27 Aralık 2010

Tanımadığımız İyi An'lar

Bu seneyi, bizi tanımadığımız insanlarla bir araya getiren anları hatırlayarak kapatıyoruz. Bir sonraki adımı, yani insanın kendini ve diğerini tüketen hallerini görmezden gelmeden ama iyi düşünmeye çalışarak. Nihayetinde “insanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları kendi okumak istedikleri; sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir,”* gerçeğinden yola çıkarak... Çöp! kadın ve adamlarımıza iç ve dış dünyalarımızı yansıtarak.
Tıpkı bir öncekinde olduğu gibi, katılan herkese çok teşekkür ederim. Seneye görüşmek üzere... 
Sırasıyla Özgür, Esra ve Özlem
ÖZGÜR: Günlerden bir gün Lyon'dayız. Geceyi trende geçirmiş, şehri dolaşalım diye güne başlamıştık. Tren garından çıktık, dolanıyoruz ama kimse yok ortalarda. Sanki terk edilmiş bir şehir gibi. Bir yerlerden öğrendik ki, Fransa'nın kurtuluş günüymüş. Artık kimden kurtuldular bilmiyorum. Metro istasyonuna indik. Durum aynı, her yer boş. Bilet alalım dedik ama yanımızda bozuk para veya uygun kâğıt para yok. Makineler dışında bilet satışı da bulamadık. O sırada tren geldi. Biz hala tırmalarken turnikelerin diğer tarafından yanımıza biri yaklaştı. “Nereye gideceksiniz” dedi. Biz tabii şüpheyle geveledik bir şeyler. Adam bizi turnikelerden geçirip trene bindirdi. Kendi de sürücü bölmesine girdi! Meğer makinistmiş. İneceğimiz durakta tekrar yanımıza gelip bizi inmemiz için uyardı. Şaşkın düşünceler içinde trenin gidişini seyrettik.
ESRA: Arabamın aküsü bitmek üzereydi ve şansımı zorlayıp motorun çalışması için iyice yüklendim gaza. Bir çalışsa motor, tekrar kendini dolduracak akü. Neyse… Gece yarısını çoktan geçmiş bir saatte, arkadaşımla bira almaya gidelim, şansımızı deneyelim dedik. Kırk-elli metre gittim gitmedim, araba stop etti, yolu tıkadı. O saatte pek araba geçmez ama ben ve arkadaş güle eğlene geri itmeye çalışırken, ilk geçen araba durdu ve bir adam inip “İtelim” dedi. Biz arabayı yerinden bile kıpırdatamamıştık, birlikte ittiler evin tam önüne -ben şoför koltuğunda direksiyon kontrolü yapıyordum- Galiba sarhoştu adam.
ÖZLEM: Kediler tedirgin eder beni. Bir gün apartman kapısının önünde bir kedi. Ben içeri giremiyorum o da oradan ayrılmıyor. “Pist” gitmez, “kışt” hala orada. Karşılıklı bekleşiyoruz. Tam o sırada evin önünde bir araba. İçinde iki kadın. “Hah, komşularımızdan biri herhalde, o girerken ben de girebilirim içeri” diye düşünürken, yan koltukta oturan kadın arabadan indi ve yanıma gelerek: “Ben de korkarım kedilerden ama size yardım etmeye çalışayım” dedi. İkimiz birlikte kocaman! kediyi oradan kaldırmayı başardık.
Sırasıyla Nuvara, Erdem ve Talin
NUVARA: Güneşli bir sabah, valizimle beraber arabama bindim; keyfim yerinde zira o gün WISTA konferansı için Atina'ya uçuyorum. Tam köprünün üzerinden geçerken ağzıma attığım sakız dolguma yapışmasın mı? Kimi arayıp “Dolgum düştü” desem meşgul, araya alamıyor. Ağrım yok diye ciddiye de almıyorlar ama biliyorum birkaç saat sonra oyuk acıyla dolacak! Baktım olmayacak sokak sokak dişçi aramaya başladım. Gördüğüm ilk tabelaya koştum. “Randevum yok ama yola çıkacağım” dedim. Hemen gerekli temizliği yapıp orayı geçici bir şekilde doldurdu. Bıkmadan, şöyle bir ağrı olursa şu ilacı; yok geçmezse başka bir ilacı almamı söyledi. Tüm bunları o kadar sakin ve güler yüzle yaptı ki... Tabii ki bu yaptıklarının karşılığını vermek istedim ve borcumu sordum: "Aa ne borcu, sen yola çıkıyorsun bir de, hem bir şey yapmadım ki" dedi. Benimle ilgilenecek vakit bulduğu için zaten çok mutlu olmuşken, böylesini hiç beklemiyordum.
