Geçtiğimiz gün, Bostancı Deniz Otobüsü İskelesi’nin önünde, taksi ile yaptığımız kısa bekleme anında gördüm yandaki ifadeyi. “Arabada bebek var” gibi artık alıştığımız bir “uyaran”ın aksine bu cümle, arka camda, onu takip eden bize bir mesaj veriyordu. Şaşkınlıkla kendi aramızda, toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin ettiğimiz birkaç kelama, taksi şoföründen itiraz geldi. Bizim aksimize o, iktidarla ilişkilendirdiğimiz bu sembolik dili “Yok canım, ne alakası var. Görmemişin oğlu olmuş…” diyerek, sürücüyle sınırlandırdı.
Bu deneyim üzerine ben de, dilin bilgilendirmekten çok hatırlatma işlevinden yola çıkarak, elbette kendi çağrışımlarımın izinde, prens ve penis arasında yaptığım yer değiştirme ile “dile” dair bir kayıt girmek istedim. Avusturyalı Filozof Ludwig Wittgenstein ve Cezayir doğumlu Fransız Filozof Jacques Derrida’dan yaptığım aşağıdaki alıntılarla, her şeyden önce kendime, ne sözcüklerin ne de cümlelerin kendilerine anlamlarını sağlayan dış gerçekliğe ihtiyaç duymadığını, dolayısıyla kelimelerin dış dünyadaki nesne ve olayları göstermekten daha fazlasını yaptıklarını hatırlatmayı amaçladım. Zira dilimizin yapısı, gerçek dünyayı düşünme tarzımızı belirler. Söz konusu bakış açısı, dilin hayatımızda oynadığı role ilişkin olarak tamamıyla farklı bir kavrayış sağlar.
Wittgenstein’a göre çocuk ana dilini dil oyunlarıyla öğrenir. O, dil ile dilin iç içe geçtiği etkinliklerin bütününü “dil oyunu” olarak adlandırır. Her dil oyunu, bir sıra dilsel deneyimden oluşur ve çoğunlukla bunlara eylemler eşlik eder. Yaşanan bir olayın anlatılması, bir kitap okumak, bir yeri betimlemek, fıkra anlatmak veya bunu şekil çizerek göstermek, çeşitli çocuk oyunları ve benzeri dil oyunlarına örnek oluşturur. Diller dizgelerdir. Her cümle bir dilin içindedir, yani yalnız başına duran hiçbir cümle yoktur. Çünkü cümle dediğimiz şey, bir dildeki bir oyun pozisyonudur ve ancak ait olduğu oyun içinde anlamlıdır. Anlam “kullanımdaki” farklılığın oyunuyla yaratılıp sürdürülür. Dolayısıyla dil matematiksel bir toplam değil, üreyen canlı bir şey gibidir. Ona göre anlam asla hazır bir şekilde bulunmaz. Sözün anlamı onun kullanımına bağlı olarak belirlenir. Diğer bir değişle anlam sadece farklı hayat tarzları içinde sürekli olarak eyleme dökülerek varlık kazanır.
Ben, yaptığım bu “dil oyunuyla” Wittgenstein ile çocukken öğrenilen dille sembolik bir ilişki kurarak, ait olduğu oyunu bozmak için de Derrida’ya başvuruyorum. Nitekim ona göre herhangi bir sözcüğün standart yazınsal anlamda olduğuna inanmak yanılgıdan öte bir şey değildir. O yüzden dili düzenliliğin dayatmasından kurtarmak, anlamı bozmak ve böylece dile açıklığını yeniden kazandırmaya çalışarak anlama karşı çıkmak gerekir.
Ben de öyle yapıyorum. Temsil ettikleri düşünce akımlarından bağımsız, her iki düşünürün de sadece iç dünyama karşılık gelen bu ifadelerini “Arabada prenses var” demeyi çözüm olarak kabul etmeyen, farklı bir dil arayışının ancak “Arabada prens var” cümlesini “bozarak” başlayabileceğini temellendirmek için rehber olarak kullanıyorum.
Hem taksi şoförü ile düştüğümüz ayrılığın bir benzerini bu kaydı okuyanlarla yaşayabileceğimizi düşünerek, hem de yukarıda yaptığım alıntıları haklılaştırmak için Derrida ile bitirmek istiyorum: "Dili dil yapan şey özdeşlikler değil, farklılıklardır. Üretilmiş bir göstergenin mutlak değişmez bir anlamı olamaz. Dilin kullanımında konuşanın/yazanın bir işlevi yoktur. Diğer bir ifadeyle anlam, onu konuşanın/yazanın elinden alarak dinleyenin/okuyanın eline teslim etmiştir."