Bu
kayıtta bir daire çizmeye çalışacağım. Başladığımız ve bitirdiğimiz yer, hem
bir sonucu hem de sebebi oluşturacak. Hatta sebep ve sonuç birbirine karışacak.
Bu da bana, yine, şimdilerde gebelikle hareketlenen bu alanda, bir
kadının/insanın iç dünyasını anlamanın ne kadar önemli olduğunu hatırlatacak.
Bir
kadının gebeliğe ilişkin psikolojik tepkisinin, özellikle bebeğe karşı şüphe ve
karışık duygularının, bilinç düzeyinde normalleştirilmiş pek çok bilinçdışı tepkiye
sebep olabildiği (bulantı, kusma) daha önceki kayıtlarda yer almıştı. Bu bir
nevi oral kürtaj ile isteğe bağlı olarak gebeliği sonlandırma (kürtaj) arasında,
“farkındasızlık” sanki ortak bir nokta oluşturmakta. Zira bebekle birlikte kürtaj
edilen, öyle ki sembolik olarak kadının bebekle eşitlediği ve “içinde” istemediği,
yani iç dünyasında reddettiği bir parça. Nitekim hiç hesapta olmayan ya da olsa
da “hesaplanmayan” gebeliğe dair çatışmalar ya da bir çocuğu destekleyecek çok
az kaynağa sahip olma fikri, gebeliği sona erdirecek pek çok zihinsel süreci bir
araya getirebiliyor. Ben bugün, bu az kaynağın izinden gitmek istiyorum ve
Donald Winnicott’un, bence bu kaynağın neden az olduğunu anlamamıza yardım eden
tanımını paylaşıyorum:
Gül Ilgaz, I am guilty of... 2002 |
“Yeterince
İyi Anne: Winnicott çalışmalarında, çocuğun gelişiminde annenin varlığına ve
duyarlılığına önem verir. Onun 'bebek yoktur' sözü anne olmadan küçük çocuğun
olmayacağı anlamına gelmektedir. Yeterince iyi anne çocuğunun hareketlerini yanıtlayan,
ona geçici de olsa tümgüçlülük yanılsaması veren ve böylece bu mutlak
bağımlılık döneminde benliği tehdit eden ilkel kaygılardan koruyan varsanının
olaşmasına olanak sağlayan annedir. Anne çocuğu büyüdükçe onun karşılaştığı
güçlüklerin dozunu ayarlayacak ve onların çocuk için katlanılabilir olmasını
sağlayacaktır. Böylece çocuk ben ve ben olmayan ayrımını yapabilecek ve
tümgüçlülük yanılsamasına son verilecektir. Ancak burada yeterince iyi
sözcüğünün ahlaki bir niteleme, bir yargılama anlamı taşımadığını belirtmek
gerekir. Winnicott yeterince iyi olmayan annelerin bunu kendi birincil
ilişkilerindeki başarısızlık nedeniyle yapamadıklarının altını çizer.”
Peki,
bu birincil ilişkilerdeki başarısızlığın “kaynağı” ne? Bu soruya, bence cevap
olabilecek tanımlardan bir diğerini, yukarıda olduğu gibi, Psikanaliz Yazıları’nın
14. sayısında, Talat Parman’ın “Annelik Üzerine Bir Psikanalitik Sözlük Demesi”nden
alıntılayalım:
“Ölü
Anne: Aktarım dolayısıyla keşfedilen ve anımsanmayan bir çocukluk çağı
depresyonunun bir aktarım depresyonu olarak yinelenmesiyle ortaya çıkan bir
olgudur. Bu depresyonun en önemli özelliği çocuğun depresyona annenin varlığı
sırasında girmiş olması ancak annenin de yas içinde olmasıdır. Annenin
depresyonda olmasının birçok nedeni olabilir ama önemli olan bunun anne
tarafından itiraf edilmemiş olmasıdır. Çocuk annesinin kendisine olan ilgisini
aniden kesişini anlamlandıramaz ve ruhsal yaşamı altüst olur. Onun ilgisini
çaresizce yeniden kendi üstüne çekmeye çalışır. Bunu başaramadığında annesel
nesneye yatırımını azaltır ve ölü anneye bilinçdışı bir özdeşleşme
gerçekleştirir. Saldırgan dışavurumlar anneyi hepten yitirme kaygısıyla
engellenir ve sonuçta nesnenin ruhsal ölümü bir nefret duygusu yaratmadan
gerçekleşir. Ortaya çıkan bu sessiz yıkıcılık durumu, ruhsal çatışmayı
çözebilecek bir nesne ilişkisinin kurulabilmesini de engeller. Nefret etmek
gibi sevmek de olanaksızdır. Ötekine hiç borçlu kalmamak için hemen geri vermek
zorunluluğu duyulur ve bu zorunluluk olmadan almak olanaksız hali gelir.
Birincil nesnenin akıbeti benliğe çerçeveleyici bir yapı sağlamaktadır. Oysa
ölü anne karmaşası, bu sürecin başarısızlığının bir kanıtıdır.”
Kıssadan
hisse: Ölü anneler ölü çocuklar doğurur ve anneler, ancak ölü olduklarının farkına
varırlarsa çocukları yaşar!