26 Şubat 2012

Hamilelik


Kadınlar Tuvaleti
İsimsiz
Yanda gördüğünüz üç fotoğraf da Çağla Cömert’e ait. Kadınlar Tuvaleti isimli ilkini, geçtiğimiz yıl şubat ayında, bedenden atılan ama bedende yeniden üretilenler üzerine düşünmek istediğim için paylaşmıştım. Zira Julia Kristeva'nın dediği gibi, "dışkı"nın tabuları ihlal eden ve özgürleştirici bir anlamı vardı! Diğerleri ise, tamamen tesadüf sonucu bugüne, yine şubat ayına rastladı. Joan Raphael-Leff’in “Pregnancy: The Inside Story” başlıklı kitabından aşağıdaki alıntılarla doğrudan ilişkili bu iki fotoğraf, benim için birincisinden bağımsız değil. Nitekim ayna karşısında, birbirinden farklı gibi duran iki durumu yansıtan fotoğraflar, bana ait zihinsel bir kurguyla, bir sürecin bütünlüğünü anlatmak için alt alta geliyor:
Border
“Hamilelik, fark edildiği andan itibaren, kadının ruhsal dünyasını etkiler;  rüyalarına, fantezilerine sızan bilinçdışı temsilleri tetikler. Gebeliğin başlangıcı, aynı zamanda tuhaf bir hikâyenin de başıdır. Hamilelik sürecinde, biri diğerinin içinde, iki beden vardır. Tek bir deri altında yaşayan iki kişi! Öyle ki bu birliktelik, hamile kadına, kendi annesinin karnında geçirdiği süreyi de çağrıştırır. Hayatımızın önemli bir kısmını, ayrı bireyler olarak bütünlüğümüzü korumak ve sürdürmek için harcadığımız düşünülünce, bu fiziksel birliktelik tekinsizdir. Tekinsizdir çünkü bastırılmış olan geri döner! Yani açığa çıkan şey tanıdıktır; madem ki geri gelmiştir, öteden beri bilinmektedir; olağan şartlarda karşılaşıldığında herhangi bir ürküntü yaratması beklenmemektedir; ancak bastırılmış olmasının bir sonucu olarak yeniden ortaya çıktığında tuhaflaşmış, anlaşılmaz biçimde yabancılaşmıştır ve bu nedenle karşılaşıldığında kuşku, endişe ve belirsizlik yaratmaktadır.
Bir bedende iki kişi, biyolojik bir bilmecedir. Zira anne olacak beden, kısmen kendine yabancı bir bedenin ikametine izin verebilmek için, kendi bağışıklık sistemini baskılar. Bunu, psikolojik olarak da yapar. Çünkü hamileliği içselleştirebilmek için, gebeliğin başındaki tehditlerle başa çıkmak zorundadır. Anlam, dış gerçeklikle iç içe geçmiş ruhsal gerçekliği besleyen plasentanın dışına taşar.
Bu içsel hikâye, her hamilelikte farklılaşır. Kadının iç dünyasına göre şekillenir. Hayal edilen bebek ile rahimdeki embriyo yan yana gelir. Daha gebelik gerçekleşmeden önce bile, bilinmeyen bebek, kadının bebek bekleyen iç dünyasında çizilir, bu dünyanın içinde önemli diğer ilk figürlerin arasındaki yerini alır ve yatırım yapılır. Sağlıklı bir ruhsal yapılanma içinde dahi, tüm bu bileşenler nadiren uyum içindedir. Hikâyenin tüm unsurları, birbirini sürekli tetikleyerek, işleyerek yeni formüller üretir."
Böylece eski sınırlar ihlal olur, yeni sınırlar çizilir...

