31 Aralık 2012

Alaz

Geçen sene tam bugün, tüm seneye yayılan blog kayıtlarını bir araya getirip şöyle yazmışım:  "Senenin son kaydını, bütün bir yıl ne yaptığımdan çok ne hissettiğimi izleyebildiğim blog kayıtları arasında gezinerek noktalamak istedim. Her bir başlığın üzerine gelerek kaynağına ulaşabileceğiniz bu kayıtlar, bir dış gerçekliğe işaret etse de, her zaman kendi iç dünyamın aynası oldu. Bazen başkalarının yazdıkları, zaman zaman da kendi ifadelerim için en önemli yol gösteren öfkeydi. Görünürlüğü arttıkça, şiddeti azaldı. Yeni yıl için daha 'eğlenceli' kayıtlar yerine, henüz farkında olmadığım başka duyguları keşfetmeyi diliyorum."
Böyle de oldu. Alaz doğdu. Aylar önce onu beklerken sahaflardan topladığım bu fotoğraflar, senenin bu son gününe denk düştü. Kucağımda bir bebek, ancak kucaktan inebildiğimde gerçekleşti. 



9 Ekim 2012

Çöp


Bu fotoğrafların hepsi, Fatih Akın’ın Cennetteki Çöplük isimli belgeselinden. Akın’ın diğer filmlerinin aksine Avrupa yakasında iki, Anadolu yakasında sadece bir sinema salonunda gösterilen belgesel, Trabzon’un Çamburnu beldesinin filmdeki ifadeyle Çöpburnu’na dönüşmesini, 5 seneye yayılan çekimlerle aktarıyor. Uzun süredir sinemada film seyretmemiş ve her zaman pazar günleri ilk seansları “güvenilir” bulan biri olarak, 3 kişiyle yarattığımız kalabalığın! beni oldukça memnun ettiğini söyleyebilirim. Zira tıpkı orada yaşayan pek çok insan gibi, bizim de “izleyici” olma halimiz nihayetinde bu sayıyla sınırlı kaldı.
Belgeselin tanıdık ve kanıksanan talan ve işgal süreçlerini görüntülemesinin ötesinde, bana en çarpıcı gelen tarafı, söz konusu bölgede yaşayan insanların iktidara ilişkin yaşadığı hayal kırıklığı oldu. İktidarı elbette her türlü uzvuyla anıyorum. Benzer bir duyguyu geçen hafta 1001 Belgesel Film Festivali kapsamında gösterilen ve Erzurum Tortum’da baraj yapımına karşı çıkan “İşte Böyle” isimli belgeselde yer alan halkın sözlerinde de yaşadım. Nasıl oluyordu da “polisimiz, jandarmamız” diyerek sahiplendikleri bu “kuvvetli kollar” onlara bu denli şiddetli davranıyordu. İnanılır gibi olmayan buydu. Konuşmama cezasına çarptırılanlar, dayak yiyenler içinde, artık onları “sevmediğini” söyleyen bile vardı. Bu karşı karşıya gelmenin hayal kırıklığı, bu hisle kol kola ilerleyen çaresizlik ve hareketsizlik en belirgin duyguydu. Çamburnu'nda çöplerin depolanacağı yer gözden ırak olacak ve ayrıştırılacaktı. Fakat şimdi, bir nevi modernlik gölgesi çöp, tüketenleri taraf yapıyordu.
İzleyen ve çöp üreten olarak, pek çok duygu ve düşünceyi tetikleyen çöp, tek bir şey anlatmıyor. Öyle olunca, hem izlediklerimi sindirmek hem de çöple ilişkimi yeniden düşünmek için, John Scanlan’ın “On Garbage” isimli kitabındaki şu ifadeleri önemli buldum:
“Çöp, nesne dünyasına ilişkin bilgilerimizi bozan, silen, uymayan parçadır. Parçalanmış bilgidir. Hem sonla hem başlangıçla ilişkilidir. Bir şeyin başka bir şeye dönüştüğünü gösterir. Bir zamanlar bilinenin ve kabul edilenin, şimdi zıt ve parçalanır karmaşasını gözler önüne serer.
Çöp, doğrudan bir nesneye karşılık gelmediğinden, geleneksel sembolik göstergelerden yoksundur. Gerçek ve sembolik olan arasındaki ilişkiyi tersine çevirir. Düzeni hatırlatır ama onu yeniden yapılandırmak, düşünce sistemine tekrar oturtmak da şüpheli bir yorumdur. Tekinsizdir. Yeni değildir, eskide de kalmamıştır ama hortlatır, hatırlatır.
Hayatımızın atılabilir, kullanılmayan, işlevini yitiren parçaları... Fiziksel atıklar, parçalanmış bilgi ve bunlardan geriye kalan düşünce sistemi, sadece ruhsal olarak değil, modern insanın durumunu da göstermesi bakımından, hem toplumsal hem de kişisel tarih açısından bir zenginlik olabilir mi?” 

