak, ‘ev’ olgusunu Irene’nin dışında bir öteki olarak değil, tersine Irene’nin kendisine dönüştüren bir dramatik anlatımı tercih etmiş olmasıdır. Böylelikle ev, Irene’ye ait bilinçdışı bir coğrafyanın topografik uzantısı olarak anlamını kazanır.”   
Bu ifadeler, bloga daha önce “Alfabetik Düşler” isimli kısa filminden kareler ve röportajlarından alıntılarla konuk olan Tan Tolga Demirci’ye ait. Psikeart’ın son sayısında “Irene neden çıldırdı?” başlıklı yazısıyla, Ferzan Özpetek’in Kutsal Yürek filmini değerlendiren Demirci, bloga atfettiğim anlama karşılık gelen aşağıdaki satırlarla, hem içerik olarak benzer başka bir metinle ilişki kurmama, hem de “ev”e dair çağrışımlarımı zenginleştirmeme yardım ediyor:
“Anlamlandırma, ancak simgesel-gündelik gerçekliği terk ederek, imgesel-içsel bir algı düzeyine adım atıldığında mümkün olabilir. Tüm gerçekliklerin iç içe geçtiği, zaman ve mekân sürekliliğinin ortadan kalktığı, fiziki nesnelerin yerini suretlerin aldığı, simgelerin işaretlere dönüştüğü ve nihayetinde görüntülerin görünümlerle yer değiştirdiği bir evren, tüm kodları çüzünür, görülür ve duyulur hale getirebilir.”  
Böyle bir evren içinde, "ev"ini yeniden inşa etmeye çalışan biri olarak ben, “Yeni Türk Sinemasının Hayalet Evleri” başlıklı kitabıyla, bu filmlerin günümüz Türkiyesi'nde "ev"le ilişkimizi gözden geçirmek anlamında yeni görme ve düşünme biçimleri önerebileceğini düşünen Asuman Suner'e kulak verelim istiyorum: 
"Geçtiğimiz on yılda yapılan Türk filmlerinin birçoğu bizi ‘ev’e geri götürüyor, ‘ev’le ilişkimizi yeniden düşünmeye zorluyor. Ev farklı görünümlerde çıkıyor karşımıza bu filmlerde. Kimi zaman bizi geçmişle, geçmişteki travmatik yaşantılarla uzlaşmaya, barışmaya yönelten, geçmişe dair rahatsız edici görüntüleri yumuşatan, zedelenmiş benlik duygumuzu onaran, bizi masumiyet haresiyle kuşatan bir hayal olarak beliriyor... Kimi zamansa, ne yaparsak yapalım bizi aidiyetin çıkmazlarına çeken, uzlaşmaz, tekinsiz, bozguncu bir oyun alanına dönüşüyor, aynı anda sığınağımız ve hapishanemiz olan... Daha da fazlası var bazen: Ev bir cehennem, bir cendere, nereye gitsek yakamızı bırakmayan bir lanet olarak çıkıyor karşımıza... Her zaman dışıyla, dışarıda bıraktıklarıyla, içine almadıklarıyla birlikte var oluyor ev. Bazen kör bir delik, bir boşluk görüyoruz yalnızca, evimiz başkalarının evsizliği, yurdumuz başkalarının yurtsuzluğu olduğunda... Her ne şekilde görünürse görünsün, hiçbir zaman yalnızca kendisi değil ev. Daima sızıntıları var evlerin... Başka görüntüler, başka sesler, başka yaşantıların izleri sızıyor evin her yanından. Slavoj Zizek'in ifadesini uyarlayarak söylersek, ‘Hayaleti olmayan ev yok’!