15 Şubat 2012

Baby (not) On Board


Bugün, online izlediğim bir söyleşiden notlar ve yine aynı söyleşiden yola çıkarak online gezdiğim bir sergiyi paylaşmak istiyorum. Geçtiğimiz ay gerçekleşen ve tamamını Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nün internet sitesinden bulabileceğiniz konferansın konusu kadın müzeleri. Sosyolog Meral Akkent, dünyadaki sosyal değişimlerin aynası olarak kadın müzelerini ele aldığı ve ilham veren pek çok örnekle zenginleştirdiği sunumunda şöyle diyor: “Kadın müzelerini çeşitli kategorilere ayırabiliriz. Geleneksel müze konsepti içinde, eksikliği hissedilen kadın öznesi karşısında kadın tarihini gündeme getirenler, ataerkil tarih yorumuna itiraz edip anaerkil tarihi vurgulamak isteyenler, erkeklerin hakim olduğu meslek alanlarında başarılı kadın örnekleri öne çıkaranlar ya da devlet eliyle kurulup, onun dilini temsil edenler… Kamusal alanları kullananlar, binaya hapsolmak istemeyenler, sanal ortamda hizmet verenler…
Anı müzelerini de kadın müzesi tanımının içine aldığımızda, ilk örneklerine 1920’lerde rastlıyoruz. Bunlar kadın müzelerinin büyükanneleri. İlki Almanya’da, hayranı olduğu bir kadın sanatçının eserlerini bir araya getiren bir sanatseverin açtığı bir müze. 1929 yalında Amerika’da açılan ikincisini ise, 99 kadın pilot, meslekleri ve kadın kimlikleri çerçevesinde kendileri kurmuş. 1954 yılında Türkiye’de açılan bir diğer anı müzesi, kendi özelliğinin pek farkında olmayan Florence Nightingale Müzesi. Selimiye Kışlası içindeki müze, ancak izinle ziyaret edilebiliyor.
Genelde erkek biyografilerinin hakim olduğu anı salonlarına tepki olarak açılanlar (National Cowgirl Museum) ya da kadın sanatçıların kendi müzelerinin yapılmasını istemeleriyle kurulanlar (Ödemiş’te bulunan Bedia Akartürk Müzesi, yakında İstanbul’da açılacak olan Leyla Gencer Müzesi) dışında, kadın müzesi adıyla ve bu bilinçle açılan ilk müze Almanya-Bonn’da. Böylece müze konsepti sadece sanat ve kadın ile sınırlı kalmıyor; müze, sosyal sorunlara toplumsal aksiyonlar yaratma amacına uygun olarak yeniden düzenleniyor.
Devletin açtığı ilk kadın müzesi Vietnam’da. Kadınların kendilerini anlattıkları bir yerden çok, devletin kadına biçtiği rolleri yücelten bir anlayışla kurgulanıyor. İkinci ülke Sudan. Kadın üniversitesinin içine yerleştirilen müze, geçmişten bugüne kadının statüsünde oluşan değişimleri göstermeyi amaçlıyor. Senegal’de açılan kadın müzesi tam da kölelik müzesinin hemen karşısında!”
1. You still have time, maybe you will change your mind. You can adopt.
2. Childless women lack an essential humanity.
3. Your decision not to have children is rebellion against God's will.
Üniversitenin koridorlarını işgal ederek kendi müzelerini kuran kadınlar, seçtiği önemli kadın biyografileriyle donattığı otobüsü müzeleştirip gezdirenler, köylerde kurulanlar… Akkent, bu müzelerin çoğunun mütevazi bütçelerle ve bir grup kadının hayali olarak başladığını belirtiyor. Benzer bir heyecanla ama sadece finans ve bina sorununu aşmak için değil, uluslararası katılımı sağlamak amacıyla örgütlenen sanal müzeler de var. Yukarıdaki fotoğraflar da, Uluslararası Kadın Müzesi’nin internet sitesinde sergilenen Miriam Schaer’in “Baby (not) on board” isimli sergisinden.
Schaer, bebek elbiselerinin üzerine işlenen cümlelerle, toplumun çocuk sahibi olmayan kadınlara bakış açısını araştırıyor. Kendi deneyiminden yola çıkarak bir araya getirdiği bu ifadeler, önyargılı ve düşmanca tasvirler içeriyor: “Görünen o ki, çocuksuz olma kararım, beni toplumun geri kalan bir kısmının hedefi haline getiriyor,” diyor.  

