1 Mart 2012

Annelik


Bir önceki kayıtta Joan Raphael-Leff, “Pregnancy: The Inside Story” isimli kitabından yaptığım alıntıda şöyle diyordu: “Hamilelik sürecinde, biri diğerinin içinde, iki beden vardır. Tek bir deri altında yaşayan iki kişi! Öyle ki bu birliktelik, hamile kadına, kendi annesinin karnında geçirdiği süreyi de çağrıştırır.”
Bu ifadeler, Psikanaliz Yazıları’nın annelikle ilgili makalelerin bir araya getirildiği 14. sayısında okuduğum Elda Abrevaya’nın yazısıyla üst üste geldi: “Gebeliği sırasında kendi karnında taşıdığı çocuk sayesinde, çocukluğunun yitirilmiş ve temsili olmayan annesiyle ve bir zamanlar bebek olan kendisi arasındaki ilişki yeniden kurulmuş olur. Yani gebeliği sayesinde hem annesiyle hem de o ilişkideki çocukla, yani kendisiyle özdeşleşir. Bu da bu döneme ait arkaik kaygıların ortaya çıkmasına yol açabilir. Karında taşınan ve dolayısıyla görünmeyen nesne, sevilebilir olduğu kadar korkutucu, tekinsiz de olabilir. Çocukken annenin karnında hayal ettiği nesnelere ilişkin derin kaygılar yeniden canlanabilir.”
Hamilelik sürecinin bilinçdışı serüveni içinde, tetiklenen durumlardan sadece biri olabilecek bu durum, yakın zamanda izlediğim “We Need To Talk About Kevin” isimli filmin bence en anlamlı afişiyle, filme dair bir eksikliği hatırlattığı için yan yana geliyor. Filmde, doğrudan bir okumayla bir “canavar” doğuran Tilda Swinton, bir türlü sevemeyen ve sevilmeyen anne rolüyle, hissettiği suçluluk duygusunu aktarıyor. Anne oğlun şiddeti giderek artan ilişkileri, annenin zihninde belki de hiç başlamıyor/başlayamıyor. Film, kurulamayan bu bağdan hareket etse de, annenin bebeği neden içselleştiremediğine odaklanmıyor. Bir açıklama girişimi olarak değil, tüm bu yazılı ve görsel materyali birbirine bağlamak için, aynı sayının Vehbi Keser’e ait olan bölümünden bir alıntıyla noktalıyorum:  
“Yeniden bilinçdışının gündeme getirdikleriyle, gebelik ve anne olma süreci, zaman zaman ciddi sıkıntı ve korkulara da kaynaklık eder. Bu korkunun en yaygın olanlarından biri, bir ‘canavar’  ya da bir 'yaratık' dünyaya getirme korkusudur. Bu korku bir takım fiziksel terimlerle de açıklanarak rasyonalize edilebilir elbet. Ama asıl korkulan, bir canavar dünyaya getirmektir. ‘Yaratık bebek’ bir günahın bedeli gibi algılanır ya da değerlendirilir. Büyük bir yasak çiğnenmiş gibidir: Ensest yasağı. Barbara Almond yaratık bebek dünyaya getirme korkusunun iki temel ruhsal belirleyicisi olduğunu belirtir. Bunlardan biri ensest bebeğidir. O bir imkânsız bebektir. İllegal bir cinsel birleşmenin sakınılan bir sonucudur. Bu da bizi bebeğin babasını düşünmeye iter. Bebeğin gerçek babasının ya da biyolojik babasının ensestle gerçekte hiçbir ilişkisi olmayabilir. Ama burada asıl önemli olan annenin ruhsallığında, onun bilinçdışında bebeğin babasının kim olduğudur. Yani bir bebeğin biyolojik babasıyla, annenin ruhsallığındaki babası  aynı olmayabilir. Annenin bilinçdışı ruhsal dünyasında bu baba kendi babası da olabilir elbet. Dolayısıyla korkunun nedenleri ödipal arzulara uzanır.
Almond, korkunun nedenlerinden bir diğerini annesel saldırganlığın yansımaları olarak değerlendirir. Korku annenin içindeki bir canavarın yansımasıdır. Aslında bir tür yansıtma tanımlamasına karşın Almond, yansıma terimini kullanmayı tercih etmiştir. Kavram olarak annesel saldırganlığın bulaşıcılığı olarak da tanımlamıştır bunu. Annenin saldırganlığı bebeğe geçirilir ya da devredilir. Almond, bir annenin ağzından bunu şu şekilde ifadeleştirir: ‘İğrencim ve nefret doluyum, çocuğum nefret dolu ve iğrenç bir canavar, hatta belki de benim cellâdım. Onu sevemeyeceğim ya da o beni sevmeyecek ve bu onu daha da canavar ve korkunç yapacak.’
Korkunun farklı uyarlamalarında çocuk, şeytan olarak da tasarlanır. Almond, bebeğin kendiliğin yıkıcı parçalarını temsil edebileceğini, doğumun nefret edilen kardeşlerin yeniden doğumu gibi yaşantılanabileceğini, anne ile tamamlanmamış bir ayrılma ya da patolojik bir özdeşleşmeyle bağlantılı olarak nefret edilen ebeveynlerin yerine geçebileceğini de ekler. Bu noktada anne adayının kendi annesiyle olan ilişkisinde yani önceki kuşak anne-kız ilişkisinde ciddi bir bozukluk ya da rahatsızlığın olduğuna vurgu yapar. Ona göre sağlıklı ve karşılayıcı annelik modelinde bir eksiklik olmuştur ve özdeşleşme çatışmalı ve sevemeyen anneyle biçim bulmuştur.”