Faye Moorhouse |
Bugün, “Everybody dies” ile biten bir önceki blog
kaydını izleyerek, iki blog yazarının son kayıtlarını, kayıplar etrafında biraraya
getirmek istiyorum. İlki, “Deconstructing Mummy” Marianna Sidiropoulou-Khalid.
Geçtiğimiz günlerde blogunda yayınladığı yazısını çevirmeden, karşılaşmaların,
tetiklenmelerin sarsıcı hatta bazen yıkıcı etkisi için paylaşmak istiyorum:
“I am on the bus, having opted for a complete two-hour
freedom. Freedom from parking, freedom from my daily mum routine. Just enjoying
the rare British sun. The bus stops opposite a church. I love being on a double
decker if I am not in a rush. I have all the time to observe and get lost in my
thoughts. I turn to my right and see a lot of people gathered outside the
church. They are wearing formal clothes and a few of them are crying. A
funeral. I look at the faces of the people, certain that the lost one is a
beloved grandparent. I look at a woman my age crying in desperation. I look
inside the black vehicle parked on the side and see the coffin. It is unusual.
There is a sea and a boat painted, some travelling theme. Then I realize. The
coffin is not very big. My brain is fighting for me not to understand what is
happening. I read ‘Farewell from mummy and daddy’. I scan the crowd again. I
see her. It is the mother crying tears of desperation. Her child is in that
coffin. A part of her buried forever. I now feel myself, a corporeal loss. The
image is so gripping that I stop breathing normally and tears well up in my
eyes. I was not prepared for this. I was not prepared to share in a random
moment the crumbling life of another woman, another mother. She was burying her
child and I was preparing to go pick up mine from the nursery. I got off at the
next bus stop to walk home, I needed to be outside. I started crying. I felt
her loss. This small moment of realization that all we love, all we have, all
that we take for granted, we can lose. I thought about motherhood and about my concept of Deconstructing Mummy. I had
just experienced a literal deconstruction of a mother. I imagined her
years later somehow moving on with her life. Maybe one day she will smile
again. I know that most people do eventually handle their grief even if they
are not the same again.”
Çocuğunu kaybeden anneden, annesini kaybeden çocuğa
geçişim ise, izlediğim diğer blog yazarı “Garden Correspondent” Siobhan Wilde
sayesinde oldu. Wilde, eşinin bir arkadaşının annesini kaybettiğini ve onun
için Roland Barthes’in Yas Günlüğü’nde yer alan bir mektubu çevirip
gönderdiğini yazıyordu. Annesinin ölümü üzerine Proust’un Georges de Lauris’e
yazdığı mektup. Ben bu mektup yerine, en azından benim için yası üzüntüden kurtaran,
ferahlatan hatta özgürleştiren Barthes’in, annesinin ölümünün ardından iki yıl boyunca tuttuğu günlüğünden notları aktarmak
istiyorum:
“29
Ekim 1977: Onun yokluğundan önceki arzularım, şimdi artık
gerçekleşemez, çünkü bu durumda bunları gerçekleştirmeme
onun yokluğu olanak vermiştir anlamı doğacaktır. Benim arzularım
açısından onun yokluğu kurtarıcı olabilecektir bir anlamda. Ancak
onun yokluğu değiştirdi beni, eskiden arzuladıklarımı arzulamıyorum
artık. Yeni bir arzunun, onun yokluğundan sonraki bir arzunun
oluşmasını beklemek gerek, bunun oluşacağını farz edelim.
24 Kasım
1977: Şaşkınlığım ve sanki tedirginliğim (keyifsizliğim) aslında bir
eksiklikten değil de bir yaradan, sevginin yüreğini acıtan bir şeyden
kaynaklanıyor.
28
Kasım 1977: Kime sorabilirim? İnsanın, artık sevdiği
kişi yanında olmadan yaşayabilmesi, onu sanıldığından daha az sevmiş
olduğu anlamına mı gelir?
9
Aralık 1977: Yas = Keyifsizlik, olası bir duygusal şantajdan yoksun durum.
18
Şubat 1978: Yasın, değişmeyen ve zaman zaman ortaya çıkan bir şey olduğunu
öğrendim. Aşınmıyor çünkü sürekli değil.
20
Mart 1978: Madam Panzera, ‘Zaman yası dindirir’ diye bir söz vardır demişti
bana. Hayır, zaman hiçbir şeyi geçirmez; yasın o telaşlı, heyecanlı halini geçirir
yalnızca.
25
Mart 1978: Dün, Damisch'e telaş ve üzüntüye kapılmanın geçtiğini, kederinse
kaldığını anlattım. O da bana şöyle dedi: ‘Hayır, telaş ve üzüntüye kapılma
geri gelir, göreceksiniz.’
18
Nisan 1978: Onu kaybettiğimden beri, kendisinden kısa süre uzak kaldığım
yolculuklardaki o özgürlük duygusu yok artık içimde.
27
Nisan 1978: Herkesin bana ‘Burada unutman için her şey var,’ dediği yerde, ben
daha az unutuyorum.
1
Ağustos 1978: Kederim ifade edilemez, ama yine de söylenebilir. Dilin
bana ‘dayanılmaz’ sözcüğünü sağlaması bile doğrudan doğruya belli bir ‘dayanırlık’
sağlar.
31 Aralık 1978: Keder
son derece büyük, ama benim üstümdeki etkisi (çünkü keder kendi başına bir şey
değildir, yolundan sapmış etkiler dizisidir) bir tür birikinti, pas,
yüreğimin üstüne çökmüş bir tür çamur, bir yürek acısı (Sinirlenme, kıskançlık,
sevgi eksikliği).