4 Ekim 2012

Gerçek/Hayal


Ağustos ayında başlayıp eylüle uzayan Sinop Bienali’ni izleyebilme planları yaparken çıkmıştı karşıma Tarabalar Sergisi. Gitmişken yerinde, Sinop – Ayancık’ta görülebilirdi. Sinop Bienali de tıpkı eylül sonunda açılan Mardin Bienali gibi izlenemedi.  Belki kasım ayının ilk haftasına kadar sürecek olan Çanakkale Bienali yakalanabilir. Ya da tıpkı Tarabalar’ın İstanbul’a gelmesi gibi, “taşradaki” sanat, her ne kadar kimi işler bulunduğu yer için üretilse de, buradan da farklı görülebilir.
Tarabalar Sergisi ekim başı itibariyle sona erdi. Kadıköy Şehir Hatları Sergi Salonu’ndaydı. Geriye Özgür Gürbüz’ün sergiye dair anlamlı ve ayrıntılı yazısı ile sergiyi izleyenlerin zihinsel arşivlerinde yer alacak imgeler kaldı. Bunlardan birini yanda görüyorsunuz. Gerçek olanla olmayanın yan yana, hatta iç içe geçtiği bu fotoğraf bana,  annenin kollarındaki gerçek bebekle, öncesinde zihninde hayal ettiği bebeği hatırlattı. Zira annenin dünyaya gelmiş bebekle etkileşimini, hayali bebekle ilgili tasarımları belirliyor. Bu tasarımlar ise, doğumdan ve hatta bebek oluşmadan önceki düşlemleri, korkuları, rüyaları, çocukluk anılarını, ebeveynleri ve gelecekle ilgili beklentileri içeriyor. Yani bebek sahibi olmak, bilinçdışında da önemli bir çalışmayı gerektiriyor. Bazen tek bir fotoğraftan/imgeden yola çıkarak yapılabilecek böyle bir çalışma, sadece bebek sahibi olmak için değil; kaçınılmaz olan iç çatışma ve hayal kırıklığını, büyümeyi, sevgi ve nefretin eşit derecede parçamız olduğunu kabullenmek için de önemli.
Bu çalışmayı yapmış olduğuna inandığım Nurdan Gürbilek de, Ev Ödevi isimli kitabında, bir imgeden yola çıkarak sorular soruyor:
“Evden uzak, yolda olduğumuz zamanlarda, en çok da tren yolculuklarında, tren hava kararırken istasyon boyunca dizilmiş evlerin önünde durduğunda, ışıkları yanan, perdeleri henüz örtülmemiş evlerin içine merakla baktığımızda yaşamışızdır. Dışarıda, karanlıktayızdır; evdeyse ışık vardır. Sofra hazırlanıyordur, yemek yeniyordur, birileri konuşuyordur. Kimseyi göremesek bile televizyonun odayı aydınlatan mavi ışığı, evde bir hayatın sürüp gittiğini söyler bize. Dışarıda, karanlıkta olan için evden yayılan ışık, o anda kendisinin yoksun olduğunu düşündüğü her şeyin timsali gibi parıldar. ‘Uyanık kalan evde biri var’ diyordur ışık; ‘Sen orada boş düşler kurarken, burada devam eden bir hayat var.’
Dışarıdakinin, eve dışarıdan bakanın yaşadığı bu. Ama ya içeridekiler, tren her gün aynı saatte evlerinin önünde durduğunda, aynı gürültüyle evlerini sarstığında onlar ne yaşar? ‘Geceye açılmış bir gözdür ev’ diyordu Bachelard, ‘görür, geceler, gözetler.’ Ama evde olanın, hayatının şu ya da bu anında mutlaka soracağı bir soru var: Ya ışık dışarıda, karanlık olan evse? Ya gözetleyen, geceleyen, gören dışarıda; gözetlenen evdeyse? Bu soruları bana sorduran, kendi büyüdüğüm eve ait bir imge aslında. Işıkla, ışığın erken yaşlardaki belli bir algılanışıyla ilgili.
Küçük bir kasabada geçen 4-5 yılın ardından büyük şehre taşındıktan sonra oturduğumuz dar bir sokağa bakan evde, hava karardıktan sonra geçen arabaların farlarının pencereden, örtülü perdelerin arasından sızıp duvarı tarayan ışıkları, nedenini açıklayamadığım bir korku uyandırdı bende hep. Sonradan çok düşündüm: Daha doğal denebilecek korkular değil, dışarıda uğuldayan fırtınanın, kapıları zorlayan rüzgârın, pencereleri döven yağmurun sesi değil de neden araba farları, farların duvarda oynaşan ışıkları? Ne olabilir çocuğu bunda bu kadar korkutan?
Işığın evin içinde kırılıp parçalandığı an. İçimi daraltan, bende kaygı uyandıran ışık böyle tarif edilebilir sanırım. Önceleri bunu bir tür şehir korkusuna, sakin bir kasabada geçirilmiş uzunca bir sürenin ardından şehrin uyandırdığı korkuya bağlamıştım. Ama bu duyguya eşlik eden başka imgeler, başka sesler korkunun kaynağının pekala dışarıda değil içeride, sokakta değil evde olabileceğini düşündürüyor. Dükkân kepenklerinin kapanırken çıkardığı ani gürültü kalmış aklımda örneğin, sokakta oynayan çocuklarını ısrarla eve çağıran kadının sesi, evin hemen önündeki sokak lambasının birden odaya dolan çiğ ışığı. Hepsi aynı şeye işaret ediyor. Hava kararırken içe, iç dünyasına kapanıyor ev. Sokak ile ev, iç ile dış, karanlık ile aydınlığın netleştiği saatler. Oyun bitti, baba geldi, yemek hazır. Bundan sonrasını belki birçoğumuz böyle yaşamışızdır: Sokak kapıları kilitlenir, perdeler örtülür, evin ışıkları yakılır. Çocuğa söylenen şu: Dışarısı karanlık, tehlikeli; içerisi aydınlık, emin.
Evin baktığı dar sokaktan geçen arabaların farları işte buraya, bu iç dünyaya sızacak. Ama çocuğun iç-dış ayrımını altüst eden bir şey var burada. Çünkü ışık bu kez dışarıda; gören gözetleyen, geceleyen dışarıda. Farların örtülmüş perdeleri delip evin duvarlarını taradığı an, bizi dışarıdan koruyacağını umduğumuz evin, evi kuşatan duvarların, hava kararınca örtülen perdelerin aslında nasıl da geçirgen olduğunu, bizi dışarının çiğ ışığından, dışarıda olduğu söylenen tehlikeden, evin dışında tutulmaya çalışılan ölümden korumadığını, evin çıplak ampullerinden yayılan ışığın araba farlarının delici ışığı karşısında nasıl da sönük kaldığını anladığımız an değil mi?"
Ne kadar tanıdık gelirse gelsin tüm bu imgeler hepimizin iç dünyasını başka türlü tetikliyor. Neyin neden tetiklediği ise asıl izi sürülmesi gereken! 

