14 Aralık 2010

Yaşar Kemal


Geçtiğimiz eylül ve ekim ayına yayılan bir sergiden bu fotoğrafın fotoğrafları. 1956 yılından günümüze Güneş Karabuda’nın çektiği Yaşar Kemal fotoğrafları… Hepsinde bu iki fotoğrafta gördüğünüz gibi “yalnız” değildi; Yaşar Kemal’in kalabalıkların arasında, arkadaşlarıyla çekilmiş fotoğrafları da vardı. Sergide ayrıca, fotoğraflara eşlik eden Yaşar Kemal metinleri de bulunuyordu. Örneğin ben alttaki fotoğrafa, ona ait olmamasına rağmen, beni oldukça etkileyen yanındaki metni uygun buldum. Arılarla, civcivlerle, kargalarla sembolleşen tüm insanlık hallerinin zaman zaman onu/bizi ne kadar yormuş olabileceğini düşünerek.

“Bostanı beklerken bir merakım da karpuz kabuklarıydı. Karpuz kabuklarını güneşe koyuyor, eşek arılarını bekliyordum. Eşek arıları, sarıca arılar, bal arıları, öteki arılar kabuklara doluşuyorlardı. Kabukların arasına oturuyor, onlara, üst üste çokuşmuş arılara gözümü dikiyor, gözümü onlardan ayırmadan SEYREDİYORDUM. Bir şeye gözümü dikip durmadan SEYRETMEK, benim çocukluk huylarımın başlıcalarındandı. Örneğin eve getirilmiş bir kilimi aylarca bıkmadan, usanmadan SEYRETTİĞİMİ anımsıyorum.  Çocukluğumda demircilerin ocakları, marangozların uğraşları da benim için arı SEYRETMEK gibi bir şey olmuştur. Bu SEYRETME işim, günlerce de sürüyordu. Sanki dünyayı hiçbir şey yapmadan SEYRETMEYE gelmiştim. Bir de ağzı yukarı yatıp, köyün üstünde dönen, türlü oyunlar oynayan, tortop olup büyük hışıltıyla civcivleri kapmak için köyün üstüne sağılan kartalları SEYREDİYORDUM.”

Şimdi herkesle paylaştığım bu fotoğrafları, aylar önce yakın çevreme gönderdiğimde, yetişkin ve çocukluk hallerinin geçişkenliğiydi ilk dikkatimi çeken. Temelde hala öyle olmasına rağmen bugün, Yaşar Kemal’in elinde tuttuğu bu oyuncak kayıkla, onun geçmişine doğru bir yolculuk yaptım. Benim için yeni bu bilgileri ise, Günil Özlem Ayaydın sayesinde öğrendim. Ayaydın’ın, Yaşar Kemal’in İstanbul coğrafyasını anlattığı eserlerini bir arada okuyan, “Yaşar Kemal’in İstanbul’una Çevreci Bir Yolculuk” başlıklı 2003 tarihli tez çalışması, özellikle Deniz Küstü merkezinde, bu romanlar arasındaki ilişkileri inceliyor.
“…Balıkçılığı ve denizi biliyorum… 7 tane kayık eskittim… Denizi bilmeyen, yaşamayan bir kişi, fırtınalara tutulmamış her yönüyle yaşamamış bir kişi, denizi nasıl yazabilir değil mi?” diye soruyor Yaşar Kemal, bir söyleşisinde. Hayatının denizle kesişen “fırtınalı” dönemi de şöyle aktarılıyor:
“Yaşar Kemal 1951 yılında İstanbul’a yeniden geldiğinde, amacı arkadaşı Orhan Kemal’le birlikte gezici sebzecilik yapmaktır. Orhan Kemal’in İstanbul’a gelişine kadar, Ankara’da Abidin Dino’dan aldığı paranın yeteceği süre içinde, kendine arzuhalcilik işi ayarlamaya çalışır. Daha arzuhalcilik yapacak mekan bulamamışken parası biter. Bu arada Gülhane Parkı’nda manzaralı, korunaklı bir yer keşfeder ve burada gazete kağıtlarından yaptığı döşekte yatıp kalkmaya başlar. Sarayburnu’nda balık tutarak geçirdiği bu dönemi şöyle anlatır: 
‘Baktım para iyice bitmiş. Yerim yurdum var da, yemek yiyecek para yok… Köprü altında soluğu alıp, kendime tam 3 tane olta satın aldım. Son paramla… Sarayburnu’na geçtim, bir kayanın üstüne oturdum. Oltamı denize attım. Vay anam, ilk günün bereketi de ne bereketmiş. İki üç kilo balık tuttum birkaç saatte. Hem de ne balık, kocaman kocaman. Biliyorum şimdi şu söylediklerime İstanbul’da inanacak kimseyi fenerle arasam bulamam. Balıklarımı gittim oynar oynar köprü altında sattım. Bu parayla kendime bir maltız, bir torba da kömür aldım. Keyfime diyecek yok. Her gün balığa iniyorum kıyıya. Balığın bir kısmını yiyorum. Kovadaki oynar oynar balıklarımı da götürüp köprüde satıyorum.” 
Toprakla bu kadar özdeşleşmiş bir insanın, denize yansıyan hikayesi...