28 Nisan 2012

Göbekli Tepe


Zeugma Müzesi'nde, mozaiklerin yanında,
ilk bulundukları  yerlerde çekilen fotoğraflardan biri.
Geçen hafta Gaziantep’e gitmemizin en önemli sebebi Şanlıurfa’ya ulaşmaktı. Amacımız, görmeyi ne zamandır ertelediğimiz Göbekli Tepe’yi ziyaret etmekti.  Az olan vaktimizi verimli kullanmak için yaptığımız bu tercih, her iki şehirde de bulunan mozaiklerin farklı sergilenme biçimlerini karşılaştırma fırsatı da verdi. Zira Gaziantep’te olan ne varsa, Şanlıurfa’da iyi ki yoktu. Yerinde sergileme, bulunduğu ilin sınırları içinde ama taşınabilir olarak algılandığından, Zeugma Müzesi’ndeki mozaiklerin ait oldukları gerçek mekânlar, ancak kendilerine ayrılan duvarların yanına iliştirilen fotoğraflara sıkışmıştı. Karanlık müzenin, yapay ışıkları altında asılan ya da serilen mozaiklerin tersine, Şanlıurfa Haleplibahçe’de yapılan kazılar sonrası bulunan mozaikler ise, günün doğal ritmine ayak uyduruyordu. Mozaikler üstte kalacak şekilde katmanlaşan ve fiziksel sınırları aşabilmeyi olanaklı kılan bu alanın, “güvenliği” yoktu ama korunuyordu.
“Yerinde” sergilemenin, söz konusu alanı tahrip edebilecek riskleri var elbette. Bu riskler Haleplibahçe’de, geçici bir çadır/çatı ile şimdilik çözülmüş görünüyor. Dileyenler, Şanlıurfa İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün sitesinde yer alan kalıcı projenin planını görebilir. Rüzgâr, yağmur ve kardan acil olarak korunması gereken ise Göbekli Tepe. Bu ihtiyacı, kazı başkanı Klaus Schmidt’den öğrendk. Zira, kısa bir yolculuk sonrası ulaştığımız Göbekli Tepe’de, harikulade bir tesadüf sonucu o da oradaydı. Sonradan İngiltere merkezli bir yardım kuruluşunun üyeleri olduğunu öğrendiğimiz bir gruba rehberlik ediyordu. Bizden başka kimse olmadığı için heyecanla turlarına katıldık. Göbekli Tepe’nin korunması için tekrar gömülmesi gibi bir ihtimal yok ama oldukça maliyetli olan çatının aciliyeti var.
Tasvirleri görebilmeniz için
tıklamanız yeterli 