26 Eylül 2012

Zeki Müren


Ne daha önce böyle "karikatürize" edilişini görmüştüm ne de “savunmasını” okumuştum. Bir önceki kayıtta sözünü ettiğim “Uzayda Bir Elektrik Hasıl Oldu: 1960’larda Müzikli Türkiye” isimli sergi vesile oldu ve Zeki Müren ile toplum arasında şimdiye kadar “sessiz” olduğunu düşündüğüm anlaşma, içinde öfke ve suçluluk da olmak üzere pek çok duyguyu barındıran “yüklü” bir çerçeveye dönüştü.
24 Eylül’de, ölümünün 16. yılında anılan Zeki Müren’in, niçin mini ve maksi etek giydiğini açıkladığı aşağıdaki metni de, yanda gördüğünüz “karikatürü” de acıklı buldum. “Alkışlarınız neticenin müspet olduğunu göstermeseydi devam etmezdim” diyen Müren için, politik bir dil geliştirmedi eleştirileri haksız sayılmaz ama Halil Kandok’un Kaos GL’de yer alan “Keşke açıkça ‘Zeki Müren eşcinseldi’ diyebilseydik” başlıklı yazısında ifade ettiği gibi, karmaşık ve yalnız iç dünyaların yatıştırıcısı olması da son derece anlaşılabilir:
“Topluma karışan, toplumun parçası olan bir eşcinsellik sergilemeyip, eşcinselliği yaşam kültürünün bir parçası haline gelebilmesine katkı sağlamamış olabilir ama, bazı eşcinsellerin yalnız olmadıklarını hissettirip kendilerini keşfetmelerini sağlamıştır belki. Kırsaldaki eşcinsellerimiz demezler mi hep, ‘Dünyada bir Zeki Müren var bir de ben var zannederdim,’ diye. Belki de kendimizle barışmamızı sağlamış, eşcinselliğimiz adına farkında olmadığımız özgüveni aşılamış olabilir bizlere.”
Belki de kimileri için “mutabakat”ın bile eşitsizliği vurguladığı bir söylemin kapılarını açmıştır Zeki Müren. Zira bu metnin neyi haklılaştırdığını kestirmek güç:
“Sanatçı Zeki Müren mini ve maksi etekle sahneye çıkmasının bazı çevrelerde büyük tepki yaratması üzerine ‘İcap ederse günün birinde dünya çapındaki bir revüde Adem ile Havva’nın ‘Adem’ini temsil eder bir tek yaprakla sahneye çıkarım. Bu biraz cesaret işidir,’ demiştir. Zeki Müren’in bu konudaki yazısı aşağıdadır:
1. Yıllar önce sahneye çıktığım ilk sezonda papyonuma işlettiğim bir tek inci ve giydiğim bordo renkli smokin için neler yazılmış neler söylenmişti… Hâlbuki bugün?
2. Artist sahnede her şey yapabilir… Ben yeniliklerimi caddede tatbik etmiyorum ki…
3. Futbolcular maça pijama ile mi çıkıyorlar? Boksörler ringde tulum mu giyiyorlar? Pehlivanlarımız mayo ile güreşmiyorlar mı? Judo veya barfiks yapanların veya trapezcilerin suspansuarlarına sözümüz var mı? Zeybeklerimizin kıyafetinde diz kapakları kapalı mı?
4. Cinsilatif dediğimiz cici hanımlarımızın süper mini modasına uyduğu son yıllarda benim, eski Romalılardan, gladyatörlerden, Antuan’dan, Sezar’dan modernize ettiğim bir kıyafeti giymeye neden hakkım olmasın?
5. Pek çok hanım sanatçının göbek ve göğüslerinin ve mevzun bacaklarının teşhir edildiği sahnelerde benim lame çizmemin üstünden bir karış fazla görünen sarı tüylü bacağımın sözü olur mu? İyi ki oldu… İnsan estetiğine güvenemediği yerini açabilir mi?
6. Asırlardır pileli mini etek giyen İskoç askerlerine ne buyurulur?
7. Bu bikini devrinde plajlarda uzun don mu giymeliyiz acaba?
8. Dünya seyahatimde batıda son entarili erkek modasını önce ben de hayretle izledim. Artık uzun saçlı rengârenk kılıklı erkeklerin sokaklarda rahatça dolaştığı memleketimizde nasıl olsa başkaları tatbik edecekti bunu… Sahne yeniliklerinin “naçizane” öncüsü olarak erken davrandım… İyi yapmadım mı? Alkışlarınız neticenin müspet olduğunu göstermeseydi devam etmezdim.
Gelelim Maksiye…
1.  Dedelerimiz evlerinde entari giymiyorlar mı?
2. Padişahlar sırmalı elmaslı kaftanlarının altına ne giyerlerdi?
3. Kafkas beylerinin çizme üstüne giydikleri kıyafet maksi değil de nedir?
4. Rahipler kadın mıdırlar?
5. Mevlevi’ler kloş etekleri ile semaya varmıyorlar mı? O ne ulvi bir görüntüdür.
6. Arap ülkelerinde yere kadar giyilen entarilere söz edilebilir mi?
7. Bir sanatçı bahsedilmediği gün bitmiş tükenmiş demektir.
8. “Yıldırımlar yüksek tepelere düşerler…” demiş atalarımız. Sizler benim siperisaikamsınız."