11 Şubat 2012

Ağlama Duvarı/Facebook


Hem başlık, hem de yanda yer alan iki fotoğraf arasında bir ilişkilendirme yapabilmek için, Tan Tolga Demirci’nin “Ağlama Duvarı” başlıklı aşağıdaki yazısını sonuna kadar okumanız gerek. Ben yazıyı, facebook kullanıcıları için 17 şubatta bir zorunluluk haline gelecek “zaman tüneli” uygulamasına geçmeden, geçtiğimiz günlerde okudum. Dün akşam facebook’ta yaptığım değişiklikler sonrasında ise yeniden hatırladım. Hem bu uygulamanın ismi, hem benim seçtiğim kapak fotoğrafı ve önünde duran fotoğrafım, Demirci’nin ifadeleri ve kullandığı fotoğraf ile sadece biçimsel bir benzerlik taşımıyor. Benim için yazısının içeriğiyle de örtüşüyor. 
Böyle oluyor. Tan Tolga Demirci, bazen kullandığı bir fotoğrafla, bazen bir röportajıyla, bazen paylaştığı bir video ya da yazısıyla iç dünyamı tetikliyor. Kişisel çağrışımlarım bir yana, yazının kendi içindeki bütünlüğünü saklı tutarak, onu başka bir gösteren olarak düşündüğümde, Demirci’nin son paragrafta yeni kuşaklar için yaptığı öneri, yerini bulmuş görünüyor. Zira facebook’ta herkes, bazen kendi, bazen de başkalarının duvarında bol bol ağlıyor!
"Yukarıdaki film karesinde ağlamakta olan ve yükselme hırsı yaşayan bir kadın ile onun arkasındaki duvara özenle asılmış salon burjuvazisine dair bir eskiz görüyorsunuz. Biz, bu iki gösterge arasındaki çelişkiden üreme anlatım tarzına 'vulgar Yugoslav sembolizmi' adını veriyoruz. Nedeni gayet basit, çünkü kareyi bir Yugoslav filminden aldım. Ama milliyete takmayın lütfen, zira sizin sözde sembolizminiz de bu film karesinden daha derin değil. Hatta çoğunuzun bir sembolizmi olduğundan bile emin değilim. Ağlarken aniden arkasına bakıp da beyaz-boş bir duvarla karşılaşanlar lütfen panik yapmasınlar. Boş duvar, kişiliksizliği, zevksizliği ve biraz da salaklığı temsil eder. Yani öyle ya da böyle, ağlama anında sembolik bir zincire dahil olduğunuz müjdesini verir. 
Ama eğer 1960'larda yaşamış İtalyan bir kadın olsaydınız o zaman işler değişir. Çünkü elli sene önce beyaz-boş bir duvarın önünde ağlamak, modernizm nedenli yabancılaşma pratiğinin ideolojik bir uzantısı olmayı temsil ederdi. Bu şaşalı temsildeki tarihsel derinlikten kaynaklı varoluşsal acının ve bu kişilikli acının yarattığı stilistik boşluğun ne derece değerli olduğunun farkına varmış olmalısınız. Bu yüzden kendi niteliksiz beyaz duvarınızı Monica Vitti'nin, üzerinde 'kuramsal boşluk' yazan beyaz duvarı ile karşılaştırmayın!