Göbekli Tepe, bugüne ulaşan en eski tapınak. T biçiminde dikilitaşlar ile çevrili tapınağın merkezinde iki adet yine T biçiminde dikilitaş karşılıklı olarak yer alıyor. Schmidt ve ekibi, boyları üç ile altı metre arasında değişen bu dikilitaşların stilize edilmiş insan tasvirleri olduğunu düşünüyor. Bunun sebebi, yandaki fotoğrafta da görebileceğiniz gibi dikilitaşların kenarlarında kol ve el tasvirlerinin bulunması. Ayaküstü, figürlerin cinsiyetine dair yorumlar yapılsa da Schmidt, bunun bir öneminin olmadığını belirtiyor: “Göbekli Tepe resimleri, çeşitli yorum denemelerine açık. Bağlayıcı olmayan benzeri bu yorumlarla, olasılıkla doğru olanı yakalama ya da tümüyle hatalı bir yorum yapma şansı ortadadır. Öncelikle önemli olan atalarımızın bileşik yaşamları ve ruh dünyaları ile ilgili düşüncelerimizi, benzeri olmayan arkeolojik buluntulardan yola çıkarak geliştirebilmek amacıyla daha fazla malzeme toplamaya, gözlemlemeye ve ilişkiler kurmaya devam etmemiz.”
Nihayetinde var olan ya da yeni bulunan kalıntıların, her şeyden önce bir soru sorma alanı yarattığını hatırlayarak, sınırlılıklar konusunda Ian Hodder ve Scott Hutson’un “Geçmişi Okumak” isimli kitabından kısa bir alıntıyla bitirmek istiyorum:  
"Kültürel ilişkilerin kaynağı kendisinden başka bir şey değildir. Kendisidir. Arkeologların görevi maddi kanıtın peşinde toplumun 'okunabilmesi' için, kültürün bu indirgenebilir bileşenini yorumlamaktır. Böyle bir 'okumaya' nasıl başlanabilir? Genellikle maddi nesnelerin sessiz oldukları ve konuşmadıkları ileri sürülür. Peki, öyleyse nasıl anlaşılabilirler? Geçmişe ait bir nesne kesinlikle kendisine ait bir şey söylemez. Bilinmeyen bir kültüre ait bir nesne edinen arkeologlar çoğunlukla buna bir yorum getirmekte güçlük çekeceklerdir. Ancak kendi başlarına nesnelere bakmanın arkeolojiyle alakası yoktur. Arkeoloji katmanlarda ve diğer bağlamlarda (odalar, alanlar, çukurlar, mezarlar) nesneler bulmakla ilgilenir: böylece bu nesnelerin tarihleri ve anlamları yorumlanabilir. Bir nesnenin bağlamı bilindiği zaman o nesne artık tamamen sessiz değildir. Nesnenin taşıdığı anlama dair ipuçları bağlamı tarafından sağlanır. Örneğin buluntular mezarlarda iskeletlerin boyunları çevresinde bulunur ve kolye olarak yorumlanır. Yerleşim yeri olmayan ancak gösterişli bağlamlarda bulunan nesneler dini törenlerle ilgili olarak nitelendirilir. Biz, nesnelerin bağlam içinde dahi kültürel anlamlarını bizlere aktardığını iddia edemeyiz. Diğer taraftan da tam olarak sessiz olduklarını söyleyemeyiz. Nesnelerin anlamlarının yorumlanması, nihayetinde bağlamların yorumlanması ile sınırlıdır.”  