Derin saygılarımla
Zeki Müren

18 Eylül 2012

Oralet

Bu kayda ait fotoğraflar rastgele seçilmedi. Alt alta dizilme tercihleri de tesadüf değil. Haftasonu Depo’da gördüğümüz “Uzayda Bir Elektrik Hasıl Oldu: 1960’larda Müzikli Türkiye” isimli serginin bol görsel malzemesi içinden, yine söz konusu serginin aşağıda yer alan yazılı materyali ile, benim tarafımdan zihinsel olarak eşleştirildi. Özellikle oralet, Wikipedia’da yer alan hızlı kısa tarihinin sembolik çağrışımları düşünüldüğünde, “tekrar üretim”, “karşılıksızlık”, “ikame” gibi, dünün ve bugünün pek çok alandaki durumuna uygun nitelikler gösterdiği için öne çıktı. Serginin hazırlanış süreci ve içeriğine dair bilgileri internetten elde edebilseniz bile, kendi kolajınızı yapmak için görmekte fayda var.
Wikipedia / Oralet: 1960'larda Eczacıbaşı’nın piyasaya sunduğu bir üründür. Kavanozlarda sadece turuncu renkli portakal aroması olarak pazara sunulmuştur. Daha sonra 1980'li yıllarda rakip olarak Lezzo gibi başka markalar da pazara girince Oralet pazar payını oldukça yitirmiş, 1995 yılında piyasadan çekilmiştir. 2007 yılında Eczacıbaşı grubu tekrar üretim kararı almıştır. Türkiye'de hazır gıda tüketiminin az olduğu dönemde tam isim karşılığı bulunamamış bu nedenle Eczacıbaşı'nın diğer bir markası Selpak gibi markası isim olmuş bir içecektir. Piyasaya sürüldüğü dönemlerde buzdolabının yaygın olmaması nedeniyle soğuk içme alışkanlığı gelişmediğinden, özellikle sıcak içilen, çay ve Türk kahvesine alternatif olmuştur.
Oralet rehberliğinde sergiden kısa notlara gelince:  
* 1960 Haziran’ında bir gazino ilanında şunlar yazıyordu: “Tepebaşı Bahçesi’nde her akşam Zeki Müren, kahraman Türk ordusunun ve asil Türk gençliğinin hürriyet marşı, vatan türküsü Osman Paşa tablosunu mehter refakatinde takdim etmekte şeref duyar.”
* Darbe sonrası, orduya ve hazineye yardım amaçlı pek çok kampanya yürütüldü; gazino ve salonlarda ‘orduya şükran’ geceleri, ‘hazine menfaatine’ konserler düzenlendi. Barış Manço anlatıyor: “1960 ihtilalinden hemen sonraydı, Caddebostan Budak Sineması’nda hazine yararına bir konser düzenlenmişti. İlk profesyonelliğe atılışım o gecedir. Orkestram Harmoniler’le ilk aldığımız ve cebimize koymadığımız parayı da o gece kazanmıştık. O gecenin manevi büyüklüğünü hala hissederim.
* Türk korkmaz fakat korkutur. Bir şey isterse almadıkça elini çekmez. (PTT’nin mektup zarflarına damgaladığı vecizelerden)
* Yozgat yöresinden “Burçak Tarlası”, “kadın ağzı” türkülerinin bilinen nadir örneklerindendi. Çoksesli düzenlemesini Doruk Onatkut yaptı. 1964’te Belgrad’da, Balkan Melodileri Festivali’nde, Milli Orkestra’nın solisti Tülay German tarafından seslendirildi, sonra da plağı yayınlandı. Şehir merkezinden bir kız, köye gelin gider. Daha düğün günü oğlan askere alınır. Sabah ezanıyla kalkıp bütün gün tarlada burçak yolmaktan kızcağızın sıtkı sıyrılır. Tarlanın sahibi ağaya, kocasını askere alan zaptiyeye başlar sövmeye. “Burçak Tarlası” sahnede başkaydı, plakta başka. Plaktaki sözler, Ezgi Plak’ın sahibi Aykut Sporel’in ricasıyla Radyo arşivi normlarına çekildi. “Bakın şu deyyusun kaç tarlası var”, “İlahi zaptiye ömrün tükene” dizeleri harcandı. Deyyus “adam”a, zaptiye “kaynana”ya döndü. Anadolu popunun ilk kıvılcımı çakmıştı çakmasına ama otosansürle. 
* Aşık Veysel, 1930’lardan itibaren Cumhuriyet rejiminin “resmi şairi” olarak kabul gördü. Aleviliği hasır altı edildi. “Kerbela Mersiyesi” gibi eserleri plak yapmaktan kaçınmadı ama, Alevi kimliğini de hiç öne çıkarmadı. Fikret Otyam, 1971’de 27 Mayıs’la ilgili radyo röportajları yapmak için gittiği Anadolu köylerinden Alevi –Bektaşi deyişleri de derledi. Bunları Ankara Radyosu’nda çalmak istediğinde şu cevabı aldı: “Radyoda, Alevilerden bir tek Veysel çalınır.”
* Osman F. Seden’in “Düğün Gecesi” filminde, Zeki Müren gazinoda sahneye davet edilir ve masada oturan Türkan Şoray’ın gözlerinin içine baka baka bir şarkı icra eder: “Mühür gözüm seni elden / Sakınırım kıskanırım / Uçan kuştan esen yelden  / Sakınırım kıskanırım / Beşikte yatan kuzundan / Hem oğlundan hem kızından / Ben seni senin gözünden / Sakınırım kıskanırım.” Filmin bu sahnesi, ayrı ayrı yollarda yürüyen, asla bir araya gelmez sanılan üç müzikal geleneğin mükemmel bir birleşkesidir ve bu yönüyle 60’lı yılların kültürel kaynaşmasının tipik bir sembolüdür. Sahnede çalanlar gitarı, kontrbası, davulu, trompetiyle bir Batı müziği orkestrasıdır, şarkıcı Türk sanat müziğinin zirvedeki genç sesidir, şarkı ise Sivaslı Alevi ozan Ali İzzet Özkan’ın bir eseridir. 

7 Eylül 2012

İp


Yandaki fotoğraflar, geçtiğimiz haftalarda izlediğim Detachment’a ait. Filmin başrol oyuncusu Adrien Brody’nin bu sahnelere eşlik eden aşağıdaki ifadeleri ise, bu kaydın çıkış noktası:
"The park is now empty and bare, with an abandoned shame about it. The jungle gym, the slide and the swing have rusted together. They're all so terribly alone now. Where did all the children go? Didn't they know that the park needed them? A child's intelligent heart can fathom the depths of many dark places. But can it fathom the delicate moment of its own detachment?"
Bana oldukça önemli görünen bu son ifadeler, D.W. Winnicott’un, “Oyun ve Gerçeklik” isimli kitabında okuduğum paragrafla üst üste gelince anlamlı bir bütünlük oluşturdu. Zira Winnicott’un örneği, kopma ve ayrışmanın/ayrılmanın birbirinden ne kadar farklı anlamlar taşıdığını ortaya koyduğu gibi, kopma anına dair bir farkındalığın ayrışmanın, nihai hedef olmasa da bağlanmanın yolunu açabileceğini de düşündürüyordu.
İlk görüşmenin 1955 yılında yapıldığı söz konusu örneğin kahramanı, annesi ve babasının endişeleri üzerine kliniğe getirilen 7 yaşında bir oğlan çocuğu. Biri zihinsel engelli iki kız kardeşi var. Winnicott, anne ve babanın ardından çocukla yaptığı seansta bir karalama oyunu oynuyor ve bunu şöyle aktarıyor:     
“Bu oyunda kâğıda bir şeyler çiziktirip görüşme yaptığım çocuktan bunu tamamlayarak bir şeye dönüştürmesini isterim. Sonra da bir şeyler karalar ve onu bir şeye dönüştürme sırası bana gelir. Bu vakada karalama ilginç bir sonuç doğurdu. Oğlanın tembelliği hemen ortaya çıktı; yaptığım hemen her şeyi iple ilişkilendirdi. Yaptığı 10 çizim arasında şunlar vardı: Kement, kırbaç, binici kırbacı, yo-yo ipi, düğümlenmiş bir ip, bir binici kırbacı daha, bir kırbaç daha. Çocukla bu görüşmeyi yaptıktan sonra ailesiyle bir kere daha görüşüp çocuğun iple ilgili takıntısının nedenini sordum. Bu konuyu gündeme getirmeme sevindiklerini söylediler. Daha önce önemli olduğundan emin olmadıkları için bundan söz etmemişlerdi. Oğlanın iple ilgili her şeye saplantılı bir ilgi duyduğunu, hatta ne zaman bir odaya girseler çocuğun sandalyeleri ve masaları birbirine bağlamış olduğunu gördüklerini söylediler. Bazen onu örneğin bir yastığı iple şömineye bağlanmış olarak buluyorlardı. Çocuğun ip takıntısının yavaş yavaş yeni bir özellik kazandığını, bunun da her zamanki kaygılarının ötesinde kendilerini fena halde endişelendirdiğini söylediler. Oğlan geçenlerde kız kardeşinin (doğumuyla oğlanın annesinden ilk kez ayrılmasına yol açan kız kardeşinin) boynuna bir ip dolamıştı.” 
Winnicott’ın aktardığına göre “depresif olduğu her halinden belli” annenin oğluyla iki önemli ayrılığı bulunuyor. Biri kız kardeşi doğduktan sona, bir diğeri de akıl hastanesinde kaldığı 2 ay boyunca. Winnicott, 6 ayda bir kereden fazla görme şansı olmayacağı bu aile için şu yöntemi izliyor:
“Anneye bu çocuğun ayrılma korkusuyla baş etmeye, ayrılığı ip kullanarak inkâr etmeye çalıştığını açıkladım. Anne pek ikna olmadı, ben de ona söylediklerimde bir anlam bulduğu takdirde meseleyi çocuğa uygun bir zamanda açıp dediklerimi ona anlatmasını, çocuğun verdiği tepkiye göre ayrılık temasını geliştirmesini istediğimi söyledim. Daha sonra yaptığımız bir görüşmede anne baba, oğlanla yaptığı ilk konuşmadan bir yıl sonra çocuğun iple oynama ve evdeki nesneleri birbirine bağlama takıntısının nüksettiğini söyledi. Aslında anne ameliyat olmak için hastanede yatacaktı. Oğluna şunları söylemişti: ‘İple oynamandan gitmemin seni kaygılandırdığını anlayabiliyorum, ama bu sefer sadece birkaç gün evde olmayacağım. Zaten geçireceğim ameliyat da o kadar ciddi değil.’ Konuşmadan sonra, bu yeni iple oynama evresi sona ermişti.”
Daha sonraki yıllarda görüşmeye devam ediyorlar; çünkü bu takıntı çeşitli zamanlarda nüksediyor. İlk görüşmelerinden tam 11 yıl sonra Winnicott’ın yazdığı ek not, sözlük karşılıklarının aksine sembolik düzende farklı görünümlere sahip bu iki kavramın, nasıl bir karmaşaya yol açtığını gösteriyor:   
“Geçen süre içinde çocuğun bu hastalıktan kurtulamadığını gördüm. Evde ilk görüşme sırasında çoktan yerleşmiş olan davranış kalıbını korumuştu. Anneden uzak olsaydı kişisel tedavi görebilirdi. Ama bunu evde yapmak mümkün değildi. Ergenlik çağına geldiğinde oğlanda yeni bağımlılıklar ortaya çıktı. Onu annesinden uzaklaştırma yolundaki tüm çabalar sonuçsuz kaldı, çünkü her defasında kaçıp eve dönüyordu. Sonunda çocuk kimseyi memnun edemeyen bir genç olup çıktı; hiçbir şey yapmıyor, zamanını ve zihinsel potansiyelini boşa harcıyordu.”