Yeni Türk sinemasının ‘ev’ ve ‘aidiyet’ karşısındaki tavrı konusunda bir genelleme yapacak olursak, bu tavrı en iyi tanımlayacak ifade muhtemelen ‘eleştirel içli dışlılık’tır. Yeni Türk filmleri ‘aidiyet’ meselesini yalnızca konu edinmez, bu meseleye nesnel, mesafeli, dışarıdan bir gözle bakmaz. ‘Ev’, bu filmlerde vücut bulur; filmler evlerin içine girer, içlerinden konuşur. Belki tam da bu nedenle son derece sahici, samimi, dokunaklıdır bu filmler. Belleğimizde, benliğimizde bir şeyleri harekete geçirir, bize dokunurlar. Ancak evin aşinalığı, yakınlığı daima şu veya bu şekilde, bazen metnin kendisine rağmen işleyen, açık ya da örtük bir farkındalıkla bir arada var olur. Farkındalık, evin imkânsızlığını açık eder her keresinde, evin aşinalığını kıran bir yadırgatıcılık, ‘kendi evimizi ev olarak hissetme’ duygusuna ilişkin bir huzursuzluk üretir. Ancak evin imkânsızlığını keşfetmek mutlaka olumsuz bir son nokta, bir kapanış anı olmayabilir. Hatta bazen bu keşfin kendisi bir yolculuk başlangıcı olabilecektir – yeni imkânlara, tasavvurlara, hayallere açılabilecektir.”  

7 Ağustos 2011

Tekeşlilik

Bu kaydı, içeriğini hiç merak etmediğim ama başlık düzeyinde haberdar olduğum, geçtiğimiz haftanın popüler ‘tartışması’ tekeşlilik-çokeşlilik üzerine giriyorum. Her zaman olduğu gibi kendi çağrışımlarımın izinden giderek karşılaştığım ama henüz okumadığım bir kitaptan, Metis Yayınevi’nin izin verdiği ölçüde alıntılar yaparak, başka bir perspektif öneriyorum. 
Adam Phillips’in çokeşliliği değil, bir nevi ahlaki bağlantı noktası ve takıntılarımızı gözetleyebileceğimiz bir anahtar deliği olarak tanımladığı tekeşliliği veri alarak, “biz”i irdeleyen aforizmalarını paylaşmak istiyorum. Tıpkı bir önceki kayıtta olduğu gibi, birbirinin karşıtı gibi duran bu iki kavramı, alışılmış argümanların dışına taşan bir tartışma için iyi bir başlangıç kabul ediyorum. Çünkü tekeşlilik hakkında konuşmak, önemli olabilecek hemen hemen her şey hakkında konuşmak demek:
  • “Dürüstlük, cinayet, şefkat, güvenlik, tercih, intikam, arzu, bağlılık, yalan, risk, görev, çocuklar, heyecan, suçlama, aşk, vaat, ilgi, merak, kıskançlık, hukuk, suç, vecd, ahlak, ceza, para, güven, haset, huzur, yalnızlık, ev, aşağılanma, saygı, uzlaşma, kurallar, süreklilik, gizlilik, şans, anlayış, ihanet, mahremiyet, teselli, özgürlük, görünüş, intihar ve tabii ki aile… Tekeşlilik başka birçok şeyin yanı sıra tüm bunlarla ilgilidir!
  • Herkes tekeşliliğe inanmaz, ama herkes inanıyormuş gibi yaşar. Herkes bağlılık ya da sadakat tehlikeye girdiğinde yalan söylediğinin ya da gerçeği söylemek istediğinin farkındadır. Herkes kendini ihanet ediyormuş ya da ihanete uğruyormuş gibi hisseder. Herkes kıskanır ya da kendini suçlu hisseder.
  • Bir oyunun kurallarını bir kere öğrenince, artık kendi performansımızı düşünmeye başlayabiliriz; oyunun kendisiyle ilgili bir kaygı duymamıza gerek kalmaz. Bazı şeyleri veri olarak alırız ki, geri kalanları da başka bir şey olarak alabilelim. Tekeşliliği veri aldığımız, onu kural kabul ettiğimiz için böylesine bir sorundur sadakatsizlik. Belki de sadakatsizliği veri almalıyız, onu taciz olmadan, rahatlıkla varsaymalıyız. O zaman tekeşlilik hakkında düşünebiliriz artık.