24 Nisan 2012

Dilin Resmi, Resmin Dili


Panorama Müzesi'ne giden yol
Geçtiğimiz yıl nisan ayının başında, Wendy Shaw'un Osmanlı Bankası Müzesi'nin etkinlikleri çerçevesinde yıllar önce yaptığı "Neden Müze? Topum ve Modernliğin Terbiyecisi" başlıklı konuşmasından alıntılar yaparak bir kayıt girmiştim. Hafta sonu yaptığımız kısa seyahat sırasında, isteyerek maruz kaldığımız müze ziyaretleriyle, hem bu kaydı hem de müzelerin iktidarla ilişkili ve son derece ideolojik tarafını tekrar hatırladım:  
"...müze, bilgiyle davranış arasında aracılık eden okul, hapishane ve hastane gibi modern kamu kurumlarına dahildir. Bu kurumlardaki gibi müzede de kişi, nereye kadar gidebileceğini öğrenir; ne zaman, nasıl ve neden içeriye girebileceğini ve ne kadar derine nüfuz edebileceğini yöneten kuralları, tıpkı kayıt olmuş, ücretini ödemiş bir öğrencinin sınıflara girebileceğini ama bürolara giremeyeceğini bildiği gibi, bir ziyaretçi de tıpkı sınıftaki öğrenci gibi yalnızca öğrenmekle sorumlu olmanın rahatlığıyla müzede hazır bulunur.”
Bu kayıtta bahsi geçen iki müze de Gaziantep’te. Biri dünyanın en büyük mozaik müzesi Zeugma, diğeri Gaziantep Kalesi’nin içine kurulan Gaziantep Kahramanlık Panaroma Müzesi. Yönlendirmeleri ya da düzenlenme anlayışlarının ötesinde, hem çağırdıkları şiddet hem de kullandıkları çağrışımlı dille, ortak noktaları olduğunu düşündüm. Zeugma’yı, suya uygulanan şiddeti çağırmadan, öfkelenmeden görmek mümkün değil. Üstelik gömenler, kurtarıcı olarak alkışlanırken! Yolu üzerine, namlusu ziyaretçilere dönük asker heykelleri yerleştirilen Panaroma Müzesi’nin şiddeti daha görünür. Görünmeyen iktidar ise, her ikisinin de içeriğinde gizli. Biri "dil"i resmederken, diğeri resmi "dillendiriyor."
Dokurcum Değrimeni olayı
Dokurcum Değirmeni olayı ve Şahin Bey’in savunmaları: Kanlı Dokurcum Değirmeni’nin hikâyesi Elmalı Köyü’ndeki savunma ile başlamıştır. Şahin Bey, Fransız askerlerinin Antep’e girişini engellemek için şehir ve köylerden oluşturduğu çetelerle birlikte Kilis yoluna karargâh kurmuştur. Kertil, Bostancı ve Elmalı sırtlarında düşmanla çatışan Şahin Bey ve çetelerinin erzak ihtiyacını karşılamak için Heyet-i Merkeziye’nin duyurusu üzerine 14-15 yaşlarındaki 14 çocuk, 27 Mart 1920 günü Elmalı sırtlarına hayvanlarla erzak getirmişler ve geceyi geçirmek için Dokurcum Değirmeni’ne sığınmışlardır. 28 Mart sabahı savaş başlamıştır. Savaşın başlamasıyla değirmende sıkışıp kalan çocuklar Şahin Bey’e erzak teslim edememişlerdir.  
Aktaros ve Euprosyne
Günlerdir süren çatışmalarda yorgun düşen Şahin Bey ve çeteleri, cephane ve erzaklarının da tükenmesiyle daha fazla direnememiş, Şahin Bey şehit olmuştur. Dokurcum Değirmeni’nde sıkışıp kalan 14 çocuk kapıyı kapatıp arkasına dayanaklar koyarak beklemeye başlamışlardır. Değirmene sığınan çocukları gören Fransızlar kapıyı zorlayıp içeri girmiş, silahsız 14 çocuğu dışarı çıkarıp ellerini bağlamış ve kurşuna dizerek öldürmüş, cansız bedenlerini süngüleyerek katletmişlerdir.
Aktaros ve Euprosyne Mozaiği: Mozaikte, adı “yönetici-aktarıcı” anlamlarına gelen Aktaros ile “neşe ve sevinç veren” anlamına gelen su perisi Euprosyne görülmektedir. Kompozisyonda, Aktaros’un ilahi kaynaktan alınan altın krater içindeki kutsal şarabı, bereket boynuzu ile Euprosyne’ye sunması tasvir edilmektedir. 
Metiokhos ve Parthenope
Sağ tarafta Euprosne, bir ağacın altında uzanır vaziyette resmedilmiştir. İçkinin verdiği rahatlık, her iki figürün duruşlarında ve yüz ifadelerinde sezilir. Kompozisyonun sol tarafında çan kraterin, figürlere oranla büyük ve onların üzerinde resmedilmesi, önem noktasını bu kutlamaya ve şaraba çekmekle birlikte kutsallığına da çağrışım yapmaktadır.
Metiokhos ve Parthenope Mozaiği: Mitolojiye göre Parthenope Samos Kralı Polykrates’in kız kardeşidir. Aile ocağının kutsallığın temsil eden Heraion’da bakire kalmaya yemin etmiştir. Metiokhos kralın sarayına davet edilir ve yemekte Parthenope ile karşılaşır. Parthenope Metiokhos’a vurulur ancak ettiği bekaret yeminini bozmamak için saçlarını kesip sürgüne gitmeyi seçer. Bu mozaikte iki figürü, iç mekanda bir kanepenin üzerinde otururken görmekteyiz. Metiokhos’un yüzü, aşık olduğu Parthenope’ye yönelmişken, Parthenope’nin imkansız gördüğü bu aşk nedeniyle bakışlarını belirsiz bir alana doğru yönelttiği dikkat çeker.  