31 Ağustos 2012

Kapı (Anahtar) Deliği


Beklenen bir sergi, geç izlenen bir film ve yakın zamanda yayınlanan bir kitabın buluşma noktası bu kayıt. Üçünün de kesiştiği bir kavşak var. Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun’undan çektiğim yandaki iki kare ve esinlenerek koyduğum kayıt başlığı, Bahadır Baruter’in 13 Eylül-13 Ekim 2012 tarihleri arasında x-ist’te sergilenecek "Senin Ailen Bir Yalan Yavrum" başlıklı sergisi ile sembolik olarak örtüşüyor. Dijital resim ve videolardan oluşacak sergi, “aile kavramını gösterilmeyeni ile ele alacak ve bir yüzleşme alanı yaratacak” içeriği ile öne çıkıyor. Çünkü Baruter’e göre “yalnızlığın kendine bahane edindiği en makbul kılıf ailedir. Aile, bireylerin ancak bir arada var olabileceği inancıyla inşa edilmiş, yanıltıcı bir mutluluk kaynağıdır. Etrafın algısına yansıtılan olumlu imajların aksine mecburi ilişkiler, zoraki gülümsemelerle insanı esir edebilir. Organik bağlar tutundukça kopar, birlik uğruna bireyi yok eder. Aslında her resim kara mizahla harmanlanmış gündelik bir sahnedir. Beklenilenin aksine mutlu aile sofraları, kucaklanan çocuklar yoktur bu sergide. ‘Senin ailen bir yalan’ derken de Baruter, aslında kendi yalanımızı ortaya çıkarmayı hedefler, aile tablolarını sahtelikten arındırarak yeniden yaratır; izleyiciyi bir kez de duruma dışarıdan değil içeriden bakmaya çağırır. Sıcak, sevecen ve güvenli görünen anların gerçekliğini sorgular, doğal olanı arar. Amacı kendi doğrusunu kabul ettirmek değil, kabul görenin sorunlarını su yüzüne çıkarmaktır.”
Umut Tümay Arslan tarafından hazırlanan “Bir Kapıdan Gireceksin” isimli kitapta yer alan Fırat Yücel denemesi ise, daha önce Beş Vakit ile bloğa konuk olan Reha Erdem’in, Hayat Var isimli filminden yola çıkarak yazılmış. Yücel, benzer bir etkinin Üç Maymun’da da izlenebileceği bir tür tedirginlik hissinin eşlik ettiğini belirtiyor seyir deneyimine: “Sonradan, ‘rahatsız edici’, ‘huzursuz’ gibi tabirlerin filmle ilişkili olarak sıkça kullanıldığına tanıklık ettim. Bunun pek çok başka sebebi de olabilir, ancak bizi çocuk imgesine atfedilen ‘masumiyet’in çok dışında kalan bir dünya algısıyla karşılaştırması, Hayat Var'ın rahatsız ediciliğinin en köklü nedenlerinden biri bana kalırsa,” diyerek de bitiriyor.
Sanırım her iki filmde de, Baruter’in işlerini henüz görmesek de fikrinde, rahatsız ve huzursuz eden hissin adı tekinsizlik. Yani tanıdık, yeni olmayan ama kişisel tarihe bir anda saldıran, hortlatan. Tam da Yücel’in, çocuğun yetişkinler için bir tedirginlik kaynağı olduğun söylemesi gibi: 
“Çocuk, yetişkinler için bir tedirginlik kaynağıdır. Ya büyümezse diye düşünürüz, ya olduğu gibi kalırsa? Olduğu yerde sayıklayıp, emekleyip durursa? Ya bize yabancı kalırsa, bize benzemezse? Kendimizi göremezsek onda, kendi varoluşumuzu onunla doğrulayamazsak? Bizi aynalamayı reddederse? Ona biçtiğimiz masum çocuk rolünü oynamazsa? Ya vücuduna bir şey batırdığımızda gözünden yaş gelmezse? Ya kan akmazsa derisinden? Bize hep "yabancılığı"nı hatırlatıp durursa? Onda hayatı görürüz; dilin dışında var olan hayatı, kültürle, alışkanlıkla henüz boğulmamış nefesi. Davranışlarında dizginlenmemiş, terbiye edilmemiş olanı gördüğümüz için korkarız ondan. Her yere gidebilir sanki, durduk yere kaçabilir, kendini belirsize bırakabilir, sırra kadem basabilir. Onun baktığı yerde ne gördüğünü bilememektir bizi tedirgin eden. Uçurumdan yere uzanan boşluğu yükseklik olarak algılamayabilir, iki boyutlu bir resim görebilir orada, 'resme' düşebilir. Dünyayı bizim gördüğümüz biçimde göremezse diye düşünürüz, dünya bildiğimiz dünya olmaktan çıkabilir. Başka bir dünyanın ihtimalini saklar her çocuk bakışlarında; bizi korkutan o başka dünyadır, bizim dünyamıza benzemeyen, ayaklarımızın yerden kesileceği, dilimizi yutacağımız başka bir dünya. Çocuğun gözlerinin neler gördüğünü, neler görebileceğini bilmek istemeyiz, çünkü orada, o uçsuzlukta kendimizi "büyümüş" sayamayacağızdır. Küçük düşürür bizi çocuğun bakışları, bize kendi büyümemişliğimizi hatırlatır. Dizginlenmemiş olasılıkların boşluğunda, kendimizi yetişkin göremeyeceğimizi; gururdan ve onaylanmışlık duygusundan mahrum, cılız ve âciz, çocuktan daha çocuk, pişmanca çocuk görüneceğimizi hatırlatır. Kendimize böyle görünmek istemeyiz. Çocuğu öldürerek, kendimize benzeterek, onu büyüterek kurtuluruz bu utanç duygusundan.”