  • Tıpkı tekeşliler gibi kendilerini daha iyi bir hayata gönülden adamış olan çokeşliler de birer idealisttir. İkisini de umut altüst eder, teminattan dehşete kapılırlar, kendi zevklerine hayrandırlar. Onları birbirinin karşısına dikmekte acele etmeyelim.
  • Çift olmak bir gösteri sanatıdır. Ama insanlar birlikte ne yapacaklarını nasıl öğrenirler? Sürekli bir arada, birbirlerinin utancının bekçisi olarak rollerini nasıl oynarlar? Güzel görünen çiftlerin güven, hatta ilham verici olabilecekleri yer burasıdır işte. Kendilerinin başına da sık sık geldiği gibi, biz de onların güzellikleri tarafından pusuya düşürülürüz, kısacık bir süre için de olsa, onlarla suç ortaklığı yapar, onlar gibi utanmaz oluruz. Saklayacak hiçbir şeyimiz olmaz. Güzel görünüş, depresyona karşı en iyi kültürel ilacımızdır. Gösterinin devam etmesini sağlar.
  • Kendimizin belirli versiyonlarını başka insanların zihinlerinde tutmak için çok uğraşırız; tabii ki daha az çekici olan bazı versiyonlarımızın başkalarının zihnine girmemesi için de. Ama gene de karşılaştığımız herkes, biz beğenelim beğenmeyelim, bizi icat eder. Yanlış tanıtılmak, kabul edemediğimiz bir versiyonumuzun –bir icadın– bize sunulmasından başka bir şey değildir. Ancak, başkalarının bizi kendilerince icat etmesi, bu kadar çok farklı görünümümüzün olması, gözümüzü korkutur. Deli gibi bu sayıyı azaltmaya, aslında kim olduğumuzun hikâyesini dolaşımda tutmaya çalışırız. Bu bizi, belki de her şeyden daha fazla, özel bir tek eşin kollarına atar. Tekeşlilik kendimizin versiyonlarının sayısını minimumda tumanın yollarından biridir. Ve tabii kendimizi bazı versiyonların diğerlerinden daha hakiki olduğuna, bazılarının gerçekten özel olduğuna inandırmanın yolu.
  • Sadakatsizlik etmenin en güç olduğu kişiler, insanın anne-babasıdır. Tekeşliliği, yani başka bir çift bulma yeteneğimizi, böylesine olağanüstü bir başarı kılan da budur. Olağanüstü bir başarı, ya da aynısından biraz daha...

2 Ağustos 2011

Turist Bakışı

Turizmle, tatille, yolculukla, zevkle, haliyle tüketimle ama en çok, “İnsanlar nasıl ve neden kısa periyodlarla evlerini ve çalışma ortamlarını bırakır?” diye sorarak dikkatimi çeken bir kitaptan bahsetmek istiyorum bugün. Bu soruya yanıt bulmak için nihai bir okuma değil belki ama, pek çok insanın Bodrum’dan Çeşme’den bildirdiği bu aylarda, günlük yaşantımızı uzaklara giderek kesintiye uğratma girişimimizin ne kadar sahici olduğunu sorgulamak için bir başlangıç olabilir. 
John Urry, “Turist Bakışı” isimli kitabında, farklı bir düzene sahip, sadece profesyonellere özgü olmayan ama onlar tarafından geliştirilen, organize ve sistematik bir turistik bakıştan söz ediyor. Bu bakışın, kim ya da hangi otorite tarafından güçlendirildiğini, gidilen yerlerin süreç içinde nasıl nesneleştirildiğini ve diğer toplumsal pratikler ile ilişkisini inceliyor: "Tek bir turist bakışından söz etmeye imkân yoktur. Bu bakış topluma, sosyal gruplara ve tarihsel dönemlere göre değişir; farklılıklar temel alınarak geliştirilir. Herhangi bir tarihsel dönemde, mevcut sosyal deneyimler ışığında, tam zıttı ele alınarak inşa edilir. Turist bakışının neyin üzerine kurulduğu, turistik olmayan deneyimlerin ne olduğu ile ilgilidir.