20 Nisan 2012

Bereket Tanrıçası

Kayıtta kullandığım iki resim, bu sene çıkılan bir yolculuğun harikulade anlarına ait. Biri kadın diğeri erkek, karşı takımlardan iki Pictionary oyuncusunun takım arkadaşlarına çizerek anlatmaya çalıştığı kelime ise “ikiz.” Anne karnında iki kişi olmak ve birbirine benzerlik üzerinden yola çıkılarak çizilen bu resimlerden ilki, bir takıma hızla sayı kazandırırken diğeri, oldukça eğlenceli sohbetlere sebep oldu. Aşağıda bulacağınız metni ilk okuduğumda, görsel olarak konuyla ilgili bir fotoğraf kullanmaktan çok, aklıma bu “zihinsel heykeller” geldi. Hem kelimelerin çoklu çağrışımlarını görmek, hem de dille inşa edilen bilinçli ve bilinçdışı süreçleri izleyebilmek için sembolik bir anlamı olduğunu düşündüm. Üstelik, bir süredir kutsal olanı aşındırma niyetiyle girdiğim diğer kayıtlarla da pekala örtüştü.
Sarah M. Nelson’ın “Gender in Archaeology: Analyzing Power and Prestige” isimli kitabından aktarıyorum:
“Bereket Tanrıçası, Avrupa’da ve Güneybatı Asya’da, üstelik oldukça geniş bir yelpazede kullanıldığından, bu kavramı tartışmak gereksiz sayıldı. (Üzerinde çalıştığıheykelleri bu etiketle sınırlamayan araştırmacılar olmasına rağmen) Büyük memeler ya da geniş mideler, emzirmenin simgeleri olarak düşünüldüğünden, tüm heykelcikleri doğurganlıkla birlikte ele alma eğilimi, özellikle Akdeniz havzasında ortaya çıkan tüm dinlere, doğurganlık-tanrıça ilişkilendirmesiyle yansıdı. Ancak konsept dünyanın çeşitli bölgelerine farklı şekillerde uygulandı. Bu heykelleri, yazılı kaynaklar olmaksızın doğurganlıkla birlikte düşünmek problemli. Zira böyle bir genelleme kabul edilemez. Alçısı mitoloji olan bu standardizasyon tutarlı bir hikâye gibi görünebilir ama kulağa arkeolojik gelen bir tarafı yok. Nitekim mevcut ele alış kadını ölümsüz, bereketli ve pasif kılarken, erkeği bireysel ve aktif rolüyle kahramanlaştırıyor. Her ne kadar kadının doğurganlığı kavramına atfedilen kutsallık, bazı kadınlar tarafından coşkuyla benimsense de, bu yaklaşım biçiminin araştırılmaya ihtiyacı var.
Ann Cyphers Guillen, Meksika yakınlarında bulunan ve % 92’si yetişkin kadınlarıtemsil eden kısıtlı sayıdaki heykel üzerinde gerçekleştirdiği araştırmasında, bebek emziren ya da taşıyan heykellerin dışında kalanları, gebeliğin üç evresine göre gruplandırıyor. Ona göre küçük memeli olmak gebe olmamanın bir işareti. Ya da dolgun bir vücut ancak hamillerde bulunur. Bu bir çeşit playboy zihniyeti, hamile değillerse kadınları düz bir karna hapsediyor.
‘Bu sexist model kadınları özgürleştirebilir mi?’ diye soran Jo Ann Hackett, bu kavramın kadınları her yerde, herhangi bir değişim ya da gelişim göstermeden, ama en çok tarihsiz olarak resmettiğini belirtiyor.
Kadın heykelleri üzerinde çalışan bir diğer araştırmacı Diane Bolger, zaman içinde değişiklik gösteren ilginç bulgulara rastlıyor. Öyle ki bu heykeller, sosyal hiyerarşiyi meşrulaştırmak ve belirli amaçları manipüle etmek için kullanılan dini ritüellerin sembolleri. Bu ritüeller, Bronz Çağı boyunca radikal sosyal ve ekonomik değişikliklere paralel şekillenen sosyal yapı içinde, kurumsallaşmaya başlayan bir eşitsizlik inşa ediyor. Bolger, tek boynuzlu erkek heykellerinin ortaya çıkışına paralel olarak doğurgan kadın heykellerinin kayboluşunu da, ataerkil ailenin ortaya çıkışı olarak yorumluyor.” 

