25 Mart 2012

Ölü Anne


Bu kayıtta bir daire çizmeye çalışacağım. Başladığımız ve bitirdiğimiz yer, hem bir sonucu hem de sebebi oluşturacak. Hatta sebep ve sonuç birbirine karışacak. Bu da bana, yine, şimdilerde gebelikle hareketlenen bu alanda, bir kadının/insanın iç dünyasını anlamanın ne kadar önemli olduğunu hatırlatacak.   
Bir kadının gebeliğe ilişkin psikolojik tepkisinin, özellikle bebeğe karşı şüphe ve karışık duygularının, bilinç düzeyinde normalleştirilmiş pek çok bilinçdışı tepkiye sebep olabildiği (bulantı, kusma) daha önceki kayıtlarda yer almıştı. Bu bir nevi oral kürtaj ile isteğe bağlı olarak gebeliği sonlandırma (kürtaj) arasında, “farkındasızlık” sanki ortak bir nokta oluşturmakta. Zira bebekle birlikte kürtaj edilen, öyle ki sembolik olarak kadının bebekle eşitlediği ve “içinde” istemediği, yani iç dünyasında reddettiği bir parça. Nitekim hiç hesapta olmayan ya da olsa da “hesaplanmayan” gebeliğe dair çatışmalar ya da bir çocuğu destekleyecek çok az kaynağa sahip olma fikri, gebeliği sona erdirecek pek çok zihinsel süreci bir araya getirebiliyor. Ben bugün, bu az kaynağın izinden gitmek istiyorum ve Donald Winnicott’un, bence bu kaynağın neden az olduğunu anlamamıza yardım eden tanımını paylaşıyorum:
Gül Ilgaz,  I am guilty of... 2002
Yeterince İyi Anne: Winnicott çalışmalarında, çocuğun gelişiminde annenin varlığına ve duyarlılığına önem verir. Onun 'bebek yoktur' sözü anne olmadan küçük çocuğun olmayacağı anlamına gelmektedir. Yeterince iyi anne çocuğunun hareketlerini yanıtlayan, ona geçici de olsa tümgüçlülük yanılsaması veren ve böylece bu mutlak bağımlılık döneminde benliği tehdit eden ilkel kaygılardan koruyan varsanının olaşmasına olanak sağlayan annedir. Anne çocuğu büyüdükçe onun karşılaştığı güçlüklerin dozunu ayarlayacak ve onların çocuk için katlanılabilir olmasını sağlayacaktır. Böylece çocuk ben ve ben olmayan ayrımını yapabilecek ve tümgüçlülük yanılsamasına son verilecektir. Ancak burada yeterince iyi sözcüğünün ahlaki bir niteleme, bir yargılama anlamı taşımadığını belirtmek gerekir. Winnicott yeterince iyi olmayan annelerin bunu kendi birincil ilişkilerindeki başarısızlık nedeniyle yapamadıklarının altını çizer.”
Peki, bu birincil ilişkilerdeki başarısızlığın “kaynağı” ne? Bu soruya, bence cevap olabilecek tanımlardan bir diğerini, yukarıda olduğu gibi, Psikanaliz Yazıları’nın 14. sayısında, Talat Parman’ın “Annelik Üzerine Bir Psikanalitik Sözlük Demesi”nden alıntılayalım:  
Ölü Anne: Aktarım dolayısıyla keşfedilen ve anımsanmayan bir çocukluk çağı depresyonunun bir aktarım depresyonu olarak yinelenmesiyle ortaya çıkan bir olgudur. Bu depresyonun en önemli özelliği çocuğun depresyona annenin varlığı sırasında girmiş olması ancak annenin de yas içinde olmasıdır. Annenin depresyonda olmasının birçok nedeni olabilir ama önemli olan bunun anne tarafından itiraf edilmemiş olmasıdır. Çocuk annesinin kendisine olan ilgisini aniden kesişini anlamlandıramaz ve ruhsal yaşamı altüst olur. Onun ilgisini çaresizce yeniden kendi üstüne çekmeye çalışır. Bunu başaramadığında annesel nesneye yatırımını azaltır ve ölü anneye bilinçdışı bir özdeşleşme gerçekleştirir. Saldırgan dışavurumlar anneyi hepten yitirme kaygısıyla engellenir ve sonuçta nesnenin ruhsal ölümü bir nefret duygusu yaratmadan gerçekleşir. Ortaya çıkan bu sessiz yıkıcılık durumu, ruhsal çatışmayı çözebilecek bir nesne ilişkisinin kurulabilmesini de engeller. Nefret etmek gibi sevmek de olanaksızdır. Ötekine hiç borçlu kalmamak için hemen geri vermek zorunluluğu duyulur ve bu zorunluluk olmadan almak olanaksız hali gelir. Birincil nesnenin akıbeti benliğe çerçeveleyici bir yapı sağlamaktadır. Oysa ölü anne karmaşası, bu sürecin başarısızlığının bir kanıtıdır.”
Kıssadan hisse: Ölü anneler ölü çocuklar doğurur ve anneler, ancak ölü olduklarının farkına varırlarsa çocukları yaşar!