1 Haziran 2011

Çığlık

Bu ayı, Şenay Eroğlu Aksoy’un “Çığlık” isimli öyküsü ile karşılıyorum. Kitap-lık Dergisi’nin haziran sayısından yaptığım bu sarsıcı alıntıya, Gülbin Özdemir Akarçay’ın fotoğrafı eşlik ediyor:
“Burada, nerdeyse her zaman yapış yapış bir nem içinde dolaştığımız koridorda, yalnızca biz yaşıyoruz: gırtlağı delik kadınlar. Buraya nasıl getirildiğimi bilmiyorum, ama hatırladığım kadarıyla kapıdan sürüklenerek sokulurken, ürpertici bir çığlıkla damgalamıştım dünyayı. Hatta düşmanımın sinirleri bozulmuş, 'Bağırma lan' diye tekmelemişti, zaten esir aldığı bedenimi. Artık sesim yok. Nefesim, kestirme bir yol bulup ardında bıraktıklarını unutan arsız bir çocuk gibi akciğerlerimden gırtlağıma süzülüyor, sonra gırtlağıma açılan delikten çıkıp gidiyor, ses yok, çığlık yok.
Bana bunu neden yaptılar bilmiyorum. Hatırladığım, insan azmanı iki adamın kollarında, ayaklarım yerde sürüklenerek elektronik kapılardan geçirilişimdi. Masmavi bir kurdeleyle boyunlarına astıkları kartları okutarak açmışlardı kapıları. İşte tam o sırada, bu çıldırtıcı güvenlik ve elektronik çağında, ilkel atalarımın yaptığı gibi çığlığımla damgalamıştım dünyayı, hatırladınız mı? Çığlık; korku, karşı koyma, yardım isteme, acı, var olduğunu hatırlatmaydı.
Sonraki gün bu kirli odada gözlerimi açtığımda gırtlağım delinmişti. Ellerim, bu bilinmez çukurda gezindi günlerce, korktu, titredi, kana bulandı, görüntümü aklıma çizmeye çalıştı. Evet, kızıl bir çukurdu parmağımın usul usul kaybolduğu yer. Hâlâ göremedim ama biliyorum çığlığımı o kızıl çukura gömdüler. Buraya getirildiğim ilk günlerde korkmuştum, bedenimi eksilte eksilte mi yolcu edeceklerdi beni dünyadan? Ama korktuğum gibi olmadı, onların istediği yalnızca sesimizmiş anladım.
Aysel dışında hepimizin az çok mürekkep yalamışlığı var, işte bu yüzden sesimizi kaybettiğimizden beri küçük bir defter ve kalem taşıyoruz ceplerimizde. Ah Aysel, onun için her şey daha da zor, içimizde okuma yazma bilmeyen tek kişi o. Başkasının yerine, yanlışlıkla getirilmiş buraya. Gerçek, gırtlağı delindikten sonra anlaşıldı. Kocasına, çocuklarına bakıp itiraz etmeden, sessizce yaşamış bu güne değin. Üstelik en acısı artık arayıp soranı da yok.
Tüm bunları nereden mi öğrendim. Yemeklerimizi dağıtan o duru bakışlı çocuktan. İçlerinde yalnızca o bize iyi davranıyor. Gerçi, karşılıklı odaların dizildiği loş koridorda da ondan başkasını gözlerim seçemiyor. Diğerleri koridorun karanlığından bir parçaya dönüşüyor kapıyı aralarken. Yüzleri zaten kapalı. İçten içe çığlığımızı yutan karanlıktan korksam da aldırmıyorum. Artık sesim yok, işte bu yüzden korkacak bir şey de yok. Son bir yılımı zehir eden çığlık bir gecede elimden alındı.
Her şey bir yıl önce başladı, aynı otobüste yolculuk ettiğimiz adam, olduğu yere yığılınca ürpertici bir çığlıkla tepki gösterdim. Otobüstekilerin hepsi şaşkınlıkla bir bana, bir bayılan adama bakıp kaldılar. Yere serilen sıska bedenin üzerine eğilip 'Neyin var' dediler. 'Açım' dedi adam. Yolcular arasındaki fısıldaşma yapış yapış bir merhamet maskesiyle çoğalıp otobüse yayıldı. -Merhamet, bizi gerçeklerle yüzleşmekten uzak tutan bir maskedir kahrolası yaşamda.- Aç adamın omzuna dokunan bir kadın 'Bu günlük bana gel, doyurayım seni' dediğinde içimin derinlerinden gelen bir acıyla, yeniden, çığlık atmaya başladım. Üstelik, insanın içini oyan bu çığlığa dövünmelerim de eklendi. Dur durak bilmez sesim tüm otobüs yolcularını çılgına çevirdi. Arkalardan biri 'Aç adamla mı ilgileneceğiz bununla mı, terbiyesiz' dedi ve ilk durağı bile beklemeden, apar topar otobüsten attılar beni. İşte o gün hepten unuttuğum bir şeyi hatırladım, çığlık.
Burada günler aynı şekilde geçiyor. Birbirimize geçmişi anlatıyoruz, elbette yazarak. Eskiden keyifle okuduğumuz karikatürlerdeki duygu işaretlerini bir bir hatırlayıp notlarımıza ekliyoruz. Küfür etmek istediğinde kurukafa çiziyor bazılarımız. Kaç kişi olduğumuzu tam olarak bilemiyorum. Gırtlağı yeni delinenler en az üç gün odasından çıkarılmıyor. Onlara kalsa bizi de yan yana getirmeyecekler fakat sesimizin olmaması kayıtsız davranmalarını sağlıyor sanırım.
Geçenlerde Aysel’i yatağında iki büklüm buldum, yanına iyice yaklaşınca yanaklarından süzülen yaşları fark ettim. 'Neden' demek -yazmak- çok aptalca olacağından rahatlayana kadar ağlamasını bekledim. Biliyor musunuz hıçkırıklara boğulacak kadar çok ağladı ama hıçkıramadan. Son günlerde çok sinirli, yemek yemiyor. Ona sık sık dokunuyoruz, ses olmadan her şey zor, bunu çok iyi biliyoruz, onlar da biliyor... Örneğin öpüşmeyi hiç sevmeyen bir kadın olmama rağmen Aysel’in acılarına onu öperek yakınlaştığımı biliyorum.
Aysel bir ok gibi odasından fırlıyor. Kaç gündür yataktan çıkmıyordu, seviniyoruz. Elinde tuttuğu parlak cisimle koridorun sonuna koşuyor. Şaşkınız, orada, ilerde, duru bakışlının odası var. Bugün nöbetçi o. Kapılar açılıp çarpılıyor. Koşuyoruz. Aysel çocuğu teslim almış, delikanlının çığlıkları koridoru çınlatıyor. Bizde ses yok. Ağzını kapatıyor içimizden biri, bir başkası odanın kapısını kilitliyor. Tekmelenen kapı kırılıyor, onlarca maskeli odaya doluşuyor. Yumruklar, tokatlar yağmur gibi iniyor bedenlerimize. Ses yok. Küfrediyorlar, yanıt yok. Aysel’i saçlarından sürüyerek çıkarıyorlar. Çığlık, yok. Saçlarımı ellerine doluyor. Yattığım yerde gözlerimi aralıyorum. Aysel’in ayakları koridorun sonunda kayboluyor.”