16 Nisan 2012

İhtiyaç, Talep ve Arzu

Tesadüfen karşılaştığım bu kitabı, başlangıç için değil, bir önceki kayıtla örtüştüğü için paylaşmak istedim. Daha rahat okumak için resimlerin üzerine tıklayıp büyütebilir, fazlası için de Philip Hill'in "Lacan For Beginners" isimli kitabına başvurabilirsiniz.


10 Nisan 2012

Cut The Baby!


Anne ve babaların, bebek/çocuk üzerinden yaşadıkları dramalardan en yenisini, New York Times’da, 7 Nisan 2012 tarihli “Baby or Girl? Cut The Cake” başlıklı makaleyi okuduktan sonra öğrendim. Bu yazıya referans veren blog, alternatif bir örnek vesilesiyle konuya değiniyordu. Ben her ikisini de buraya kaydetmek istedim. Benim için daha ürpertici olan videoların ise, linkleri ile yetineceğim.
Bu kaydı okuyanlar da, tıpkı konunun mevzu edildiği pek çok online platformda olduğu gibi, birbirinden farklı fikirlerle durumu değerlendirecektir. Kimi, “bebeğin cinsiyetini karanlık bir odada, tamamiyle yabancı birinden duymak yerine, bu haberi yakın çevresiyle hep birlikte öğrenmeyi tercih edeceğini” söylerken, kimi belki benim gibi, bebeğin cinsiyetini bıçakla keşfetmenin ve herkese servis etmek için parçalara ayırmanın sembolik anlamları üzerine düşünecek ama en çok blogda sıklıkla tekrar edilen konulardan biri olan toplumsal cinsiyet inşasına itiraz edecektir. 
Balonlar ve konfetilerle süslenmiş bir ev düşünün. Davetlilerin de, tam da evin dekorasyonuna uygun olarak pembe ve mavi formalarıyla, erkek ve kız takımı olarak orada bulunduğunu. Herkes kutlama yapmaya hevesli. Bu bir bebeğin cinsiyetini açıklama/ifşa etme partisi! Ritüel şöyle başlıyor. Ultrason ile belirlenen bebeğin cinsiyeti, doktor tarafından anne ve babaya söylenmeden bir kâğıda yazılıp zarflanıyor. Zarf, doğruca pastaneye veriliyor. Onlar da, kız ise pembe, erkek ise mavi renkte hazırlanmış kremalı kekleri, ancak kesildiğinde anlaşılabilecek şekilde hazırlıyorlar.
Bu partilerden youtube’a yüklenen ilk video 2008 tarihli. Son altı ayda eklenenlerin sayısı 1800. Bu videolar içinden seçtiğim ikisi sayesinde;
1. Erkek çocuk sahibi olacağını öğrenen bir babanın naralarını http://www.youtube.com/watch?v=hvLAkqd50lc,
2. Kız bebek işaretiyle kısa bir şaşkınlık yaşayan anne-babayı http://www.youtube.com/watch?v=EXyOjR0JdQw&feature=related izleyebilirsiniz.
Bu şovun ötesinde göreceklerimiz ise, kendi anne ve babalarının fantezilerinin esiri olan “doğmamış” çocuklar olacak. 