Benzer biçimde 1970'lerde yaşamış Fransız bir kadın olsaydınız, ıslak barutla yazılmış bir duvar yazısının önünde ağlayarak sosyalizmin nihai arzusuyla kendi libidinal arzunuzu çiftleştirerek seksüel-politik bir manifesto yazabilirdiniz pekala. Ve eğer isterseniz sonrasında büyük bir iştahla 'seksüel' olanı 'spiritüel' olanla yer değiştirip, politik argümanın fallik pozunu da memesi boşaltılmış bir Hippi kadınına dönüştürebilirdiniz. Ama hayır, beyaz bir duvardan başka hiçbir anlamı olmayan kendi duvarınızı lütfen Caroline de Bendern'in fişek ve çiçek kokan duvarıyla karşılaştırmayın! 
Ve siz yazık ki 80'li yıllar içinde ağlayarak 'sembolizm' üretmeyi başarabilen bir kadın olamadınız yine. Eğer 1980'lerde yaşamış Alman bir kadın olsaydınız Berlin duvarının hemen önünde boş-beyaz bir yüzey bulup, dibi yenmiş dokuz yaş görünümlü tırnaklarınızı etinize geçirip, sevgilinizi düşünerek ağlayabilirdiniz. Ayrılık kaygısını muhafazakar-politik bir duvardan daha iyi ne anlatabilir ki? Tüm bunlar sizin cephenizde yaşanmadı. Bu yüzden kendi kekeme duvarınızı lütfen Beatrice Manowski'nin kireçlenmiş cesetlerden örülü beyaz duvarıyla karşılaştırmayın! 
Siz son kuşaklar, size söyleyecek neredeyse hiçbir şey yok. Bilmem hangi programla gittiğiniz ülkelerde, 'kopyala-yapıştır' arzularınızı ucuz merakınızla bütünleştirip de Dalay Lama pozları vermekten vazgeçin. Orayı-burayı keşfetme takıntınız, coğrafi olarak dışsallaşan ve böylelikle de kendini ustalıkla parçalayıp gizleyen sonradan olma zavallılığınızı keşfetme takıntısıdır. Nereye giderseniz gidin, hangi köşenin ardına bakarsanız bakın, üzerinize kazınmış olan bu 'aptal kaşif' rolünü süslemeye yetmeyecektir. Laboratuvar ortamında üretilen heveslerle kendi ırzınıza geçiyor, sonrasında patolojik bir şişme yaşıyor ve nihayet topraklarınıza geri döndüğünüzde de bir türlü sönmek bilmiyorsunuz. Siz en iyisi gelin bu enerji israfından kurtulun, sonrasında gidin bir duvar bulun -ki ben size kendi ruhsal bastırma duvarınızı öneriyorum- ve arkaya gitmek istediğiniz ülkenin haritasını asıp önünde bol bol ağlama provası yapın. Böylelikle belki vulgar Yugoslav sembolizmine yakın bir anlam üretebilir ve dahası 'Milena Dravić'in duvarını daha yakından tanıyabilirsiniz."

