6 Şubat 2012

Organ Nakli

Şiir, Mary Oliver'a ait.
Önce Türkiye’de gerçekleştirilen ilk yüz nakli, sonra Amerika’da 6 organın aynı anda nakledildiği bir diğer ilk ameliyat… Bu iki ‘teknik’ bilgi karşısında zihnimde birikenleri, organ naklinin ruhsal boyutunu psikanalitik bir bakış açısıyla ele alması dolayısıyla, en azından Türkçe literatürde nadir örneklerinden biri olma özelliği kazanan bir araştırmayı aktararak anlamak istedim. Zira bu haberler, tükenmiş organın çıkarılması ve bu nedenle kendinden bir parçanın kaybı, kadavradan gelen bir organın nakli, ölü bir bedenden çıkan ‘canlı’ bir organ, organlarından yararlanabilmek için birisinin ölmesini beklemek, bu organı bedenine kabul etme süreci, farklı bedenlerin bir araya gelmesini sağlamak için organ reddine karşı ilaç tedavileri, bilinen ve kaybedilmiş bir duruma dönüşten çok, yeni ve bilinmez olana geçiş, naklin içselleştirilmesi, vericinin düşlemsel tasviri, suçluluk, borçlanmışlık gibi, pek çok karmaşık ruhsal süreci içinde barındırıyor. Böylece organ, nakilli hastanın bedeninde birbirine karışan yaşam ve ölümün çelişkili nesnesine dönüşüyor!
Zeren Okçuoğlu’nun “Aile içi ve kadavradan nakil olmuş organ nakli hastalarının psikolojik değerlendirilmesi” ismini taşıyan yüksek lisans tezi, karşılaştırmalı bir çalışma. Haliyle araştırmanın ikinci bölümü, katılımcılara uygulanan bazı test ve ölçeklerin veri ve analizlerini içeriyor. Tamamına Ulusal Tez Merkezi’nden ulaşabileceğiniz araştırmayı, benim ilgi çekici bulduğum ayrıntılarıyla okuyacaksınız:
“Başarılı bir nakil yalnızca organ reddinin gerçekleşmemesi değil, aynı zamanda yabancı bedenin, alıcının kendi bedenine ruhsal kabulü demektir. Bütünleştirmenin bu karmaşık ruhsal işleyişi, bu 'içe alma', öznenin önceki kişiliğine ve özellikle de kişinin kendi bedeniyle ilgili imgesine bağlıdır. Ruhsal nakil, anatomik naklin aksine, içe alma mekanizmalarından geçen karmaşık bir zihinselleştirme çalışması gerektirmektedir.
Nakledilen organ yeni hayatın bir temsilcisidir ama sıklıkla, özellikle de organın zihinsel bütünleştirme çalışması henüz gerçekleşmemişken, alıcı, vericinin hayatıyla kendi hayatı arasında bir karmaşa yaşayabilir. Kendi hayatına devam etmek, başka bir hayata ya da başkasının hayatına devam etmekle karışabilir. Bu gibi durumlarda alıcı, verici tarafından ele geçirileceğinden korkarak kimlik ve ait olma duygusunda ciddi bir bozulma belirebilir. Annesinin böbreğini aldığı için çok memnun olan bir ergen aynı zamanda: ‘Hadım edilmiş gibi hissediyorum, tüm yaptığım annemin idrarını işemek,’ demiştir. Bu örnek de içe yansıtılana karşı gelişmiş çelişkili tutumu göstermektedir.
… Nakledilen organ, bireyselliğin sınırlarını püskürtür ve alıcıda kendini tanıyamama korkusu, bütünlüğün kaybı, dış dünya ve kendilik arasındaki sınırların parçalanması gibi duygular ortaya çıkabilir. Kalp nakli olmuş Fransız filozof Jean-Luc Nancy, ‘Intrus’ isimli kitabında, hayatta kalımının yabancılar ve yabancılıklarla dokulu, karmaşık bir süreç içerisinde yer aldığını söylemiştir. Kendinde davetsiz bir misafir olduğundan ve kendine yabancılaştığından bahseder: ‘Bu bir duygudan çok daha fazlası. Beni bu derece canlı yapan kendi kimliğimin yabancılığı, bana hiç bu kadar keskin biçimde dokunmamıştı.’
… Organ reddi durumunda organı işlememiş olan bir vericinin suçluluk duygusunu göz önünde tutmak önemli olduğu kadar, bedeninden ebeveynin ”iyi organını” atan alıcının duygularını da hesaba katmak oldukça önemlidir. Böylesi bir durum karşısında alıcıda suçluluk duygusunun oluştuğunu görmek kaçınılmazdır. Annesinden yapılan ilk böbrek nakli organ reddiyle sonuçlanan, daha sonra babasının böbreğini alan 24 yaşındaki kadın hasta, “Annemin evine hırsız girdi. O günden sonra evde otururken biri gelip boğazımı kesecekmiş gibi bir korkum var. Hırsızı benim fark etmem lazımdı üstte oturduğu için annemler… Anneme bir şey olmasın diye dua ediyorum. Bir yerleri acısa, ağrısa huzursuz oluyorum,’ demiştir. Schwering, annesinden karaciğer nakli olmuş bir çocuğun ruhsal durumunu anlattığı bir çalışmasında, alıcı olan çocuğun silah ya da bıçakla birisinin gelebileceğine ve hayatının tehlikede olduğuna dair bir korkusu bulunduğundan ve kendini korumak için ne yapabileceğini düşündüğünden bahsetmektedir. Başka bir deyişle, çocuğun düşlemlerindeki katilin, vericinin imgesel temsilcisi olabileceğini söylemektedir. Benzer şekilde, bu alıcıda da zarar görme düşlemleri bulunduğu görülmüş ve bunu da suçluluk duygusunun tetiklediği düşünülmüştür.”