"Kendisini terk eden karısından intikam almak isteyen öfkeli kocanın, Bursa - Orhangazi'de duvarlara astığı afiş" |
Niyetim, doğumla başladığım temmuz ayı kayıtlarına ölüm ile son vermek. Başı ve sonu birleştirmek; Doğum Travması başlıklı kayıtla çıktığım bu iç yolculuğu bütünlemek. Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir habere ait yandaki fotoğrafı, erkek aşkının sevileni neden nesneleştirdiğini ve en sonunda da öldürdüğünü soran ve bir cevap denemesinde bulunan Bülent Somay eşliğinde yeniden okuyarak, bu kayıtları, kendi iç dünyamda ilişkilendirmek. Bir neden sonuç ilişkisi kurmadan, yan yana, önce kendim sonra da bu kaydı okuyan herkes için, yeni cevaplar bulabilmek adına paylaşıyorum.
Şarkı Okuma Kitabı’nda, “Herkes Sevdiğini Öldürür” başlıklı bölümde şöyle diyor Somay:
“Biz aşık erkekler, turistlere benziyoruz biraz. Yaşadığımız her sevinçli anı, yanımızdan ayırmadığımız fotoğraf makinemizle ölümsüzleştirmeye çalışıyoruz. Tanıdığınız erkekleri bir düşünün, aşık olduklarında ne yapıyorlar? Karşılarındaki kadın ya da erkeği, fotoğraf makinelerinin objektifine hapsediyorlar. Değişime karşı direniyorlar böylece; anın ölümüne tahammül edemiyorlar. Anı sabitleştiriyor ve böylece onu gerçekten öldürüyorlar. Tek ölümsüz, cansız olandır çünkü. Canlı olan doğar, yaşar, ölür ve çürür. Ölümsüzleştirme gayreti, yaşayanı daha baştan, vadesi dolmadan öldürüyor. Bir natürmort yani ölü-doğa yaratıyor. Sevilen, bir nesneye, bir fotoğraf filmine dönüşüyor. Ölüyor. Artık bir albüme kaldırılabilir ve kaybetme korkusu olmadan ‘gerçek’ yaşama, ücret ve faizin, kılıç ve nükleer bombanın, ast ve üstün, alış ve verişin hüküm sürdüğü o evrene geri dönebilir. Tıpkı bir turistin yaptığı gibi tatil (aşk) anıya kaydedilir ve sıradanlığın dünyasına geri dönülür. Her erkek sevdiğinin fotoğrafını çeker ve onu öldürür böylece.
Ya da: Erkek, yaşayan bir sevgiliyi içermez, içine alamaz. Onu hem kendisi olarak bırakmayı, hem de kapsamayı beceremez. Erkek için sevilen bu yüzden hep dışında, hep her an kaybedilebilirdir. Uçucudur. Onu elde tutmanın tek yolu dondurmaktır. Dondurup çantaya atmak, dolaba kilitlemek, eve kapatmaktır. O yüzden sevgilinin kendi hayatiyetini ifade etmesi hep bir tehlike kaynağıdır. Bu ifadelere direnmek, izlerini bile silmek gerekir. Bazen bir sinizmle, bazen şiddetle, bazen de bir sevgi fazlasıyla. Sevgilinin duyduğu her alaylı ifade, yediği her tokat, sözlerinin duvara çarptığı her an, heyecanla anlattığı bir öyküye karşılık olarak aldığı her şefkatli ve babacan baş okşaması, onu biraz daha nesneleştirir. Kritik an, sevilenin kendisinin de bir özne olabileceği umudunu kaybettiği andır. Celladın baltası tam bu noktada iner. Sevilen ya terke zorlanır ve ipini kendi çeker, ya da özne olmayı kabullenir, bir natürmort olarak ikinci yaşamını sürdürür. İki halde de erkek sevdiğini şeyleştirmiş, öldürmüştür. İki halde de sevilen ölmüştür.
Peki biz erkekler yalnız mıyız cinayetlerimizde? Kadın aşkıyla ölüm arasında bir bağlantı olmadığını iddia etmediğim gibi, kadının cellat olamayacağını da söylemiyorum. Yalnızca erkekler daha fazla silaha sahip, daha donanımlılar, o kadar. Yoksa kadın da öldürüyor mutlaka. Her şeyden önce (artık) sevmediğini öldürüyor. Bir nesne olarak yaşadığı ilişkinin bitiriliş anı, bir iktidar anıdır kadın için: Geri dönüşsüz bir biçimde “Hayır!” diyebildiği tek an belki de. Bu an da geçicidir kuşkusuz. Ya geri dönecek ve iktidarını kendi elleriyle teslim edecektir yeniden erkeğe, ya da dönmeyecek ama böylece de iktidarının nesnesini kaybedecektir.
Bu karanlık tabloya, bu gerilimi bile olmayan, katilleri baştan belli cinayet romanına biraz olsun ışık tutabilecek bir an, bir söz bulmak mümkün değil mi? Kurbanımın ölümünü paylaşmayı deneyemez miyim mesela? Bunun bir tek yolunu görebiliyorum. Kendi öldüğüm anı hatırlamak; sevgiyle öldürüldüğüm anları. İlk ölümümü hatırlamaya çalışıyorum. Çocukluğuma gidiyorum; ölümü ve aşkı ilk hatırladığım yıllara. Hepimiz çocukluğumuzda kaç ölüm öldük biliyor muyuz? Hem de bizi çok, pek çok sevenlerin elinden: Babalarımızın, öğretmenlerimizin, arkadaşlarımızın, ama daha beteri, annelerimizin elinden!
Burada kadınlar için sevgiyle ölümün bağlandığı, kadının da katil olabildiği bir nokta daha var: Kadın çocuğunu öldürür. Kendisinin bir parçası iken onu terk etmiş olan varlığı hiçbir zaman affetmeyecektir çünkü. Onun ötekiliğini kendi dışındaki varlığını kabule yanaşmayacaktır. Erkek zaten onun dışındadır, onu nesneleştirmektedir, celladıdır onun. Çocuğu ise başlangıçta “öteki” değildir. Kadının vücudunun bir parçasıdır. Ama bir an gelir, çocuk önce vücudunu terk eder kadının; bu daha ilerde gerçekleşecek topyekün bir “terk’in habercisidir. Kadın işte bu terki engellemeye çalışırken öldürür çocuğunu. Baba sevdiği her şeye yaptığı gibi çocuğunu nesneleştirirken, anne de onun bağımsız varlığını ifade etmeye çalışmasının önüne dikilir; aşırı sevgiyle, aşırı şefkatle, kendi yapamadıklarını ona yaptırmaya çalışarak, bazen öfkeyle, bazen de şiddetle. Ama her kadın mutlaka çocuğunu öldürür; en az birkaç kere!”