9 Şubat 2012

Sarılmak

Geçtiğimiz gün kulağım televizyona takıldı. Sonradan, Turkcell’in “Van için Türkiye Kumbarası” kampanyası olduğunu öğrendiğim tanıtım filminde, Van’da çalışan Beden Öğretmeni Selma Karakoç şöyle diyordu: “Her gün mutlaka bir öğrencime sarılıyorum. Sarılmak birçok şeyi değiştiriyor. Çocuklarla birlikte iyileşmeye çalışıyoruz.”
Sarılmanın iyileştirebilirliği üzerine düşünürken, psikanalitik açıdan anne ve çocuk arasında bir nevi “deprem” olarak tanımlanan otizm geldi aklıma. Zira yakın zamanda okuduğum bir kitap, otizmi, “istenen körlük, istenen sağırlık, istenen zayıflık, istenen yalnızlık” olarak tarif ediyordu. Çocukların kendilerine zarar vermeleri ise yönlendirilmiş bir öfkeydi. Çocuk, etrafındaki yetişkinlere karşı olan öfkesini kendisine yansıtıyordu. Haliyle tedavisi de, otizmi bir gelişim bozukluğu olarak gören ve istenmeyen davranışları eleyerek, yaşamak ve öğrenmek için daha uygun beceriler kazandırmaya odaklanan bilişsel/davranışçı terapilerden farklıydı. Psikanaliz otizmi, endişenin hakim olduğu duygusal bir çatışma olarak ele alıyordu. Sebep, yaşamın ilk yıllarında anne-çocuk arasındaki bağın başarısızlığı olarak gösteriliyordu. Böylece anne yeniden bağlanma konusunda başarılı olabilirse, çocuk otizmden kurtulabilirdi. Seanslar ise annenin çocuğu kucağına alıp, onu kendisiyle göz göze gelecek şekilde tutmasını kapsıyordu. Nitekim göğüs göğüse sağlanan bu fiziksel yakınlık, zihinsel birlikteliği de mümkün kılacaktı. Kitapta, her iki yöntemi de deneyen aile, analitik yaklaşımı olumsuzlayarak, yollarına davranışçı terapiyle devam ediyor. Ne kadar başarılı olduklarını da, hiçbir zaman ölçülebilir bir alan olmayan psikanalizin aksine, kitabın sonunda verdikleri istatistiklerle “kanıtlıyorlar.” Bu kızgınlığın, analitik yaklaşımın anne-babaların iç dünyalarını tehdit eden açıklamalardan mı ya da gerçekten yetersizliğinden mi kaynakladığını anlamak pek mümkün olmasa da, konuyu ayrıntılandırmak için başladığım bu kayıttan, ne kadar çatışmalı bir alan olduğunu kısa bir internet araştırması sayesinde gördükten sonra vazgeçtim.
Nil Köken - Arayış
Yeni blog kaydı için oradan oraya sıçrarken, Nil Köken’in “Düşsel Bahçe Resimleri” isimli sanatta yeterlik çalışması çıktı karşıma. Köken, kendi internet sitesinde bulunmayan ve benim gördüğüm an mutlaka kullanmaya karar verdiğim resimleri için şunları yazmış:
“Arayış adlı bir dizi resimde anne kelimesiyle sembolize edilmeye çalışılan; sevgi, ana kaynak, dönülecek yuva ya da varoluşsal anlamdır. Dalgıç bebek, var oluşun anlamını sorgulayan ve yaşamında derin bir değer bulmak isteyen insanoğlu için bir eğretilemedir. İlk resimde bebeği tutan meçhul bir el bulunur. Bu ele nazaran bebek cansız bir nesne gibidir. Ama resimler ilerledikçe bebek kendi kendine hareket etmeye, yaşamaya başlar. Doğada bir gülün kokusunda annesini arayan gerçek bir çocuğa doğru evrilir, kendini var saymaya başlar. ‘Gerçekten var mıyım? Aradığım derin anlam; mükemmel ahenk ve sevgi var mıdır?’ diye sorar.”
Nil Köken 2008 yılında Radikal’e verdiği bir röportajda, “Hayatın İçinden Portreler” isimli sergisini anlatmış:
“Beni portreye yönelten şey karşımdaki yüzlerde kendimi ve içinde bulunduğumuz evreni izlemek ve insanı yeniden anlamlandırmak isteğiydi. İnsanı anlamak ve anlamlandırmak macerası portrelerde daha da netlik kazanıyor. Bu sergideki portreler için özellikle kendime yakın hissettiğim kişileri seçtim. Bunun nedeni portre yaparken insana olduğu kadar, kendime dair de ipuçları arıyor oluşumdu. Aslında portrelerini yaptığım kişileri tanımak farkında olmadan işimi kolaylaştırıyor. Hem sıklıkla gördüğüm yüzleri öğrenmiş olmak hem de onların kişiliklerine dair edinmiş olduğum sezgisel bilgiyi daha net aktarabilmek açısından. Bazen de tam tersi olabiliyor. Örneğin babamın birçok portresini çalıştım. Her birinde farklı imgeler yakaladıysam da çoğunda istediğim sonucu alamadım. Ta ki son yaptığım küçük portreye kadar. Bu konu bilinmezlik dolu.”
Böylece sarılmayla başlayan yolculuk,  bu eylemin özneleri olan portrelerle bütünlenmiş oldu!