24 Ağustos 2012

Humpty Dumpty


Feodor Rojankovsky yorumu 
Bu kayıt, bir öncekinin dolaylı bir takibi olacak. Zira doğum sonrası, kimilerinin annelik hüznü diyerek romantikleştirdiği, bazılarının da depresyon diyerek klinikleştirdiği sürecin, tıpkı hamilelik gibi, çalışıldığı takdirde kadın ruhsallığına önemli katkılar sağlayacağını düşünüyorum.  Çalışmadan kastım da, aşağıda yapacağım alıntıda olduğu gibi, dış gerçekliğe ait her türlü veriyi kullanarak, bilinçli tercihlerin ardında yatan bilinçdışı tetiklemeleri anlamak. Bugün için bu veriyi, Lucy Rollin, “Dream Imagery and The Portrayal of Childhood Anxieties in Nursery Rhyme Illustrations” isimli makalesiyle sağlıyor. Ölüm, sakat kalma, hayvanlara işkence, acımasız şakalar, sınırsız gücü olan tehditkâr anneler gibi bazı unsurlarıyla, yetişkinlere bilinçli ya da bilinçdışı çocukluk korkularını hatırlatan bilmeceler, tekerlemeler, ninniler…
Rollin çalışmasında, illüstrasyon sanatçılarının kelimelerden yola çıkarak ortaya koyduklarını, rüyalara benzetiyor. Çünkü rüyalar da kelimelerin resme dökülmesi gibi. Her ikisi de, yasaklanan arzuların ya da korkuların ifadesine izin veriyor. Her ikisinde de sansür var. Zira illüstratör, yetişkin olarak söz konusu söylencelerin kişisel çağrışımları ile kendinden beklenenler arasında kalıyor. Rüyadan korunmak için de SENSÖR var. Bu ket vurmanın farklarını, rüyaların hareketli diğerlerinin ise olmadığı gerçeğini bir kenara bırakırsak, söz konusu analoji, yaratımların detaylarına dair yapılan seçimleri analiz etmenin önünde bir engel olmayabilir.  Nitekim bu bilmeceler gibi rüyalar da gizli ve aşikâr içerikleriyle çok şey anlatıyor. İster çizerek yorumlayan, isterse aktaran için.
Yazıda sözü edilen iki örnek, bu kaydın asıl meselesini oluşturuyor. Tekerlemeleri görselleştirenlerin zihinsel zenginliği ise, görünenler ve görünmeyenlere referans vermesi açısından sembolik bir temsil sunuyor:
"Humpty Dumpty tells a brief tale of someone or something falling to complete destruction. The rhythm and rhyme make this story enjoyable to recite, and children in many cultures have recited some form of it for centuries. Yet such a recitation implies the contemplation of violent death, perhaps even one's own if one identifies consciously or unconsciously with Humpty Dumpty. Perhaps even more disturbing is a rhyme which is recited (or sung) by mothers to children: Hushabye Baby. This rhyme, with its soothing sounds and rhythms, rocks a baby and then plunges it to the ground, to injury or death. Yet it may be the single most transmitted rhyme in the canon, offered by mother to infant, generation after generation, for centuries. Why should this rhyme be pleasurable to mothers? Like Humpty Dumpty, its manifest content might be seen as innocent, perhaps a quaint depiction of early wind-rocked cradles, but like Humpty, its latent content recalls Winnicott's catalogue of the few unthinkable anxieties of infancy: Going to pieces, falling forever, having no relation to the body and having no orientation."
Çizimlerin "sevimliliği" tekerlemenin "korkunçluğunu" örtmediği gibi, "korkunç" olanlar da, ifade ettiklerinin gerçekliğini değiştirmiyor. Tıpkı doğum sonrası yaşananlar gibi. Ne korkunç ne sevimli…

Hush a bye baby, on the tree top,
When the wind blows the cradle will rock;
When the bow breaks, the cradle will fall,
And down will come baby, cradle and all.

