22 Mayıs 2011

Labirent

Bu kaydı, “içimizdeki çocuk” ile sıklıkla bir arada kullanılan öldürmek, yaşatmak, yüzleşmek, barışmak gibi, bana pek de yakın gelmeyen kavramları düşünerek giriyorum. Aşağıda bir bölümünü bulacağınız kitabı okumadım. Maksadım bir kitap tanıtımı yapmak da değil. Ben yazılanları, Freud’un yetişkinlik dönemine geçen bireyin erken zihinsel faaliyetlerini tamamen terk etmediği görüşüne dayanan bilinçdışı tanımı ile birlikte okuyorum. Nitekim birey sahiplenmese de, bu zihinsel süreçler bilinçli zihinsel faaliyetlerin temelini oluşturmaya devam ediyor. O yüzden “içimizdeki çocuk” bilinçdışını bilince dönüştürmek, kısıtlamaları ortadan kaldırmak ve hafızalardaki boşlukları doldurmak için olsa olsa bir rehber olabilir. Zira hiçbir şey geçmişte kalmış ya da unutulmuş değildir.
Henry Bauchau’nun yazdığı Mavi Çocuk için şöyle deniyor: Ruhu ağır yaralı ergenlik çağında bir çocuk ile tedavisini üstlenen bir psikanalistin, psikozun labirentlerinden sanat yoluyla bir çıkış aramalarının uzun ve sancılı sürecini anlatıyor. Ruhunu kaygı ve korku ele geçirmişken, hezeyanın fırtınaları zihnini oradan oraya savururken huzur bulmak için sığınılacak bir ‘cennet adası’ yaratmanın... Kafanın içindeki şeytanları ve canavarları resim ve heykel yoluyla dışarı çıkarmanın... ‘Normaller’in dünyasında bir ‘engelli’ olarak kendini var etmenin… Nihayet sanatın ve hayatın engellerle dolu yollarında ‘ben’ olarak yürümeyi göze alabilmenin hikâyesini…
"...Orion'la çalışmam başlıyor. Benimle tek başına, küçücük çalışma odamda güvende olmaktan memnun. Yavaş yavaş birbirimize alışıyoruz. Yorgun olduğunu görüp ona resim çizmeyi önerdiğim ilk seferinde, ‘Artık resim dersinde,’ diyor. Her zaman olduğu gibi kurala uygun davranmamaktan korkuyor. Ona büyük boy bir kâğıt ve boya kalemleri veriyorum. Bir şeylerin yavaş yavaş ortaya çıktığını görüyorum. ‘Bir ada sanki...’ diyorum. Karşılık vermiyor, gülümsüyor, işine dalıyor. Mutlu besbelli. Uzun süre mutlu olmaya hakkı yok zira birden başını kaldırıyor ve biraz korkuyla şöyle diyor: ‘Dikte...’ ‘Yarın, sen resmine devam et,’ diyorum.  ‘Annem her gün bir dikte yapılması gerektiğini söylüyor.’ Mutluluk ânı uçup gidiyor, gözlerinde kaygı beliriyor. Ona dikteyi yaptırıyorum, yazdıklarını sık sık karalıyor, bittiğinde bana uzatıyor. ‘Yanlışları kırmızı kalemle işaretle.’ İşaretliyorum, kâğıdı ona uzatıyorum. Üzüntüyle kâğıda bakıyor ve kendisine ait olmayan bir sesle: ‘Ne çok yanlış, ne çok yanlış!’ diyor. ‘Kim diyor bunu?’ Cevap vermiyor, ayağa kalkıyor. ‘Gitme vakti, efendim.’
Ertesi gün gelir gelmez bir gün önceki dikteyi uzatıyor. On dakika sonra artık dayanamıyor: ‘Duralım, yorgunsun, daha sonra tekrar başlarız,’ diyorum. Kâğıdını uzatıyor, derken, aniden fark ettiği bir şeymiş gibi: ‘Korkuluyor... Yanardağlardan korkuluyor.’ ‘Yanardağlar?’ diye soruyorum. ‘Kafamın içindekiler. Ne çok yanlış! Ne çok yanlış! diye haykırıyorlar. Neden diye bağırıyorlar. Sonra da, nasıl diye. Sonra da hiçsin hiç, canına okuyacağız! diye.’ Ter içinde, gözleri parlıyor, daha konuşacak ama nereye kadar? Vücudu dayanacak mı? Devamlı bir çabanın bedeli çok büyük, çok ağır olmayacak mı? Devam etmeli mi? O sırada, aklıma adası geliyor yeniden. Evet, devam etmeli ama başka bir yoldan. ‘Ada resmine tekrar başlasan mı?’ demeyi göze alıyorum. ‘Dün atölyede bırakıldı.’ diyor, kabuğuna çekiliyor. 
Hızla kalkıyorum ve koridorların dehlizinden geçerek atölyenin kapısına varıyorum. Allah kahretsin, kapalı! Aceleyle Orion'un yanına dönüyorum, hâlâ sandalyesinin üstünde büzülmüş halde. Önüne bir kâğıtla boya kalemleri koyuyorum. ‘Kapı kapalı, anahtarı bulmaya çalışacağım. Sen bu arada başka bir resme başla,’ diyorum. Sekreterlerde anahtar yok, zaman çizelgesine bakıyorum, sanat öğretmeni Bayan Darles'ın gelmediği gün bu. Aceleyle geri dönüyorum. Korktuğum gibi, Orion büyük bir krizin bütün semptomlarını şimdiden gösteriyor. Onu oturtuyorum: ‘Burada, küçük çalışma odamızda rahatız. Yeni bir resme başla.’ ‘Ne yapılacağı bilinmiyor. Kafanın içinde hiçbir şey yok.’ Tam o sırada aklıma ona gösterdiğim labirent resimleriyle nasıl ilgilendiği geliyor. Neredeyse çığlık çığlığa, 'Labirent, Orion, bir labirent yap!' diye bağırıyorum. Bu kelime onu tam on ikiden vuruyor. Beni görüyor, bu da onu yatıştırıyor. Sandalyesini yerden kaldırıyorum, masaya oturuyor. Artık korkmuyorum, tekrar ediyorum: Bir labirent yap!”
Kendi iç dünyama denk düşen anlamlarıyla “labirent,” geçen sene Belgrad Ormanı’nda çektiğim yukarıdaki fotoğrafla bir araya gelince, bilinç düzeyinde gerçekleştirdiğim faaliyetlerin altında yatan bilinçdışı süreçleri anlamak için bir çıkış noktası oldu. Sizi ise ancak, bu zengin deneyime katılmaya davet edebilirim!