28 Haziran 2011

Taş+Beden=Kumsal

“Ehliyetim” var, araba kullanabiliyorum ama tekerleğin bu kullanım biçimiyle bir derdim var. Hızla, yolla sembolleşen ve blog aracılığı ile kendini sıklıkla yineleyen bir “dert.” Bunu aşılması değil anlaşılması gereken bir problem olarak görüyorum. Yani mutlu bir araba kullanıcısı olduğumda değil, bu sembollerin iç dünyamdaki karşılıklarını bulduğumda rahatlayacağım. Bu sebeple “Kadın Sürücüler”, “ANAyol” gibi doğrudan ya da trene ve bisiklete yaptığım güzellemelerin bulunduğu dolaylı kayıtların altında, bu kişisel derdin etkisi büyük. Bu kayıtta da, her zamanki gibi kendi kişisel çağrışımlarımın izinden gideceğim ama geriye, sorun edilmesi gereken bir iktidar biçimi kalacak. Bana, geçtiğimiz günlerde izlediğim Rüya Arzu Köksal’ın yönettiği Son Kumsal adlı belgeseli ile Richard Sennett’in Taş ve Beden isimli kitabı yardımcı olacak.
Gücünü, birbiri ardına ustaca eklenen görüntülerden alan bu belgesel, Karadeniz Sahil Yolu’nun yarattığı tahribat üzerine, sayılar ya da belgelerle desteklenen düz bir anlatımın aksine, röportajlarıyla birlikte sarsıcı bir yoksunluk tablosu ortaya koyuyor. Belgesel; İskefe, Beşikdüzü, Eynesil, Dutluk gibi Karadeniz’in son kumsallarının görüntüleri ile başlıyor. Onları, Recep Tayyip Erdoğan’ın 542 km’lik Karadeniz Sahil Yolu için yaptığı açıklamalar izliyor. Sonrasında da, taş taş üstünde bırakmayan ve o taşlarla kendi iktidarını ören araçlar devreye giriyor. Şöyle diyor Erdoğan: “Bu yol, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin gerçekleştirdiği en büyük modernleşme, kalkınma projelerinden biri. Adım adım ülkemizin kalkınma hedeflerini gerçekleştirdiğimizin en açık göstergesi. Eşsiz tabiat güzelliklerine kavuşamayan milyonlarca vatandaşımız nasıl da zengin ve güzel bir ülkede yaşadıklarını görecekler, anlayacaklar. Benim rüyam şu: Bu yolu sahilden İstanbul’a ulaştırmak, üçüncü köprü ile bütünleştirmek.”  
Tam da bu noktada, “yeni coğrafyaları mümkün kılan fiziksel deneyimin, hızın, mekanı salt hareket amacının aracı haline getirdiğini” söyleyen Sennett’e kulak verelim istiyorum:
“Otomobillerden kesintisiz uzayıp giden dökme beton otoyollara kadar uzanan hareket teknolojileri, insan yerleşimlerinin sıkışık merkezlerden çevre mekânlara genişlemesini mümkün kılmıştır. Artık kent mekânlarını, içinde araba kullanmanın ya da bu mekânlardan çıkmanın ne kadar kolay olduğuna bakarak değerlendiriyoruz. Bu hareket güçlerine esir olmuş kent mekânının görünüşü zorunlu olarak nötrdür. Sürücü arabasını, ancak kente özgü dikkat dağıtıcı özelliklerin asgariye inmesi sayesinde güvenle sürebilir; iyi araba kullanmak standart işaretler, ayrım çizgileri, drenajlar ve ayrıca diğer sürücüler dışında sokak hayatı olmayan sokaklar gerektirir. Kent mekânı salt hareketin bir işlevi haline geldikçe, kendi içindeki uyarım kapasitesini de yitirir; sürücü mekânın içinden geçip gitmeyi ister, onun tarafından uyarılmayı değil.
…Gezen bedenin fiziksel ortamı bu mekândan kopukluk hissini pekiştirir. Hız, dikkati geçen sahne üzerinde odaklamayı güçleştirir. Hızın yanı sıra, bir arabayı kullanmak için gereken eylemler, gaz pedalı ve frene hafifçe dokunmak, gözlerin ikide bir dikiz aynasına kayışı vb. de, bir at arabasını sürerken yapılan zorlayıcı fiziksel hareketlerle kıyaslandığında mikro boyutta kalırlar. Modern toplumun coğrafyası içinde seyretmek çok az fiziksel çaba ve dolayısıyla kendini verme gerektirir. Aslında, yollar düzleştirilip düzenli bir hale sokuldukça, yolcunun hareket etmek için sokaktaki insanları ve binaları hesaba katma gereği de azalır, karmaşıklığı gittikçe azalan bir ortamda ufak hareketler yapması yeterlidir. Nitekim yeni coğrafya kitle iletişim araçlarını da pekiştirir. Televizyon seyircisi gibi gezgin de, dünyayı uyuşturucu biçimde deneyimler; mekân içindeki hassasiyetini yitirmiş olan beden, parçalı ve süreksiz bir kent coğrafyası içine yerleştirilmiş hedeflere doğru pasif bir biçimde hareket eder.
Otoyol mühendisi de televizyon yönetmeni de ‘dirençten kurtuluş’ denebilecek bir şey yaratırlar. Mühendis, engelsiz, çaba ya da dikkat göstermeden hareket edilecek yollar tasarlar; yönetmen insanların pek fazla rahatsız olmaksızın herhangi bir şeye bakmalarını sağlamanın yollarını araştırır. B
edeni dirençten kurtarma arzusu, modern kent tasarımında belirgin bir biçimde görülen dokunma korkusuyla birleşir. Mesela planlamacılar, otoyolların yerini belirlerken, trafiğin akışını çoğunlukla bir yerleşim alanını, bir iş bölgesinden tecrit edecek şekilde yönlendirir ya da zengin ve yoksul kesimleri veya farklı etnik bölgeleri ayıracak şekilde yerleşim alanlarının içinden geçirirler. Mahalle planlarken, okulları ve evleri insanların yabancılarla temas edebileceği kenar bölgelerde değil mahallenin merkezinde inşa etmek üzerinde odaklanırlar.”
İnsan ve deniz arasına giren, belgeseldeki ifadelerle bu güçlü bağı koparan Son Kumsal’ı, buradan izleyebilirsiniz.