1 Ağustos 2012

Hayaletler


“In giving birth, a woman achieves what little boys achieved with the castration complex: Detachment and autonomy from the maternal imago. Just as the penis allows men to see themselves as totally separate and independent from women, so does the protruding belly of pregnancy give women that independence from the maternal imago.”
Lucy Holmes, bir önceki kayıtta yer alan “The Internal Triangle: New Theories of Female Development” isimli kitabında böyle diyordu. Holmes bu fikri, psikanalitik tarihe bakıldığında insan ruhsallığının gelişimini erkek merkezli açıklama girişimlerinden yola çıkarak geliştiriyordu. Ne ironikti ki, psikanaliz dünyasında analistlerin de danışanların da genellikle kadın olmasına rağmen, kadınların psikoseksüel gelişimi Freud’dan kalan bir mirasla hala karanlık bir kıtaydı. Zira bu çizgiden bakıldığında kadın ruhsallığı bir eksiklikler kataloğuydu. 
Yukarıda sözü edilen fazlalığın/penisin “kazanımlarını”, ona göre tanımlanınca eksik ve haliyle bağımlı hisseden kadının ancak gebe kaldığı ve doğurduğunda elde edebileceğini ileri süren açıklama girişimini bir eşitleme çabası olarak görmüyorum. Çok daha fazlasını sunduğunu düşünsem de, nihayetinde referans noktasını bu eksikliğe göre belirliyor gibi de düşünülebilir. Holmes’in ruhsallıktan yoksun doğum hikâyelerinin kalabalık nüfusu içinde, kişisel tecrübesinin izini sürmesini oldukça değerli buluyorum. Aşağıdaki paragrafta yer alan genellemelere temkinli yaklaştığımı belirterek, evin içiyle fazlasıyla özdeşleşme halinin ve hayaletleri savmanın herkese iyi gelebilecek bir tarafı olduğunu düşünüyorum: 
“İlk çocuğum doğduğunda, kişisel analizim devam ediyordu. 1985 yılında ikincisi dünyaya geldiğindeyse analist olma yolunda ilerliyordum. Gebelik ve doğum deneyiminin ne kadar derin ve çarpıcı bir tecrübe olduğunu ilkinde anlayamadım. Oldukça büyük bir hastanede, teknolojik bir deneyimdi. Daha küçük ve aile odaklı bir merkezde, normal olarak gerçekleşen ikinci doğum ise beni olduğumdan çok farklı bir yere taşıdı, değiştirdi. Farklıydım. Gebelik ve doğum bir kadının hayatında önemli bir dönüm noktasıydı. Böylece doktoramı, bu konu hakkında daha fazla neler bulabilirim merakıyla, kadınlarla psikanalitik bir çalışma yaparak şekillendirmeye karar verdim. Gebeliği/gebe kalamamayı problem etmiş ya da bir bebek sahibi olmakla ilgili çatışmalı duygular yaşayan kadınları iki grupta bir araya getirdim.
Çalışmanın başında benim için en çarpıcı olan, seans odasındaki hayaletlerdi. Evet kadınlar oradaydı ama anne ve babaları da… Gebeliği, ‘anneleri gibi olma’ olarak tarif edenler için bu fikir iticiyse kısırdılar. Eğer kadınlar babalarıyla annelerine göre daha fazla özdeşleşmişlerse, bebekle ilgili çatışmalı duygular yaşıyorlardı. Gebe olanların bebekleri de, bir yansıtma nesnesi olarak seans odasındaydı. Bu kendiliğin bir görünümü de olabilirdi. Benlik saygısı az anne adaylarının, bebeklerinin ‘kusurlu’ doğacağına ilişkin söylemleri artıyordu.       
İçsel nesneler olarak tarif edilebilecek ve her an bizimle birlikte olan bu hayaletler ruhsal yapıyı yoğunlaştırıyor, nesneler dünyasındaki bu karşılaşmalar, çarpışmalar gerginliği artırıyordu. Çalışma boyunca yaptığımız konuşmalarda, her biri kendi özgün biçimleriyle, son derece güçlü bir şekilde içselleştirdikleri anne ve baba nesnelerini ele alıyorlardı. Kendilerinin de bir ayağını oluşturduğu bu üçgen, gebelik ve doğum algısını etkilediği gibi, doğumla birlikte bir değişime uğruyordu. Doğumla birlikte bu imagolar yerini güçlü bir kendilik algısına bırakıyordu. Bu içsel dramanın odağındaki fetus dünyaya atıldığında, fantastik iç dünyadan dış gerçekliğe geçiş, güçlenme algısı yaratıyordu.”
Kaydın görselleri Mary Kelly'e ait. 70'lerde, anne ve çocuk motifine başka bir açıdan yaklaşan Post-Partum Document isimli süreç odaklı çalışmasından...


22 Temmuz 2012

Pipi


“Etrafında ‘Göster oğlum amcalara pipini’ diyen bir Allah’ın kulu bile olmadığı halde her fırsatta külotunu indiriyor. Ya tamamen çıkarıyor ya da biraz indirip ‘Anne bak, sana pipi şakası yapıyorum’ diye dans etmeye başlıyor. 
Sık sık yarı çıplak bir vaziyette yatağıma gelmek, yorganın altına girmek ve çadırcılık oynamak istiyor. Çadırcılık nasıl mı oynanıyor? Yorganı kafamıza kadar çekiyoruz, ayaklarımızla havalandırıp küçük bir hava ve ışık deliği açıyoruz ve ben ona masal anlatıyorum. 
Çadırcılıktan bağımsız arada sırada penisindeki boyut farklılaşmalarını sorguluyor. Oynayıp, oynayıp ‘Büyüteceğim şimdi bak’ diye hırslanıyor. Yazarken bile tuhaf oluyorum ama üç yaş yaklaşırken oğlumda pipinin bir cinsel organ olduğuna dair bir farkındalık başladı resmen. Ve inanın ben çok ama çok korkuyorum. Çünkü yabancısıyım konunun, karşı cinstenim. Ama ben daha karnımdayken anlamıştım başıma gelecekleri. Doktor, ‘Bir oğlunuz olacak’ dediğinde bu yüzden ‘Ne yani benim içimde bir pipili mi var’ diye bağırmıştım.”
Bu giriş, Sibel Arna’nın 21 Temmuz 2012 tarihli Hürriyet Cumartesi ekinde yayınlanan yazısına ait. Okur okumaz, özellikle “İçimde bir pipili mi var?” ifadesi üzerinden bir kayıt girmeyi arzu etsem de, yakın zamanda okuduğum bir metni paylaşmayı daha uygun buldum. Zira Arna’nın “bağırmasından” sadece sezebileceğimiz bu “pipiliden” korkma ya da ona öfke duyma hali, ancak kendi kişisel hikâyesi ile anlamlı olabilir. Burada sadece speküle ettiğim bu ruh hali, pipili bir çocuktan çok, pipinin kendisine atfedilenlerle ilişkilendirilebilir. Ya da içeride büyüyen pipili bir çocuğun/pipinin, yıllar önce bir kız çocuğu olarak olmadığı anlaşıldığında yaşanan hayal kırıklığını tetiklemesi, kimbilir belki de telafisi olarak görülmesi gibi, analitik teorilerle yan yana geldiğinde anlamlı olabilecek bilinçdışı süreçlerle birlikte de okunabilir. Konuyu dağıtmadan, beklenen çocuğun pipili ya da vajinalı (pipisiz değil ama pipiye de denk değil)  olmasından bağımsız, Lucy Holmes’in “The Internal Triangle: New Theories of Female Development”  kitabından, kadının hamilelik ve doğurma fonksiyonunu penise eşitleyen bölümünü aktarmak istiyorum:
“Like the penis, the fetus is self and non-self, both subject and object; this double role gives woman the self-containment and self –reliance  that the penis gives man. Like the penis, the pregnancy and the fetus represent bodily sembols of independence from the engulfing pre-Odipal mother. The newborn, like the phallus, can be seen and grasped and partially identified with.
…In giving birth, a woman achieves what little boys achieved with the castration complex: Detachment and autonomy from the maternal imago. Just as the penis allows men to see themselves as totally separate and independent from women, so does the protruding belly of pregnancy give women that independence from the maternal imago.
…Childbirth helps woman achieve what Jessica Benjamin called intersubjectivity, where sameness and difference between two subjects (not a subject and an object) exist in the healty tension of mutual recognition. So the loss of the child/penis can be a developmental milestone, albeit an agonizing one, which can be experienced as traumatic as death. Childbirth is certainly linked with death in the unconscious. The loss of the self/object in childbirth is one reason fort his link. Over and over, my clients talked about childbirth in ways that brought death to mind: ‘As long as she was inside me, she was safe, immortal, a timeless fantasy. Now I have lost her to the world. She is flesh and blood, limited, manefist and ultimately mortal.”
Son cümleyi okuyunca, Deconstructing Mummy’nin geçenlerde attığı tweet aklıma geldi: “New mums, time to meet your real child and leave behind the fantasied one!” 

