1 Temmuz 2011

Doğum Travması

Bugün itibariyle doğduğum ayın içindeyiz. 2011 Temmuz’unu bu vesileyle, geçtiğimiz aylarda sonlanan Londra’daki bir serginin fotoğrafları eşliğinde, doğum ve çağrıştırdıkları ile açmak istedim.
Fotoğraflarda, kâğıtlara iliştirilmiş olarak görülen bu bez parçaları, kimsesizler yurduna verilen çocukların, yurda giriş yaptıklarında üzerlerindeki kıyafetlerden alınmış. Bir zamanlar bir bütüne ait bu parçalar, 18. yüzyıla, yurdun ilk üyelerine ait. Tıpkı o zaman olduğu gibi şimdi de, kayıt formları ile birlikte, bir ayrılığı, anne ve çocuk arasındaki kopmayı temsil ediyor.
Dış dünyada nesnel bir gerçeklik olarak karşılaştığımız bu ayrılık, aslında hepimiz için doğum anıyla başlıyor. Psikanalist Otto Rank’in, insanın yaşamındaki kaygıların çoğunu, doğum anında yaşanan ayrılık kaygısının tekrarı olarak yorumladığı o ilk anla. Niyetim Google’da doğum travmasına karşılık gelen ve bebeğin doğum eylemi sırasında karşılaştığı güçlükler olarak ifade edilen kırılmalar, zedelenmeler ve çeşitli fiziksel bozukluklardan bahsetmek değil. Doğumun fiziksel anlamından çok, psikanaliz açısından, sembolik olarak ne ifade ettiği.
Rank’e göre doğum bir travmadır. İnsan bu ilk travmayı normale yakın bir şekilde atlatabilmek için uzun yıllara ihtiyaç duyar. Doğum olayının yarattığı şiddetli kaygı etkisi, herhangi bir şekilde doğumu hatırlatan her vesilede tekrar tekrar giderilmeye çalışılır. Hatta Melanie Klein’a göre, doğum öncesi anne-çocuk birliği öyle bir birlikteliktir ki, mutlu bir “beslenme” bile bunun yerini tutamaz.
Şöyle devam ediyor Rank: “Çocuksu kaygı ya da her dışa vurum, doğum kaygısını kısmen aşmaya tekabül eder. Her kaygı ya da korkunun temelinde doğum kaygısının yatması gibi, her haz da son kertede rahim içindeki ilksel hazzı yeniden oluşturmaya yöneliktir.
Trajik ilksel motiflerin oyun gibi ele alınışı her defasında haz uyandırır. Çünkü doğum travmasını inkâr eden bir yanılsama yaratır. İlk oyunlardan biri olan ‘saklanma’ (ce-ee) salıncak, tren, evcilik ve doktorculuğa kadar tipik çocuk oyunları da buna karşılık gelen unsurlar içerir, ancak bu kez haz verici olumlu anlamlar yüklenmiş olarak. Çocukların bıkıp usanmadan tekrarladığı saklanma oyunu, sihirbazlıkta da olduğu gibi, ayrılma ve yeniden bulma durumunun gerçek ve ciddi olmayan bir biçimde temsilidir. Böylece çocuk, saklanma oyununda kolayca geri döndürebileceği korkutucu ayrılık durumunu gönüllü saklanış yoluyla istediği kadar tekrarlayıp durur. Salıncak, atçılık gibi, ritmik harekete dayanan oyunlar embriyonun hissettiği ritmi basitçe yineler.   
Doğum travmasından kaynaklanan ve her türlü kılığa girmeye çalışan sürekli korkma eğilimi, çocuğun ölümle ilişkisinde açığa vurur kendini. Örneğin ölmüş kişiler sanki bir süreliğine yokmuş gibi davranır çocuk. Her şeyi akla bağlama eğilimimize uyup da, çocuğun ölüm tasavvurunu acı verici ve haz karşıtı olduğu için kabullenemediğini söylemeye kalkarsak, çok hata etmiş oluruz. Çocuk daha baştan, ölümü, henüz tam içeriğini kavrayamamışken reddetmektedir. Soyut bir ölüm tasavvuru bulunmaz. Hayatına giren ya da anlatılan ölüm olayına, yakınındaki insanlarla bağlantı kurarak tepki verir. Çocuk için ölmüş olmak, gitmiş olmak demektir, yani ayrılmış olmak; bu da doğrudan ilksel travmaya bağlanır. Yani çocuk, bilince özgü ölüm tasavvurunu kabul ederken, bilinçdışında ilksel ayrılışla özdeşleştirir onu. Ölüm düşüncesi baştan itibaren bilinçdışında güçlü bir haz etkisi yaratan anne karnına dönme fikriyle örülmüştür.”
Ayrılık ve birleşmenin, doğum ve ölümle eş anlamlı olduğu, tersten, anlamlı bir okuma...