Şiir, Mary Oliver'a ait. |
Önce Türkiye’de gerçekleştirilen ilk yüz nakli, sonra Amerika’da 6 organın aynı anda nakledildiği bir diğer ilk ameliyat… Bu iki ‘teknik’ bilgi karşısında zihnimde birikenleri, organ naklinin ruhsal boyutunu psikanalitik bir bakış açısıyla ele alması dolayısıyla, en azından Türkçe literatürde nadir örneklerinden biri olma özelliği kazanan bir araştırmayı aktararak anlamak istedim. Zira bu haberler, tükenmiş organın çıkarılması ve bu nedenle kendinden bir parçanın kaybı, kadavradan gelen bir organın nakli, ölü bir bedenden çıkan ‘canlı’ bir organ, organlarından yararlanabilmek için birisinin ölmesini beklemek, bu organı bedenine kabul etme süreci, farklı bedenlerin bir araya gelmesini sağlamak için organ reddine karşı ilaç tedavileri, bilinen ve kaybedilmiş bir duruma dönüşten çok, yeni ve bilinmez olana geçiş, naklin içselleştirilmesi, vericinin düşlemsel tasviri, suçluluk, borçlanmışlık gibi, pek çok karmaşık ruhsal süreci içinde barındırıyor. Böylece organ, nakilli hastanın bedeninde birbirine karışan yaşam ve ölümün çelişkili nesnesine dönüşüyor!
Zeren
Okçuoğlu’nun “Aile içi ve kadavradan nakil olmuş organ nakli hastalarının
psikolojik değerlendirilmesi” ismini taşıyan yüksek lisans tezi,
karşılaştırmalı bir çalışma. Haliyle araştırmanın ikinci bölümü, katılımcılara
uygulanan bazı test ve ölçeklerin veri ve analizlerini içeriyor. Tamamına Ulusal
Tez Merkezi’nden ulaşabileceğiniz araştırmayı, benim ilgi çekici bulduğum
ayrıntılarıyla okuyacaksınız:
“Başarılı
bir nakil yalnızca organ reddinin gerçekleşmemesi değil, aynı zamanda yabancı
bedenin, alıcının kendi bedenine ruhsal kabulü demektir. Bütünleştirmenin bu
karmaşık ruhsal işleyişi, bu 'içe alma', öznenin önceki kişiliğine ve özellikle
de kişinin kendi bedeniyle ilgili imgesine bağlıdır. Ruhsal nakil, anatomik
naklin aksine, içe alma mekanizmalarından geçen karmaşık bir zihinselleştirme
çalışması gerektirmektedir.
Nakledilen
organ yeni hayatın bir temsilcisidir ama sıklıkla, özellikle de organın
zihinsel bütünleştirme çalışması henüz gerçekleşmemişken, alıcı, vericinin
hayatıyla kendi hayatı arasında bir karmaşa yaşayabilir. Kendi hayatına devam
etmek, başka bir hayata ya da başkasının hayatına devam etmekle karışabilir. Bu
gibi durumlarda alıcı, verici tarafından ele geçirileceğinden korkarak kimlik
ve ait olma duygusunda ciddi bir bozulma belirebilir. Annesinin böbreğini
aldığı için çok memnun olan bir ergen aynı zamanda: ‘Hadım edilmiş gibi
hissediyorum, tüm yaptığım annemin idrarını işemek,’ demiştir. Bu örnek de içe
yansıtılana karşı gelişmiş çelişkili tutumu göstermektedir.
…
Nakledilen organ, bireyselliğin sınırlarını püskürtür ve alıcıda kendini tanıyamama
korkusu, bütünlüğün kaybı, dış dünya ve kendilik arasındaki sınırların parçalanması
gibi duygular ortaya çıkabilir. Kalp nakli olmuş Fransız filozof Jean-Luc
Nancy, ‘Intrus’ isimli kitabında, hayatta kalımının yabancılar ve yabancılıklarla
dokulu, karmaşık bir süreç içerisinde yer aldığını söylemiştir. Kendinde
davetsiz bir misafir olduğundan ve kendine yabancılaştığından bahseder: ‘Bu bir
duygudan çok daha fazlası. Beni bu derece canlı yapan kendi kimliğimin
yabancılığı, bana hiç bu kadar keskin biçimde dokunmamıştı.’
… Organ
reddi durumunda organı işlememiş olan bir vericinin suçluluk duygusunu göz önünde
tutmak önemli olduğu kadar, bedeninden ebeveynin ”iyi organını” atan alıcının
duygularını da hesaba katmak oldukça önemlidir. Böylesi bir durum karşısında alıcıda
suçluluk duygusunun oluştuğunu görmek kaçınılmazdır. Annesinden yapılan ilk böbrek
nakli organ reddiyle sonuçlanan, daha sonra babasının böbreğini alan 24
yaşındaki kadın hasta, “Annemin evine hırsız girdi. O günden sonra evde
otururken biri gelip boğazımı kesecekmiş gibi bir korkum var. Hırsızı benim
fark etmem lazımdı üstte oturduğu için annemler… Anneme bir şey olmasın diye
dua ediyorum. Bir yerleri acısa, ağrısa huzursuz oluyorum,’ demiştir. Schwering,
annesinden karaciğer nakli olmuş bir çocuğun ruhsal durumunu anlattığı bir çalışmasında,
alıcı olan çocuğun silah ya da bıçakla birisinin gelebileceğine ve hayatının
tehlikede olduğuna dair bir korkusu bulunduğundan ve kendini korumak için ne
yapabileceğini düşündüğünden bahsetmektedir. Başka bir deyişle, çocuğun düşlemlerindeki
katilin, vericinin imgesel temsilcisi olabileceğini söylemektedir. Benzer şekilde,
bu alıcıda da zarar görme düşlemleri bulunduğu görülmüş ve bunu da suçluluk
duygusunun tetiklediği düşünülmüştür.”