6 Şubat 2012

Organ Nakli

Şiir, Mary Oliver'a ait.
Önce Türkiye’de gerçekleştirilen ilk yüz nakli, sonra Amerika’da 6 organın aynı anda nakledildiği bir diğer ilk ameliyat… Bu iki ‘teknik’ bilgi karşısında zihnimde birikenleri, organ naklinin ruhsal boyutunu psikanalitik bir bakış açısıyla ele alması dolayısıyla, en azından Türkçe literatürde nadir örneklerinden biri olma özelliği kazanan bir araştırmayı aktararak anlamak istedim. Zira bu haberler, tükenmiş organın çıkarılması ve bu nedenle kendinden bir parçanın kaybı, kadavradan gelen bir organın nakli, ölü bir bedenden çıkan ‘canlı’ bir organ, organlarından yararlanabilmek için birisinin ölmesini beklemek, bu organı bedenine kabul etme süreci, farklı bedenlerin bir araya gelmesini sağlamak için organ reddine karşı ilaç tedavileri, bilinen ve kaybedilmiş bir duruma dönüşten çok, yeni ve bilinmez olana geçiş, naklin içselleştirilmesi, vericinin düşlemsel tasviri, suçluluk, borçlanmışlık gibi, pek çok karmaşık ruhsal süreci içinde barındırıyor. Böylece organ, nakilli hastanın bedeninde birbirine karışan yaşam ve ölümün çelişkili nesnesine dönüşüyor!
Zeren Okçuoğlu’nun “Aile içi ve kadavradan nakil olmuş organ nakli hastalarının psikolojik değerlendirilmesi” ismini taşıyan yüksek lisans tezi, karşılaştırmalı bir çalışma. Haliyle araştırmanın ikinci bölümü, katılımcılara uygulanan bazı test ve ölçeklerin veri ve analizlerini içeriyor. Tamamına Ulusal Tez Merkezi’nden ulaşabileceğiniz araştırmayı, benim ilgi çekici bulduğum ayrıntılarıyla okuyacaksınız:
“Başarılı bir nakil yalnızca organ reddinin gerçekleşmemesi değil, aynı zamanda yabancı bedenin, alıcının kendi bedenine ruhsal kabulü demektir. Bütünleştirmenin bu karmaşık ruhsal işleyişi, bu 'içe alma', öznenin önceki kişiliğine ve özellikle de kişinin kendi bedeniyle ilgili imgesine bağlıdır. Ruhsal nakil, anatomik naklin aksine, içe alma mekanizmalarından geçen karmaşık bir zihinselleştirme çalışması gerektirmektedir.
Nakledilen organ yeni hayatın bir temsilcisidir ama sıklıkla, özellikle de organın zihinsel bütünleştirme çalışması henüz gerçekleşmemişken, alıcı, vericinin hayatıyla kendi hayatı arasında bir karmaşa yaşayabilir. Kendi hayatına devam etmek, başka bir hayata ya da başkasının hayatına devam etmekle karışabilir. Bu gibi durumlarda alıcı, verici tarafından ele geçirileceğinden korkarak kimlik ve ait olma duygusunda ciddi bir bozulma belirebilir. Annesinin böbreğini aldığı için çok memnun olan bir ergen aynı zamanda: ‘Hadım edilmiş gibi hissediyorum, tüm yaptığım annemin idrarını işemek,’ demiştir. Bu örnek de içe yansıtılana karşı gelişmiş çelişkili tutumu göstermektedir.
… Nakledilen organ, bireyselliğin sınırlarını püskürtür ve alıcıda kendini tanıyamama korkusu, bütünlüğün kaybı, dış dünya ve kendilik arasındaki sınırların parçalanması gibi duygular ortaya çıkabilir. Kalp nakli olmuş Fransız filozof Jean-Luc Nancy, ‘Intrus’ isimli kitabında, hayatta kalımının yabancılar ve yabancılıklarla dokulu, karmaşık bir süreç içerisinde yer aldığını söylemiştir. Kendinde davetsiz bir misafir olduğundan ve kendine yabancılaştığından bahseder: ‘Bu bir duygudan çok daha fazlası. Beni bu derece canlı yapan kendi kimliğimin yabancılığı, bana hiç bu kadar keskin biçimde dokunmamıştı.’
… Organ reddi durumunda organı işlememiş olan bir vericinin suçluluk duygusunu göz önünde tutmak önemli olduğu kadar, bedeninden ebeveynin ”iyi organını” atan alıcının duygularını da hesaba katmak oldukça önemlidir. Böylesi bir durum karşısında alıcıda suçluluk duygusunun oluştuğunu görmek kaçınılmazdır. Annesinden yapılan ilk böbrek nakli organ reddiyle sonuçlanan, daha sonra babasının böbreğini alan 24 yaşındaki kadın hasta, “Annemin evine hırsız girdi. O günden sonra evde otururken biri gelip boğazımı kesecekmiş gibi bir korkum var. Hırsızı benim fark etmem lazımdı üstte oturduğu için annemler… Anneme bir şey olmasın diye dua ediyorum. Bir yerleri acısa, ağrısa huzursuz oluyorum,’ demiştir. Schwering, annesinden karaciğer nakli olmuş bir çocuğun ruhsal durumunu anlattığı bir çalışmasında, alıcı olan çocuğun silah ya da bıçakla birisinin gelebileceğine ve hayatının tehlikede olduğuna dair bir korkusu bulunduğundan ve kendini korumak için ne yapabileceğini düşündüğünden bahsetmektedir. Başka bir deyişle, çocuğun düşlemlerindeki katilin, vericinin imgesel temsilcisi olabileceğini söylemektedir. Benzer şekilde, bu alıcıda da zarar görme düşlemleri bulunduğu görülmüş ve bunu da suçluluk duygusunun tetiklediği düşünülmüştür.”