6 Nisan 2012

Yatağın Altındaki Şişeler



Geçtiğimiz gün Arter'de gördüğüm Mona Hatoum sergisinden...
Natura Morta (Ölüdoğa) bu kayıtla uygun düştü:
"Hatoum el bombası formlarını rengarenk yeniden üretiyor. 
Bu göz alıcı nesneler iştah uyandırıcı meyveleri hatırlatsalar da,
patlayıcı ve ölümcül olmakla, çekici ve davetkar olmak arasında 
belirsiz bırakılmışlar. Uğursuz çağrışımlarla yüklü kıymetli objeler 
olarak sergileniyorlar." 
Başka niyetlerle yola çıkmıştım ama oradan oraya sekerek ulaştığım bu kitabı kaydetmeden geçemedim. Kitabın ismi The Psychoanalysis of Symptoms. Yazarı Henry Kellerman. Kitabın okumaya izin verilen bölümleri bir dizi vaka analizini içeriyor. Bunlardan ilki 11 yaşında bir çocuğun yolculuğunu konu alıyor. Fark edilen ilk semptom, çocuğun yatağın altına şişeler koyması. Onun ifadesiyle ise bir tedavi yöntemi. İyileştirmeye çalıştığı da midesinde duyduğu tuhaf hisler.
Yazarla yolları, psikiyatrist olan babasının, çocuğun yatağın altına koyduğu şişeleri kazara fark etmesiyle kesişiyor. Babası Kellerman’a, bulguların oldukça ağır olduğunu ve ilaç tedavisinin seçenek olarak düşünülmesi gerektiğini söyleyen psikiyatrist meslektaşına ve haftada iki seans psikoterapi öneren bir psikoloğa danıştıktan sonra başvuruyor. Kendisi de bir profesyonel olmasına rağmen, çocuğunun durumuna nasıl yaklaşacağını bilemeyen baba, çocuğuyla yaptığı bir dizi konuşmanın sonunda, bulguların birkaç ay önce başladığını ve kademeli olarak da sıklığının arttığını aktarıyor. Yazar, ilk görüşmede, yaşına göre oldukça zeki bu çocuk için oyun terapisini eliyor. Çünkü çocuğun içinde bulunduğu durumu anlamaya ve acı vermeyen ama tıpkı hüzünlü duygular gibi rahatsız edici olan bu hislerden kurtulmaya hevesli olduğunu görüyor. Semptomları çözümleyebilmek için uygulanacak süreci şöyle özetliyor:
“Burada belirsiz bir uyaranın tetiklediği bir his ve bir yükümlülük/zorunluluk hissiyle harekete geçme durumu vardı. Bağımsız değil, tam tersi birbiriyle ilintili bir aşama. Gerçekleşmeyen bir arzu, bunu tersine çevirememenin karşısında duyulan öfke ve bu öfkenin yöneldiği bir kişi. Her belirti gerçekleşmeyen bir arzunun yarattığı hayal kırıklığı ile ortaya çıkar. Çocuğun farkında olmadığı bu arzusu neydi? Bir belirti varsa, bastırılmış bir öfke de vardır; üstelik tüm duygular, öfke de dahil, bir nesneye, kişiye yönelir. Bu çocuk kime öfkeliydi? Yatağın altındaki şişeler, belirli bir duyguyla (öfke), biriyle (Kim?) ve bloke edilen ya da gerçekleşmeyen bir şeyle (arzu) ilgiliydi.
