9 Şubat 2012

Sarılmak

Geçtiğimiz gün kulağım televizyona takıldı. Sonradan, Turkcell’in “Van için Türkiye Kumbarası” kampanyası olduğunu öğrendiğim tanıtım filminde, Van’da çalışan Beden Öğretmeni Selma Karakoç şöyle diyordu: “Her gün mutlaka bir öğrencime sarılıyorum. Sarılmak birçok şeyi değiştiriyor. Çocuklarla birlikte iyileşmeye çalışıyoruz.”
Sarılmanın iyileştirebilirliği üzerine düşünürken, psikanalitik açıdan anne ve çocuk arasında bir nevi “deprem” olarak tanımlanan otizm geldi aklıma. Zira yakın zamanda okuduğum bir kitap, otizmi, “istenen körlük, istenen sağırlık, istenen zayıflık, istenen yalnızlık” olarak tarif ediyordu. Çocukların kendilerine zarar vermeleri ise yönlendirilmiş bir öfkeydi. Çocuk, etrafındaki yetişkinlere karşı olan öfkesini kendisine yansıtıyordu. Haliyle tedavisi de, otizmi bir gelişim bozukluğu olarak gören ve istenmeyen davranışları eleyerek, yaşamak ve öğrenmek için daha uygun beceriler kazandırmaya odaklanan bilişsel/davranışçı terapilerden farklıydı. Psikanaliz otizmi, endişenin hakim olduğu duygusal bir çatışma olarak ele alıyordu. Sebep, yaşamın ilk yıllarında anne-çocuk arasındaki bağın başarısızlığı olarak gösteriliyordu. Böylece anne yeniden bağlanma konusunda başarılı olabilirse, çocuk otizmden kurtulabilirdi. Seanslar ise annenin çocuğu kucağına alıp, onu kendisiyle göz göze gelecek şekilde tutmasını kapsıyordu. Nitekim göğüs göğüse sağlanan bu fiziksel yakınlık, zihinsel birlikteliği de mümkün kılacaktı. Kitapta, her iki yöntemi de deneyen aile, analitik yaklaşımı olumsuzlayarak, yollarına davranışçı terapiyle devam ediyor. Ne kadar başarılı olduklarını da, hiçbir zaman ölçülebilir bir alan olmayan psikanalizin aksine, kitabın sonunda verdikleri istatistiklerle “kanıtlıyorlar.” Bu kızgınlığın, analitik yaklaşımın anne-babaların iç dünyalarını tehdit eden açıklamalardan mı ya da gerçekten yetersizliğinden mi kaynakladığını anlamak pek mümkün olmasa da, konuyu ayrıntılandırmak için başladığım bu kayıttan, ne kadar çatışmalı bir alan olduğunu kısa bir internet araştırması sayesinde gördükten sonra vazgeçtim.
Nil Köken - Arayış
Yeni blog kaydı için oradan oraya sıçrarken, Nil Köken’in “Düşsel Bahçe Resimleri” isimli sanatta yeterlik çalışması çıktı karşıma. Köken, kendi internet sitesinde bulunmayan ve benim gördüğüm an mutlaka kullanmaya karar verdiğim resimleri için şunları yazmış:
“Arayış adlı bir dizi resimde anne kelimesiyle sembolize edilmeye çalışılan; sevgi, ana kaynak, dönülecek yuva ya da varoluşsal anlamdır. Dalgıç bebek, var oluşun anlamını sorgulayan ve yaşamında derin bir değer bulmak isteyen insanoğlu için bir eğretilemedir. İlk resimde bebeği tutan meçhul bir el bulunur. Bu ele nazaran bebek cansız bir nesne gibidir. Ama resimler ilerledikçe bebek kendi kendine hareket etmeye, yaşamaya başlar. Doğada bir gülün kokusunda annesini arayan gerçek bir çocuğa doğru evrilir, kendini var saymaya başlar. ‘Gerçekten var mıyım? Aradığım derin anlam; mükemmel ahenk ve sevgi var mıdır?’ diye sorar.”
Nil Köken 2008 yılında Radikal’e verdiği bir röportajda, “Hayatın İçinden Portreler” isimli sergisini anlatmış:
“Beni portreye yönelten şey karşımdaki yüzlerde kendimi ve içinde bulunduğumuz evreni izlemek ve insanı yeniden anlamlandırmak isteğiydi. İnsanı anlamak ve anlamlandırmak macerası portrelerde daha da netlik kazanıyor. Bu sergideki portreler için özellikle kendime yakın hissettiğim kişileri seçtim. Bunun nedeni portre yaparken insana olduğu kadar, kendime dair de ipuçları arıyor oluşumdu. Aslında portrelerini yaptığım kişileri tanımak farkında olmadan işimi kolaylaştırıyor. Hem sıklıkla gördüğüm yüzleri öğrenmiş olmak hem de onların kişiliklerine dair edinmiş olduğum sezgisel bilgiyi daha net aktarabilmek açısından. Bazen de tam tersi olabiliyor. Örneğin babamın birçok portresini çalıştım. Her birinde farklı imgeler yakaladıysam da çoğunda istediğim sonucu alamadım. Ta ki son yaptığım küçük portreye kadar. Bu konu bilinmezlik dolu.”
Böylece sarılmayla başlayan yolculuk,  bu eylemin özneleri olan portrelerle bütünlenmiş oldu!