2 Şubat 2012

The Sopranos


Pie O My, The Sopranos’un izlediğim en güzel bölümü değil. Ama alttaki fotoğrafta yer alan finaliyle, aklıma kazınanlardan biri. Sembolik motiflerle kuvvetlendirilen, hatta katmanlaşan dizinin benzersiz hikâye anlatımı, her sahnede karşılaşılabilecek zengin detaylarla dolu. Ben de bugün, dizide özellikle hayvanlarla kurulan sembolik ilişkiyi anlamak için, Christopher Vincent’ın yazdığı “Paying Respect To The Sopranos” isimli kitaptan alıntılar yapmak istedim. Bir anlam dikte etmekten çok, böyle bir listenin, okuyan herkesin kendi “çevirisine” muhtaç olduğu gerçeğinden yola çıkarak, olduğu gibi, İngilizce orijinaliyle yayınlamaya karar verdim. Elbette diziyi izleyenler için anlamlı olabilecek bu kayıt, serinin genel atmosferiyle hem ilişkili hem bağımsız bir değerlendirme öneriyor. Nitekim yazı, Jefferson Airplane’in 1967 tarihli SURREALISTIC Pillow albümünde yer alan White RABBIT ile başlayıp biten ve benim en sevdiğim bölüm olan ilk sezonun yedinci bölümü ile yan yana geldiğinde, en azından benim için, başka çağrışımlara izin veriyor:   

Duck: Tony’s first panic attack occurs when he sees the baby ducks take flight for the first time. He later dreams of duck flying off with his penis, a castration, and in dialoging with Melfi about this dream he comes to the realization that his anxiety about the ducks’ departure is actually derived from his fear of losing his family. This explanation concretely establishes the device of symbolism in the firmament of The Sopranos. This primary interpretation of ducks provides a foundation for numerous additional instances of duck details. In the moment after Tony kills Febby Petrullio, his attention is caught by a flock of ducks flying overhead, their calls echoing in the New England woods. In season two, Melfi recalls the ducks with a smile, pointing out that Tony imparting difficult lessons to his children is like teaching them to fly, allowing them to leave the nest. In assessing Livia as a mother, Carmela describes her as a 'peculiar duck.' Tony’s lawyer helps him by getting their 'duck in a row.' Tony hides money in bushels of duck food. Junior feels sorry for a neighborhood boy because his shoes are held together by duct tape, pronounced “duck” tape.
Rat: Some animal plays a smaller role. Rats are a constant point of reference when discussing betrayal of loyalty. The common term for anyone who cooperates with the Federal government is 'rat.' When someone spills someone else’s secret, they are said to be 'ratting out' that person.
Dog: Tony is sentimental about his childhood dog Trippy. Chris accidently sits on Adriana’s beloved Cosette with fatal results. Angie Bonpensiero seeks money from the Sopranos to pay for her sick dog’s veterinary bills. Melfi has a dream in which Tony is represented by a Rottweiler.
Horse: Tony’s love of animals shines on Pie o My. He shows genuine, childlike affection in caring for Pie and remembers her as a beautiful and innocent creature. In his world of theft, murder, vice and general ugliness, Pie O My is a rare thing of grace, untainted by the dreadfulness with which Tony lives. There are moments when Pie O My is drawn in close proximity to women in Tony’s life. In a dream, Carmela tells Tony he can’t have his horse/whores in the house. As Tony breaks up with Valentina and Svetlana he gives each the gift of o diamond brooch in the shape of horseshoe. Furio’s defining trait is his ponytail.
Fish: Tony and Carmela frequent a new, trendy sushi restaurant at the beginning of season six. Carmela characterizes AJ’s English teacher as a cold fish. As Chris relapses into heroin use, Tim Buckley’s song 'Dolphins' is prominently featured. After Adriana’s murder, Carmela counsels a grieving Christopher that there are other fish in the sea. Melfi’s Alexithymia discussion paints Tony as a shark.
Pig: Individuals who are greedy, crass or selfish are referred to as pigs. Of course there is the centrality of the pork store: Satriale’s.
Bear: Bears take on significance in the fifth season when a wild black bear stalks the Soprano estate. A stuffed animal bear is present in Tony’s coma experience, delivering the message that his elevator is out of order.”