İlk zamanlar ara sıra hissettiği bu duygular, şişeleri yatağın altına koymasıyla sihirli biçimde geçiyordu. Aralıkları arttıkça ve kontrol edilemez bir noktaya geldiğinde endişe başlamıştı. Ona göre bu durum kendiliğinden ortaya çıkmıştı. En azından başlamasına sebep olabilecek önemli bir olay hatırlamıyordu. Bense başlangıç noktası konusunda inatçıydım. Zira henüz tanımlamamış olmamız böyle bir noktanın olmadığı anlamına gelmiyordu. Biraz çalıştıktan sonra, midesinde hissettiği bu duygulardan kısa bir süre önce, anne ve babasının çok büyük bir kavga ettiklerini hatırladı. Daha önce onları hiç böyle görmemişti. Kıpkırmızı yüzlerle birbirlerine bağırıyorlardı. Boşanmaktan bahsediyorlardı. Onu korkutan ve sıkıntıya sokan babasının annesini boşama tehdidiydi. Annesinin verdiği karşılık ise, ona sadece bir savunma mekanizması olarak yansımıştı.
Bu çağrışım önemli bir tetikleyici faktör olabilirdi. Bu noktada dikkatimi “Kim”e çevirdim. Bana göre bu kişi babasıydı. Bu fikrimi ileri taşımak için bir dizi soru sordum. Şişeleri hangi yatağın altına koymuştu? Tabii ki anne ve babasının yatağının altınaydı. Peki, şişeleri yatağın neresine koyuyordu? Belli bir yer var mıydı yoksa rastgele mi seçiyordu? Öfkenin bir kişiye yöneldiğini bildiğimizden şişeleri yatağın ortasına koymadığından emindim. Cevap beni şaşırtmadı: ‘Her zaman babamın tarafına.’ Öfkenin hedefindeki kişi kesin olarak babaydı. Şimdi şişeler hakkında daha fazla bilgiye sahip olmamız gerekiyordu. Ne çeşit şişeler olduğunu, ebatlarını öğrenmek istedim. Bazıları küçük, bazıları büyüktü ama hepsi ilaç şişesi ya da ilaçla ilgiliydi. Verdiği bu karşılıkla, arzusunu da netleştirmiştik. Kolayca anlaşılabileceği gibi şişeler sembolikti. İlacın tedavi için kullanıldığını düşününce, annesini sevmeyen babanın iyileştirilmeye ihtiyacı vardı. Baba anneyi sevecek, böylece boşanma olmayacak ve arzusu yerine gelecekti. Ailenin bütünlüğü sağlanacak, iç dünyasını tehdit eden faktör ortadan kalkacaktı!
Her ne kadar bilinç düzeyinde hissettiği duygu korkuysa da, bilinçdışında öfke duyuyordu. Farkında olmadığı bu öfke, sevgi ile birlikte gerilimli, çatışmalı bir alan yaratıyordu. Ona zarar veren bu öfkeydi. Dikkat gerektiren de buydu. Korkusuna odaklanarak tedavi etmeye çalışmak sonuç vermeyecekti.”



