Bugün, bir önceki kayıttaki fiziksel ve zihinsel “zehrin” izinden giderek, benzer sembolik ifadelerle, kanser hastaları için yemenin karşılıklarına bakmak istiyorum.
“Kanserle savaşan ya da sebep olan yiyecek” listelerinin dışına çıkıp, ağızdan gelen bu tehdit ya da iyileşme vaadine, başka bir bakış açısı öneriyorum. Zira, sindirim sistemini çalıştıran ya da kan değerlerini yükselten besinlerin iç dünyamızdaki yansımaları, belki dış dünyada baş etmekte zorlandığımız kimi durumları hafifletebilir.
Üstelik Jane Gretzner Goldberg’in, editörlüğünü de yaptığı “Psychotherapeutic Treatment of Cancer Patients” isimli kitapta, kanser tedavisinin bilinçdışı anlamlarını keşfe çıktığı "Medicine as Food" başlıklı makalesinin, sadece kanser hastalarıyla sınırlandırılmayacak, ufuk açıcı bir yaklaşım sunduğunu düşünüyorum:
“Geleneksel olarak doktor, hastanın en çok yardım alacağı kişi olarak tanımlanır. Onun, hastada olmayan üstün tedavi araçları ve bilgisi vardır. İyileşme umudu onun ellerindedir. Yani doktor her şeye kadirdir. Yüklendiği bu anlam, çocuğun anne ile olan ilişkisine paralellik gösterir. Çocuk için anne son derece güçlüdür. Böylece doktor/hasta ilişkisi, yapısal olarak anne/çocuk ilişkisinin yeniden kurulmasına karşılık gelir.
Doktor, anne gibi, yaşamın kendisini yansıtır. Hastaya verdiği ilaç da, yiyeceğin sembolik bir ifadesidir. Böyle bir ilişki kurabilmek için ilacın oral yolla alınmasına da gerek yoktur. Tüm organların ağız işlevi gördüğü böyle bir durumda; ameliyat, radyoterapi, kemoterapi de ilaçtır. Anne ile güvenli bir bağın kurulduğu mutlu bir çocukluk deneyimi, hastanın tedaviye katılımını kolaylaştırırken, beslenme geçmişi öfke ve hayal kırıklıklarıyla örülmüş hasta, tedaviyi bozma eğilimi gösterecektir. Kanser tedavilerinin sık görülen etkisi, zehirli materyalin vücut tarafından tolere ya da reddedilmesidir. Bu fiziksel tepki, hastanın sindirim ve çıkarma/dışarı atmaya ilişkin çok daha önce deneyimlediği bilinçdışı duyguları tetikler.
…Duyguların da yemek gibi besleyicisi değeri vardır; psikolojik donanımımızı yansıtır. Kişinin kendi ruhsallığını anlamlandırması ile birlikte sihirli bir şey gerçekleşir. Ben ve diğerleri ya da iyi ben ile kötü ben arasındaki sınırlar ortadan kalkar. Tıpkı vücudun fizyolojik olarak yemeğe ihtiyaç duyması gibi, ruhun da ‘beslenmesi’ gerekir. Bu bir istekten öte, ihtiyaçtır. Zaman zaman bazı hislerimize müdahale ederiz. Zira bu duygular acı verir. Kötü olarak etiketlediğimiz tüm hislerden kurtulmak isteriz. Duygusal sistemimiz de tıpkı sindirim sistemi gibi çalışır. Duygular da yiyecekler gibi sindirilmeye/boşaltılmaya ihtiyaç duyar. Sadece istemediğimiz için bu duygulardan kurtulamayız, sindirmemeyi tercih ederiz. Sindirilmeyen duygular boşaltılamaz, böylece duygusal çürüme süreci de başlar.
…Kişinin kendini iyileştirme süreci, korunmaya muhtaç pozisyonundan, hastalığa yol açan yaşam biçimi ve sürdürdüğü koşullara dair kendi rolünü algılamasıyla başlar. Bu yeni kazandığı beceri ile, kendini ‘beslemeyi’ öğrenir. Artık, bilinçli ya da bilinçdışı fantezilerinden bağımsız ve besin sağlayıcı ile ilişkisi ne olursa olsun, fiziksel olarak vücuduna neyin girdiğini kontrol eder.”
Bu sürecin ilacı da, zehri akıtmanın en iyi yolu olan kelimelerden geçiyor. Bu sebeple, Tamala Poljak'ın yukarıdaki işini, bu kayıtla örtüştüğünü düşünerek paylaşıyorum.