Gidebilmek için kalamamayı problem etmek gerekiyor sanırım, aksi halde bavul hiç hafiflemiyor. 
Sosyal grupların turist bakışını nasıl oluşturduklarına bakmak, o toplumun normal yaşantısına dair ipuçları verir. Bu sosyal pratikler bir çıkış içerir. Günlük hayatının rutininden bu kaçış, oluşturulmuş kırılmalara karşılık gelir; kişinin sıradan ve dünyevi olandan farklı bir yapıyla uyarılmasına izin verir. Tipik turizm formunu inceleyerek, bu farklılıkları ortaya koymak mümkündür. Ne kadar alakasız bir konu gibi görünse de turizm, gündelik olanın izini sürmeyi kolaylaştırabilir.”
Bu noktada, kitabın ilerleyen bölümlerinde yazarın tarihsel ve sosyolojik analizlerini kurguladığı, turizmin minimal özelliklerini aktarmakla yetineceğim:
  • “Seyahat ve konaklama normal ikamet ve çalışma yerlerinin dışındaki yerlere yöneliktir. Başka yerlerdeki ikamet süreleri kısa dönemli ve geçici niteliktedir. Görece kısa bir zaman aralığı içinde belirgin bir yuvaya dönüş eğilimi vardır. Bu eğilim, turizmin sürekliliğini sağlayan, insanda yeniden seyahat ihtiyacı doğmasına yol açan önemli bir durumdur. İnsanlar geçici süreyle yaşadıkları yerlerin dışına çıkar, geri döner ve yeniden seyahat ederler.
  • Turizm ancak karşıtı ile yani iş dünyası ile var olabilen bir zevk aktivitesidir. Bu kavram, iş ve zevkin nasıl beraber düzenlendiğini gösterir. Birbirini bütünler. Çerçevesi, çalışma hayatının genel yapısı tarafından belirlenir. Bu da, belli bir yerde belli zamanlarda turizm denen şeyin organize edilmesini gerektirir. Turist olmak, ayrıca, 'modern' olmanın karakteristiklerinden de biridir. 'Modern' toplumlardaki insanların çok büyük kısmı, turistik aktivitelere katılırlar ve bir turist bakışı varsa, buna karşılık gelen bir sistem de geliştirilmiştir.
  • Gidilen yerler bir beklenti ile seçilir. Bu beklenti; film, televizyon, dergi, video gibi turistik olmayan pratiklerle oluşturulur ve devamlılığı sağlanır. Bu tür uygulamalar, tatil deneyimlerinin anlaşılmasına yardım edecek göstergeler sağlar, böylelikle görülen şey, bu önceden verili kategoriler yardımıyla yorumlanır. Daha önceden aynı yeri ziyaret etmiş olanların oluşturdukları görsel depolama sayesinde belli bir hafıza oluşur.
  • Turist bakışı, normal yaşamın dışında olan taraflara yöneliktir. Seyredilen doğa ve şehir manzaraları, sıradanın dışında kabul edilir. Bu bakış farklı bir sosyal mekanizmaya sahiptir. Duygular çok daha ön plandadır; genelde yaşanan haz ve hislerden farklıdır. Gündelik olanın aksine bir yoğunluk içerir.
  • İnsanlar baktıklarını, fotoğraf ve video ile kaydeder; nesneleştirdikleri bu bakış, hiç bitmeyecek ve tekrarlanacak şekilde yaşatılır. Turizm, bir göstergeler koleksiyonudur.”