ERDEM: Fotoğraf çekmek için Gümüşyaka'ya gittim. Siteler arasında rastgele dolaşıp ilginç bir şeyler ararken, birden elimde makineyi gören bir beyefendi tedirgin yaklaştı. Niçin çekim yaptığımı sordu. Selanik göçmeni beyefendi, meğer yerlisiymiş oranın. Şeker bayramıydı; evine davet etti. “Yok gezmem lazım,” dediysem de, bahçesinde yarım saat konuştuk. Siyasetten, ekonomiden bahsetti. Eşiyle tanıştım, bana baklava ikram ettiler. Silivri ve Gümüşyaka’nın tarihini öğrendim. Çekim yapalım derken sokakta fark edilmemle, böyle hoş bir an kaldı geriye. Beyefendinin ismini unuttum ama kulakları çınlıyordur şimdi.
TALİN: Eski bir olay. Sene 1996'ydı sanırım ama daha dün olmuş gibi gözümün önünde. Üniversiteye gittiğim yıllar. Otobüs durağına yaklaşmışım, az bir mesafe kalmış, bir baktım bineceğim otobüs yanımdan geçiyor. Hemen koşmaya başladım. Tam otobüsü yakaladım galiba derken, birden kendimi yerde buldum. Ayaklarım kaldırımın dışında, dizlerim ve ellerimin üzerinde kaldırımdayım. Öylece kala kaldım yerde, nedense hareket edemedim. Sonra biri beni kavradı ve yerden kaldırdı; devrilen bir bibloyu kaldırırmış gibi. Ben öyle şaşkındım ki, teşekkür etmek bir yana, kimdi onu bile göremedim. Gizli kahraman...
Sırasıyla Kevork, Filiz ve Ebru
KEVORK: Açıköğretime 1994 yılında kaydımı yaptırmıştım. Bir yandan çalışıp bir yandan okurken derslere pek vakit ayıramıyordum; zaten sınıfta kala kala 7 senede tamamlayabildim. Amacım sadece diploma almak olduğundan, sınav esnasında etraftan gelecek en küçük bir yardıma çok sevinirdim. Sınavlardan birinde önümde oturan kız cevap anahtarını görebileceğim şekilde yan tarafa bıraktı. O zamanlar tek kitapçık kullanıldığından rahatlıkla eksiklerimi tamamlayabilmiştim. Sınavdan sonra "Gösterdiklerimi alabildin mi?" diye sorunca çok şaşırmıştım. 1-2 sene sonra yine bir sınavda, bu kez ben ricada bulunmuştum. Artık 4 gurup kitapçık kullanıldığından, cevap anahtarının yanında kitapçığa da işaretlemesi gerekiyordu. Böylece kitaptan soruyu okuyup bendeki ile eşleştirip doğru seçeneği işaretleyebiliyordum. Bu sınavdan da geçtim. İlginç olan her iki kızın da adı Meryem’di. Farklı zamanlarda farklı kişiler olarak karşıma cıkmışlar ve beni iki farklı sınavdan geçirmişlerdi. Onları bir daha görmedim.
FİLİZ: Küçükken, sanırım 3-4 yaşlarındayken, annem çalışmaya gittiğinde ağlayıp peşinden gitmişim. Koca İstanbul! Nasıl oluyorsa şans eseri biri beni yolda görüp tanımış; eve geri götürmüş. Çoğu zaman aklıma gelir, o olmasaydı nasıl bir hayatım olurdu diye. Başka şekilde de bulunurdum belki ama şu an var olan bana katkısı olduğu için o kişiye her zaman minnet borçluyum. Hayat çizgimden saparken, parmak uçlarıyla beni çizgime doğru itmiş gibi.
EBRU: Adı Ömer Aksu, sonradan öğrendim. Tek başıma karlı bir Ağva dönüşünde, yollar kapanmış ve Şile’de bir taksi durağına sığınmıştım. Ömer, taksi şoförü, yardım etmişti bütün duraktaki arkadaşlarıyla. Zincir takıp iki araba önlü arkalı İstanbul yoluna çıkarmaya çalıştı beni. Olmadı; kar feci, yol da kapalıydı. Duraklarına döndük, soba başında çay içtik ve bir pansiyon buldular bana. Yerleştim. Sonra korkup uyuyamadım. Aradım duraklarını, Ömeri... Çıktım, sabaha kadar iskambil oynadık. Ertesi gün İstanbul’a kadar iki araba ulaştırdılar beni. Hala Ömer’in ve diğerlerinin sesleri kulağımdadır: “Valla olmaz kardeş, İstanbul’a kadar bırakırız biz seni, insanlık öldü mü!” Ölmemiş insanlık. Sezen Aksu gelir aklıma Ömeri'i hatırlayınca hep. Çok dua ederim hala ona. Yıllar sonra haber almıştım; okumuş, beden eğitimi öğretmeni olmuş.


*Tezer Özlü