28 Nisan 2012

Göbekli Tepe


Zeugma Müzesi'nde, mozaiklerin yanında,
ilk bulundukları  yerlerde çekilen fotoğraflardan biri.
Geçen hafta Gaziantep’e gitmemizin en önemli sebebi Şanlıurfa’ya ulaşmaktı. Amacımız, görmeyi ne zamandır ertelediğimiz Göbekli Tepe’yi ziyaret etmekti.  Az olan vaktimizi verimli kullanmak için yaptığımız bu tercih, her iki şehirde de bulunan mozaiklerin farklı sergilenme biçimlerini karşılaştırma fırsatı da verdi. Zira Gaziantep’te olan ne varsa, Şanlıurfa’da iyi ki yoktu. Yerinde sergileme, bulunduğu ilin sınırları içinde ama taşınabilir olarak algılandığından, Zeugma Müzesi’ndeki mozaiklerin ait oldukları gerçek mekânlar, ancak kendilerine ayrılan duvarların yanına iliştirilen fotoğraflara sıkışmıştı. Karanlık müzenin, yapay ışıkları altında asılan ya da serilen mozaiklerin tersine, Şanlıurfa Haleplibahçe’de yapılan kazılar sonrası bulunan mozaikler ise, günün doğal ritmine ayak uyduruyordu. Mozaikler üstte kalacak şekilde katmanlaşan ve fiziksel sınırları aşabilmeyi olanaklı kılan bu alanın, “güvenliği” yoktu ama korunuyordu.
“Yerinde” sergilemenin, söz konusu alanı tahrip edebilecek riskleri var elbette. Bu riskler Haleplibahçe’de, geçici bir çadır/çatı ile şimdilik çözülmüş görünüyor. Dileyenler, Şanlıurfa İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün sitesinde yer alan kalıcı projenin planını görebilir. Rüzgâr, yağmur ve kardan acil olarak korunması gereken ise Göbekli Tepe. Bu ihtiyacı, kazı başkanı Klaus Schmidt’den öğrendk. Zira, kısa bir yolculuk sonrası ulaştığımız Göbekli Tepe’de, harikulade bir tesadüf sonucu o da oradaydı. Sonradan İngiltere merkezli bir yardım kuruluşunun üyeleri olduğunu öğrendiğimiz bir gruba rehberlik ediyordu. Bizden başka kimse olmadığı için heyecanla turlarına katıldık. Göbekli Tepe’nin korunması için tekrar gömülmesi gibi bir ihtimal yok ama oldukça maliyetli olan çatının aciliyeti var.
Tasvirleri görebilmeniz için
tıklamanız yeterli 
Göbekli Tepe, bugüne ulaşan en eski tapınak. T biçiminde dikilitaşlar ile çevrili tapınağın merkezinde iki adet yine T biçiminde dikilitaş karşılıklı olarak yer alıyor. Schmidt ve ekibi, boyları üç ile altı metre arasında değişen bu dikilitaşların stilize edilmiş insan tasvirleri olduğunu düşünüyor. Bunun sebebi, yandaki fotoğrafta da görebileceğiniz gibi dikilitaşların kenarlarında kol ve el tasvirlerinin bulunması. Ayaküstü, figürlerin cinsiyetine dair yorumlar yapılsa da Schmidt, bunun bir öneminin olmadığını belirtiyor: “Göbekli Tepe resimleri, çeşitli yorum denemelerine açık. Bağlayıcı olmayan benzeri bu yorumlarla, olasılıkla doğru olanı yakalama ya da tümüyle hatalı bir yorum yapma şansı ortadadır. Öncelikle önemli olan atalarımızın bileşik yaşamları ve ruh dünyaları ile ilgili düşüncelerimizi, benzeri olmayan arkeolojik buluntulardan yola çıkarak geliştirebilmek amacıyla daha fazla malzeme toplamaya, gözlemlemeye ve ilişkiler kurmaya devam etmemiz.”
Nihayetinde var olan ya da yeni bulunan kalıntıların, her şeyden önce bir soru sorma alanı yarattığını hatırlayarak, sınırlılıklar konusunda Ian Hodder ve Scott Hutson’un “Geçmişi Okumak” isimli kitabından kısa bir alıntıyla bitirmek istiyorum:  
"Kültürel ilişkilerin kaynağı kendisinden başka bir şey değildir. Kendisidir. Arkeologların görevi maddi kanıtın peşinde toplumun 'okunabilmesi' için, kültürün bu indirgenebilir bileşenini yorumlamaktır. Böyle bir 'okumaya' nasıl başlanabilir? Genellikle maddi nesnelerin sessiz oldukları ve konuşmadıkları ileri sürülür. Peki, öyleyse nasıl anlaşılabilirler? Geçmişe ait bir nesne kesinlikle kendisine ait bir şey söylemez. Bilinmeyen bir kültüre ait bir nesne edinen arkeologlar çoğunlukla buna bir yorum getirmekte güçlük çekeceklerdir. Ancak kendi başlarına nesnelere bakmanın arkeolojiyle alakası yoktur. Arkeoloji katmanlarda ve diğer bağlamlarda (odalar, alanlar, çukurlar, mezarlar) nesneler bulmakla ilgilenir: böylece bu nesnelerin tarihleri ve anlamları yorumlanabilir. Bir nesnenin bağlamı bilindiği zaman o nesne artık tamamen sessiz değildir. Nesnenin taşıdığı anlama dair ipuçları bağlamı tarafından sağlanır. Örneğin buluntular mezarlarda iskeletlerin boyunları çevresinde bulunur ve kolye olarak yorumlanır. Yerleşim yeri olmayan ancak gösterişli bağlamlarda bulunan nesneler dini törenlerle ilgili olarak nitelendirilir. Biz, nesnelerin bağlam içinde dahi kültürel anlamlarını bizlere aktardığını iddia edemeyiz. Diğer taraftan da tam olarak sessiz olduklarını söyleyemeyiz. Nesnelerin anlamlarının yorumlanması, nihayetinde bağlamların yorumlanması ile sınırlıdır.”