Önce bir fotoğraf gördüm, sonra da bir yazı okudum. Her ikisini de, kendi iç dünyamla örtüştüğü için, bir arada paylaşmak istedim.
Bahar Toktaş’ın çektiği fotoğrafın ismi Bedel. Ona eşlik eden metin ise, "Feminizm ve Doğaya Hükmetmek" başlıklı kitabının yazarı Val Plumwood’un, uğradığı bir timsah saldırısının ardından kaleme aldığı makale.
Bülent Doğan’ın, Virgül için 2005 yılında yaptığı çevirisiyle:
"Kanoyla açılıp ana akıntıya girdiğimde yağmur ve rüzgâr tekrar başladı. Kanaldan aşağı inmeye başlayalı daha beş on dakika olmamıştı ki, akıntının ortasında kütüğe benzer bir şeyin yüzdüğünü gördüm. Akıntı beni ona yaklaştırdığında kütüğün gözleri meydana çıktı. Bu bir timsahtı.
...Timsahla çarpışmamak için küreği kullanmaya çalıştıysam da, tuhaf bir şekilde yollarımız kesişti. Onun epey yakınından geçeceğimi anlamıştım, ama kanoya vurmasıyla meydana gelen dehşetli sarsıntıya kesinlikle hazır değildim. Sonra bir daha vurdu, bir daha, bir daha, şimdi arkadan saldırıp küçük kanomu ceviz kabuğu gibi sallıyordu. Ben çılgınca kürek çekerken hücumlarını sürdürdü. İlk kez o an AV olduğum duygusu içimi doldurdu. Yüksek ve dik kıyı, kaygan çamurla kaplıydı. Görebildiğim tek kurtuluş yolu kıyıya yakın duran bir ağaçtı. Ağaca doğru biraz kürek çektikten sonra sıçramak için ayağa kalktım. Tam o sırada timsah kanonun yanında yüzeye çıktı. Şöyle bir gerilip dallara doğru sıçradım. Daha ayağım en alttaki dala bile ulaşmamıştı ki, sudan fırlayan keskin dişli kocaman bir ağzın bulanık ve inanılması güç görüntüsüyle karşılaştım. Sonra da, bacaklarımın üst kısmını sıkıştıran kızgın bir kıskaç tarafından ıslak ve boğucu bir karanlığın içine çekildim.
...Kaynayan bir koyu karanlıkta sonsuza dek yuvarlanacağımı sandım, dayanılacak gibi değildi, ama tam mücadele etmeyi bıraktığım sırada yuvarlanma birden duruverdi. Ayağım dibe değdi, başım sudan çıktı ve hayatta kaldığıma hayret ederek öksürükler arasında havayı içime çektim. Bacaklarım halen timsahın dişleri arasındaydı. Fena halde yaralanmış vücuduma ne olacağını düşünerek tam ağlamaya başlayacakken, timsah yeni bir ölüm yuvarlanışına başladı. O dehşetli yuvarlanma durduğunda yeniden yüzeye çıktım. Halen timsahın dişlerinin arasındaydım ve bu kez kıyıdaki büyük bir çalının sağlam dallarından birine hayli yakındık. Delicesine dönen, boğucu cehenneme bir kez daha düşmektense timsahın beni ikiye bölmesi daha iyi diye düşünerek dalı yakaladım. Yeni bir yuvarlanmanın başlayacağını düşünerek tüm gücümle dala sarıldım, ama timsahın dişleri gevşedi: serbest kalmıştım.
Tıpkı bir kâbusun tekrarlanması gibi, ilk kaçış denememde yaşadığım dehşeti yeniden yaşadım. Timsah beni bu kez sol bacağımdan yakaladı ve aşağıya çekti. Umutsuzluk içinde yeniden dala sarıldım. Bir süre sonra timsahın dişleri yine gevşedi ve kendimi kurtardım. Bu kısırdöngüden kurtulmam gerekiyordu, tek yol çamurlu kıyıdan çıkmaya çalışmaktı. Tutunmaya çalıştım, fakat beni bekleyen dişlere doğru geri kaydım. İkinci denememde neredeyse başarıyordum, ama son anda kaydım ve ancak otlara tutunarak durabildim. Bitkin bir halde asılı kalmıştım. Başaramayacağımı düşündüm. Tek yapması gereken gelip beni tekrar yakalamaktı. Otlar da gevşemeye başlamıştı, tekrar suya düşme korkusuyla parmaklarımı çamura sapladım. Hayatta kalmak için aradığım ipucu buydu. Gücümün son damlasıyla yukarı çıkıp oturdum. Yaşıyordum!”
Hikâyenin gerisi de, bu karşılaşmanın Plumwood’un düşünce dünyası üzerine yaptığı etki de, en az yukarıdakiler kadar sarsıcı. Onun için efendi/canavar anlatısının anlamını ters yüz eden deneyim, bu kaydın sınırları içinde bambaşka çağrışımlara vesile oldu. En azından benim için, sizi bilemem...