Zeugma Müzesi'nde, mozaiklerin yanında, ilk bulundukları yerlerde çekilen fotoğraflardan biri. |
Geçen
hafta Gaziantep’e gitmemizin en önemli sebebi Şanlıurfa’ya ulaşmaktı. Amacımız,
görmeyi ne zamandır ertelediğimiz Göbekli Tepe’yi ziyaret etmekti. Az olan vaktimizi verimli kullanmak için yaptığımız
bu tercih, her iki şehirde de bulunan mozaiklerin farklı sergilenme biçimlerini
karşılaştırma fırsatı da verdi. Zira Gaziantep’te olan ne varsa, Şanlıurfa’da
iyi ki yoktu. Yerinde sergileme, bulunduğu ilin sınırları içinde ama
taşınabilir olarak algılandığından, Zeugma Müzesi’ndeki mozaiklerin ait
oldukları gerçek mekânlar, ancak kendilerine ayrılan duvarların yanına
iliştirilen fotoğraflara sıkışmıştı. Karanlık müzenin, yapay ışıkları altında
asılan ya da serilen mozaiklerin tersine, Şanlıurfa Haleplibahçe’de yapılan
kazılar sonrası bulunan mozaikler ise, günün doğal ritmine ayak uyduruyordu.
Mozaikler üstte kalacak şekilde katmanlaşan ve fiziksel sınırları aşabilmeyi
olanaklı kılan bu alanın, “güvenliği” yoktu ama korunuyordu.
“Yerinde”
sergilemenin, söz konusu alanı tahrip edebilecek riskleri var elbette. Bu
riskler Haleplibahçe’de, geçici bir çadır/çatı ile şimdilik çözülmüş görünüyor.
Dileyenler, Şanlıurfa İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün sitesinde yer alan kalıcı
projenin planını görebilir. Rüzgâr, yağmur ve kardan acil olarak korunması
gereken ise Göbekli Tepe. Bu ihtiyacı, kazı başkanı Klaus Schmidt’den öğrendk. Zira,
kısa bir yolculuk sonrası ulaştığımız Göbekli Tepe’de, harikulade bir tesadüf
sonucu o da oradaydı. Sonradan İngiltere merkezli bir yardım kuruluşunun
üyeleri olduğunu öğrendiğimiz bir gruba rehberlik ediyordu. Bizden başka kimse
olmadığı için heyecanla turlarına katıldık. Göbekli Tepe’nin korunması için tekrar
gömülmesi gibi bir ihtimal yok ama oldukça maliyetli olan çatının aciliyeti
var.
Tasvirleri görebilmeniz için tıklamanız yeterli |
Göbekli
Tepe, bugüne ulaşan en eski tapınak. T biçiminde dikilitaşlar ile çevrili
tapınağın merkezinde iki adet yine T biçiminde dikilitaş karşılıklı olarak yer
alıyor. Schmidt ve ekibi, boyları üç ile altı metre arasında değişen bu dikilitaşların
stilize edilmiş insan tasvirleri olduğunu düşünüyor. Bunun sebebi, yandaki
fotoğrafta da görebileceğiniz gibi dikilitaşların kenarlarında kol ve el
tasvirlerinin bulunması. Ayaküstü, figürlerin cinsiyetine dair yorumlar yapılsa
da Schmidt, bunun bir öneminin olmadığını belirtiyor: “Göbekli Tepe resimleri, çeşitli yorum denemelerine açık. Bağlayıcı olmayan benzeri bu yorumlarla,
olasılıkla doğru olanı yakalama ya da tümüyle hatalı bir yorum yapma şansı
ortadadır. Öncelikle önemli olan atalarımızın bileşik yaşamları ve ruh
dünyaları ile ilgili düşüncelerimizi, benzeri olmayan arkeolojik buluntulardan
yola çıkarak geliştirebilmek amacıyla daha fazla malzeme toplamaya,
gözlemlemeye ve ilişkiler kurmaya devam etmemiz.”
Nihayetinde
var olan ya da yeni bulunan kalıntıların, her şeyden önce bir soru sorma
alanı yarattığını hatırlayarak, sınırlılıklar konusunda Ian Hodder ve Scott
Hutson’un “Geçmişi Okumak” isimli kitabından kısa bir alıntıyla bitirmek
istiyorum:
"Kültürel
ilişkilerin kaynağı kendisinden başka bir şey değildir. Kendisidir.
Arkeologların görevi maddi kanıtın peşinde toplumun 'okunabilmesi' için,
kültürün bu indirgenebilir bileşenini yorumlamaktır. Böyle bir 'okumaya' nasıl
başlanabilir? Genellikle maddi nesnelerin sessiz oldukları ve konuşmadıkları
ileri sürülür. Peki, öyleyse nasıl anlaşılabilirler? Geçmişe ait bir nesne
kesinlikle kendisine ait bir şey söylemez. Bilinmeyen bir kültüre ait bir nesne
edinen arkeologlar çoğunlukla buna bir yorum getirmekte güçlük çekeceklerdir.
Ancak kendi başlarına nesnelere bakmanın arkeolojiyle alakası yoktur. Arkeoloji
katmanlarda ve diğer bağlamlarda (odalar, alanlar, çukurlar, mezarlar) nesneler
bulmakla ilgilenir: böylece bu nesnelerin tarihleri ve anlamları
yorumlanabilir. Bir nesnenin bağlamı bilindiği zaman o nesne artık tamamen
sessiz değildir. Nesnenin taşıdığı anlama dair ipuçları bağlamı tarafından
sağlanır. Örneğin buluntular mezarlarda iskeletlerin boyunları çevresinde
bulunur ve kolye olarak yorumlanır. Yerleşim yeri olmayan ancak gösterişli
bağlamlarda bulunan nesneler dini törenlerle ilgili olarak nitelendirilir. Biz,
nesnelerin bağlam içinde dahi kültürel anlamlarını bizlere aktardığını iddia edemeyiz. Diğer taraftan da tam olarak sessiz olduklarını söyleyemeyiz.
Nesnelerin anlamlarının yorumlanması, nihayetinde bağlamların yorumlanması ile
sınırlıdır.”