Parantezi,
geçtiğimiz haftasonu gerçekleşen Masumiyet Müzesi Sempozyumu’nda “Müze bir ev midir?”
diye soran Levent Çalıkoğlu açıyor; “Müzelerin geleceği evlerimizin içindedir,”
diyerek bitirdiği manifestosuyla Orhan Pamuk kapatıyor.
Hem daha önce girdiğim Müze,
Dilin Resmi Resmin Dili, Göbekli Tepe isimli diğer kayıtlarla örtüştüğü, hem de
bir “müze”den çok daha fazlasını ifade ettiği için, bir kez de buraya kaydetmek
istedim:
“Müzeleri
seviyorum ve pek çokları gibi her geçen gün müzelerde daha mutlu hissediyorum
kendimi. Müzeleri çok ciddiye aldığım için bazen öfkeli, kuvvetli düşünceler
geliştiriyorum. Ama müzeler hakkında öfkeyle konuşmak da gelmiyor içimden.
Çocukluğumda İstanbul’da çok az müze vardı. Çoğu da korunmuş tarihî anıtlardı.
Ya da Batı dışı yerlerdeki çok az müze gibi devlet dairesi havalı yerler. Daha
sonra Avrupa şehirlerinin arka sokaklarındaki küçük müzeler, bana müzelerin de
tek tek bireylerin hikâyelerini anlatabileceğini hissettirdi (tıpkı romanlar
gibi). Louvre, Metropolitan, Topkapı, British Museum, Prado gibi yerlerin
insanoğlunun büyük zenginliği olduğunu hiç unutmuyorum. Ama bu büyük anıtsal
hazinelerin geleceğin müzeleri için örnek olmasına karşıyım. Müzeler, özellikle
hızla zenginleşen Batı dışı ülkelerde ortaya çıkmakta olan yeni ve modern
insanın dünyasını, insanlığını araştırmalı ve ifade etmeli. Oysa devlet
destekli büyük müzeler insanı değil, devleti temsil etmeyi hedefliyor. Bu, iyi
ve masum bir hedef değil.
Düşüncelerimi
bir sırayla ifade edeyim:
1.
İmparator ya da kral saraylarının halka açılmasıyla şekillenen ve vazgeçilmez
bir turistik ziyaretgâh ve milli bir simge halini alan Louvre, Hermitage gibi
büyük milli müzeler, milletin hikâyesini (yani tarihi) bireyin hikâyesinden çok
daha önemli kıldı. Oysa tek tek bireylerin hikâyesi, insanlığımızı bütün
derinliği ile ortaya koymak için daha uygun.
2.
Saraylardan milli müzelere geçiş ile, destanlardan romanlara geçiş arasında bir
paralellik olduğunu görüyoruz. Evet, eski kralların kahramanlık hikâyeleri olan
destanlar, onların yaşadığı saraylar gibidir. Ama milli müzeler romanlar gibi
değiller.
3.
Bir topluluğun, cemaatin, takımın, milletin, devletin, halkın, bir kuruluşun,
şirketin, bir cinsin tarihini anlatmaya çalışan müzelerden bıktık, yorulduk. Tek
tek bireylerin, sıradan hikâyelerinin bütün büyük toplulukların tarihinden daha
zengin, daha insani ve çok daha mutluluk verici olacağını hepimiz biliyoruz.
4.
Sorun Çin, Hint, Meksika, İran ya da Türk tarih ve kültürlerinin ne kadar
zengin olduğunu anlatabilmek değil. (Elbette bu da yapılmalı, ama bu zor
değil.) Zor olan, bu ülkelerde günümüzde yaşayan tek tek insanların hikâyesini
aynı zenginlik, derinlik ve güç ile müzelerde anlatabilmek.
5.
Bana göre müzeler, bir devleti, milleti, şirketi, belirli bir tarihi vs. iyi
temsil edip edememeleriyle değil, tek tek bireylerin insanlığını ortaya çıkarıp
çıkaramamalarıyla ölçülmeli.
6.
Müzeler daha küçük, daha bireysel ve daha ucuz olmalı. Ancak böyle, tek tek
insanların hikâyelerini ifade edebilirler. Büyük kapılı büyük müzelerde,
insanlığımızı unutup devleti ve kalabalıkları hatırlamaya çağrılıyoruz. Bu
yüzden Batı âlemi dışında milyonlarca insan müzelere gitmekten korkuyor.
7.
Günümüz ve geleceğin müzelerinde sorun devleti temsil değil, insanı ortaya
çıkarmaktır. Bu insanın yüzyıllardır acımasız baskılar altında olduğunu da
unutmayalım.
8.
Büyük anıtsal, sembolik müzelere giden para ve kaynaklar, tek tek insanların
hikâyelerini anlatan küçük müzelere gitmeli. Bu kaynaklar, insanları kendi
küçük evlerini ve hikâyelerini “müzeleştirmeye” teşvik edip onlara destek
olmalı.
9.
Eşyalar çevrelerinden, sokaklarından kopartılmadan kendi doğal evlerine hüner
ve dikkatle yerleştirilirse, zaten kendi hikâyelerini anlatırlar.
10.
Şehirlere, mahallelere hükmeden anıtsal binalar insanlığımızı ortaya
çıkarmıyor, tam tersi onu eziyor. Daha insani olan; mahalleyi, sokakları,
çevredeki evleri, dükkânları, her şeyi serginin bir parçası haline getirecek
mütevazı müzeler hayal edebilmek!
11. Müzelerin geleceği
evlerimizin içindedir.”