1 Nisan 2012

#benimbabam


Bu sene 9. Açık Radyo Şenliği’nde tema, “Nesiller boyu Açık Radyo” idi. Buna uygun olarak her konuk; eşi / kızı, oğlu / annesi, babası / dedesi, ninesi / amcası, halası, dayısı, teyzesi / torunu torbası ile ama stüdyoda ama telefonla ama yâd ederek ama selam göndererek, Açık Radyo mirasını, dinleyenler ile paylaştı. Ben de bu yayınlardan birine, özellikle dikkat kesildim. Akın Eldes’in, oğlu Akıncan Eldes ile birlikte yaptığı programa.
Eldesler, yayına birbirlerinden bağımsız hazırlanmışlar. Sırayla çalacakları şarkılar, ikisi için de sürpriz. Ben şarkıların kendisini de, dizilimini de, yorumları da, her ikisini tanımak ve orada bulunma motivasyonlarını anlamak açısından önemsedim. Ama en çok oğul Akıncan’ın penceresinden.
Açılış için Akıncan Eldes’in seçtiği ilk şarkı Rush’a aitti. Babasını oldukça memnun eden bu tercih yine onunla ilgiliydi. Akın Eldes, seneler önce oğluna ilk bu şarkıyı, üstelik yüzyılın şarkısı diyerek dinletmişti.
Akın Eldes, “Kafa sallattıran gaz parçaları vardır” dediği Sweet’ten çaldığı şarkı sonrası, Akıncan Eldes’in beğenip beğenmediğini sorduğunda, şarkıyı ilk defa dinlese de, babasının müziğe başlamasında etkili olan bu grubu daha önce duyduğunu belirterek: “Geçenlerde katıldığın bir programda bahsetmiştin,” dedi.
Akıncan Eldes’in listesindeki ikinci şarkı, 2001 yılında, 31 yaşında intihar eden Yavuz Çetin’in Yaşamak İstemem isimli şarkısıydı: "Sana öğretilen her şey, bana önerilen her şey, bana dayatılan yaşantı, işe yaramaz bir çöplük, yarattığınız sistemler, kullandığımız yöntemler, yaşamak istemem aranızda…"
Yavuz Çetin şarkısı, yakın arkadaşı olan Akın Eldes’e sadece onun ne kadar iyi bir müzisyen olduğunu değil, oğlu Yavuzcan’ı da hatırlattı: “Konservatuar sınavına sokmuştum seni. O da girmişti. İkiniz de kazanamadınız. Yavuz’un gitarını Yavuzcan aldı. İletişim halinde olmanızı çok isterim. O Yavuzcan sen de Akıncan.”
Birbiri ardına dinlettikleri şarkılar arasında, Akıncan Eldes yaptığı bir anons sonrası “İşte böyle” dedi. Sonra da babasına, kendisi için yazdığı günlükte her sayfayı “İşte böyle” diyerek bitirdiğini hatırlattı. Bu ayrıntı Akın Eldes’i epey şaşırttı.
Benim bu yayınla, buraya kaydedecek kadar ilgilenmemin sebebi, sanırım geçtiğimiz hafta twitter’da #benimbabam etiketiyle gönderilen yorumlar oldu. Belli ki pek çok kişinin babası,  her şeyden önce ADAM GİBİ ADAMdı, sonra: “Kral adam vesselam - Gözümde en iyi erkek - İlk aşk - Dünyaya kaç defa gelirsem geleyim yine aynı insana baba demek istediğim tek kişi - Sahip olduğum her şey, arkamda duran gölgem - Her şeye karşı beni savunan tek erkek - Onun gibi sözünün eri var olmayan - Her zaman yanımda olan, koruyan kollayan - Dünyanın en delikanlı adamı - Garibana baba, namussuza bela - Öyle boşuna sallamaz o tespihi de, harbi adam - Benim göbüşlü süper kahramanım - Her zorluğa göğüs geren kocaman dağ - En büyük desteğim, gerçekten ilham aldığım tek insan”
Babalar ve oğullarını ya da kızlarını, tüm bu satırlar arasında bilinçli ya da bilinçdışı yatırımlarla, cinsiyetçi aktarımlarla düşündüğümde ve özellikle Bessi Meshulam’ın “Çocuk, Korkuları ve Ailesi” isimli aşağıdaki makalesinden küçük paragrafla birlikte okuduğumda, sanki hiçbirimizin babası hiçbir zaman bizim olmadı gibi geliyor:
“Thomas Ogden erkekte kadınsı niteliklerin, kadında erkeksi niteliklerin varlığı fikrini geliştirerek bu niteliklerin var oldukları sürece yaratıcı ve verimli etkileşim sağlandığını söyler. Buna bir örnek, çocuğun babasına 'Baba ben acıktım' diyebilmesi olabilir. Bu söylem çocuğun babasındaki anaç besleme niteliklerini görebildiğini ve babasındaki bu yöne başvurabildiğini gösterir. Fakat annenin saf bir anne, babanın saf bir baba oldukları ortamda, her biri kendilerinin özel ebeveyn ideali ile hareket ettiklerinde, çocuk içindeki kadınsı ve erkeksi unsurlarını kapsayamaz hale gelebilir. Belki de böyle bir kapsamadan yoksun olan çocuk, ileride içinde ister istemez bulunan bir unsura 'yabancı' muamelesi yapıp onu, ondan korkulan bir şey haline getirip korku ve panik nöbetleri yaşayabilir. Bu 'yabancı' unsur, ister kadınsı, ister erkeksi nitelikler olsun, tehdit edici ve yıkıcı olarak algılanabilir ve mutlaka dışa yansıtılır.”