12 Ocak 2012

Çekirdek ve Kabuk


En büyük, en geniş, en hızlı, en yıldızlı nesnelerle dolu Birleşik Arap Emirlikleri’nde, dünyanın en yüksek binası da Dubai’de. Doğal düzlüklerine ters orantılı biçimde yapay bir diklik. 2010 yılında, ziyaretçilerinin aşağı yukarı hareketine açılan Burj Khalifa, hem mekânla birlikte “inşa” edilen toplumsal cinsiyet algısı üzerine düşünmeye, hem de binaların sembolik ya da somut düzeyde uyguladığı şiddeti vurgulamaya müsait bir yapı. Fakat bugün, “İnşaata Girmek Yasaktır!” ve “Küçük İnsanlar” başlıklı kayıtlarda izleyebileceğiniz bu iki yaklaşımın aksine, bir önceki kayıttan yola çıkarak farklı bir değerlendirme öneriyorum. İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Bengü Cengiz Gök’ün, 2010 yılında sunduğu “Büyük Ölçekli ve Çok Fonksiyonlu Binaların Dış Mekânlarının Kent İle İlişkileri” başlıklı tez çalışması’nın ilk bölümünde yer alan büyüklük teorisinden hareketle, özellikle çekirdek ve kabuğu, Fatih Karahan’ın ifadeleriyle sembolik olarak ilişkilendirerek, duvarlaşan pencereler ya da pencereden duvarlar üzerine düşünmek istiyorum.
Burj Khalifa'nın dış cephesi için 26 bin cam panel kullanılmış!
Önce Gök:
“Büyük ölçekli binalar bir yüzyıldan beri inşa edilmelerine rağmen bu olgunun teorik altyapısı oluşmamıştır. Hollandalı Mimar Rem Koolhaas bu anlamda yaptığı çalışmada, ‘Büyüklük Teorisini’ beş görüş çerçevesinde ifade etmektedir:
1- Kritik büyüklükteki kütlenin ötesine geçen binalar ‘büyük ölçekli’ olarak anılırlar. Bu tip kütleler artık bir veya bir kaç mimarın çabası ile kontrol edilemezler. Çözümleri, bütünden ayrı çalışmayan fakat kendi içlerinde özerkliği olan parçalara bölünmeyi gerektirir.
2- Büyük ölçekli binalarda mimariden daha çok mekanik çözüm olan asansör ve buna benzer düşey sirkülasyon elemanları, konvansiyonel mimarideki boşlukları yeniden yorumlar. Kompozisyon sorunları, ölçek, oran, detay tartışmaya açıktır. ‘Büyüklük’ bağlamında mimarinin sanat içeriği işlevsizdir.
3- Büyük ölçekli binalarda çekirdek ve kabuk arasındaki mesafe büyüdüğü için cephe, içerideki fonksiyonu yansıtmaktan uzaklaşır. İç mekân ve mimari, farklı projeler olarak ayrılırlar; biri değişken program ve ikonografik ihtiyaçlara cevap ararken diğeri kente stabil/durağan bir görüntü sunar. ‘Büyüklük’ nedeni ile bina, işlevine ilişkin ipucu vermez ve kent içerisinde merak uyandıran bir kütle olarak algılanır. Görünen ile deneyimlenen aynı şeyler değildir.
4- Güzel veya çirkin olmasından bağımsız sadece boyut açısından bakıldığında bu tip binalar alışılmışın dışında (ahlaki açıdan sorgulanması gereken büyüklükleri vardır) bir etki alanına sahiptirler. Bu etki alanları niteliklerinden bağımsızdır.
5- Tüm bu yırtılmalar bütünü - ölçek, mimari kompozisyon, gelenek, şeffaflık, etik değerler- daha radikal bir sonucu işaret eder; ‘büyüklük’ ya da büyük ölçekli binalar kent dokusunun bir parçası değildirler, sadece bir arada yaşarlar.”
Sonra Karahan:
“Kendiliğin önemli ve belki de en temel özelliklerinden biri, varlık olarak kendini ötekilerden ayırabilme/kendini ayrı bir varlık olarak algılayabilme, bir anlamda içerisi (kendim olan şey) ve dışarısı (kendim olmayan şey) arasında bir ayrım yapabilme kapasitesidir. İçeriyi dışarıdan ayırmak/ayırabilmek, bir içeriye sahip olabilmek, bir içeri yaratabilmek olmak’ın/ varolmak’ın olmazsa olmazıdır! Duvarlar asıl bütünlüğü oluşturan, kendiliği asıl sırtlayan, içeriyle dışarısı arasında ve içerinin farklı işlevlerle bölünmesinde asıl ayrışmayı/netliği oluşturan yapılardır. Pencereler büyüdüğünde, bu, duvarların küçüldüğü anlamına gelecektir. 
…Büyük ve az örtük pencereler çağındayız artık. Bu, evlerimizin saydamlaştığı/saydamlaştığımız anlamına mı geliyor? Sanırım hayır! Hazzın narsistik işlenişi anlamına geliyor daha çok. Erotik mi? Sanmıyorum! Daha çok belki histerik!”