13 Temmuz 2012

Pinokyo

Fotoğraftaki Pinokyo’yu Salı Pazarı’ndan aldım. 1 TL’ye. Sonrasında okuduğum aşağıdaki makaleyi, onunla birlikte, kişisel olarak çokça çağrışıma izin verdiği için paylaşmak istedim. Tıpkı buraya kaydettiğim pek çok metin gibi bu da, gösterdiklerinin ötesinde anlamlar taşıyor. Kimi eski, kimi sadece kirli eşyaların doldurduğu az sayıdaki tezgahların içinden neden Pinokyo’yu seçtiğimi anlamama yardımcı oluyor. Tamamına buradan ulaşabileceğiniz yazı, bloğun bütünlüğüne katkı sayladığını düşündüğüm özelliklerinin dışında da ilgiyi hak ediyor.

Iakow Levi - The Tale of Pinocchio and the Puberty Rites of Savages: “It is already more than a century that the tale of Pinocchio has been charming children and adults alike. This touching tale has already passed the exams of time. But why do we find it so touching? What is it telling us between the lines, which penetrates us, without even passing through the threshold of conscience A child is born. However, he is not a child but a puppet. And he is not born by a Mom, like every child, but from a bulk of wood. Where is his mother? How can a child be born without a mother? When he makes his first appearance, he is already a big child, at school age and beyond. All the most important stages of childhood evolution are skipped. Pinocchio has never felt maternal warmth, he has never been kissed, patted, or coaxed by a mommy, and he was only a piece of wood in need of maternal love. The first thing that he does is behaving badly and telling lies.
A child who receives the affection that he needs does not tell lies. Lies are told when reality is unacceptable; they are a fantasized substitute for it. The unacceptable reality to Pinocchio was that he had no mother. However, is it true? Is it the true story, or the tale conceals behind a screen a reality, which has been covered by the veil of repression. As, in Biblical myth, the screen opens on a Father -- god, who bends on the earth to create the first Man out of it, in the same way the story of Pinocchio begins with a father bending on a bulk of wood, to create his son. As soon as Pinocchio begins moving and telling lies, his nose grows. We know from psychoanalytical research that the nose is a male phallic substitute. If Pinocchio's nose grows, it means that he has an erection. Byzantine emperors, when they wanted to prevent from a relative or a competitor the possibility of ascending to the throne, they cut his nose, meaning they castrated him. In this way, they definitely excluded him from being a potential competitor.
What a strange story! A newborn child, who is not a child but a puppet, born from a bulk of wood by the hand of a carpenter --  father, and who immediately has a lot of erections. And he is not behaving himself. Therefore, he has to be continuously admonished and punished. Where do we find in real life new born children, without a mother, made (i.e. born) from a father, already at puberty age, which have erections and are admonished and punished? Only in one place: in the camp of the young novices in the midst of the forest. Reik has studied the puberty rites of the savages, and he says:
Perhaps the most important prohibition they have to observe during this period is that which forbids association with women.  The circumcised youths among the Amaxosa  remain in their huts in isolation. If they leave the huts for a short time, they have to cover their faces in case they should see girls and women, and in particular, they must not see their own mothers.
In the story of Pinocchio, the mother is indeed absent. He can only fantasize her in the image of the Blue Hair Fairy, who appears and disappears into the fine air, like in a dream During those rites, mothers and sisters are told by the men of the tribe that the monster has eaten their sons and brothers. As Sarah died of grief while Isaac was passing his own puberty rite on the mountain, so the mother of Pinocchio, who in the tale condenses with that of the sister, dies of grief for the death of her son -- brother.
Seized with a sad presentiment he began to run with all the strength he had  left, and in a few minutes he reached the field where the little white house had once stood. But the little white house was no longer there. He saw instead a marble stone, on which were engraved these sad words: HERE LIES THE CHILD WITH THE BLUE HAIR WHO DIED FROM SORROW BECAUSE SHE WAS ABANDONED BY HER LITTLE BROTHER PINOCCHIO”

21 Haziran 2012

My Dead Parents


Kuzenim Tuba Biret Ertan sayesinde haberdar olduğum bu blog, sadece linkini paylaşamayacağım kadar "her şey"e uygun. Üzerine tıkladığınızda ulaşabileceğiniz My Dead Parents, "I am a fiction writer. This is not a fiction" diyen Peter Vidani'nin içsel yolculuğu. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmaması, yıkıcı olanın inşa edebilirliği ne muhteşem: 
"My father George was killed in a car accident when I was 16. My mother Anita died from complications related to alcoholism in 2010, when I was 32. I’m not sure how I feel about my parents, or about their deaths. I know don’t feel very sad, and I know that’s not how I’m supposed to feel.
My parents have been dead for different versions of “a while,” so I know I’m not supposed to be crushed by grief, but I never really felt sad at all. That makes me feel guilty, and a little broken. When I hear about other people being devastated by their parents’ deaths I think, Shouldn’t I be as sad as they are? I don’t feel connected to those people at all—I feel a mix of pity, jealously and revulsion.
Maybe I can explain my ambivalence by saying that I wasn’t very close to them, or that since my family wasn’t a very happy place to be there isn’t much to miss. But there has to be a primal connection that makes being “close” irrelevant. Loving them is in my DNA. They are my DNA.
When my mother died and people asked how I was doing, I always said that I wasn’t sad for myself, but I was so, so sad for her.  I was, and am, so sad that she went from being a world traveling, intelligent and vibrant woman to someone who drank so much that she lost most of her ability to walk and often shit on the floor. I am terrified that’s a possibility for any human being, but am I sad that my mother, who drank so much that she lost most of her ability to walk and often shit on the floor, is now gone from my life? Not really.
It’s easy and sometimes enjoyable to say that my parents were bad parents. My father was emotionally distant and occasionally abusive. My mother was resentful and selfish, and this was before her debilitating alcoholism brought out, or created, qualities in her that were much worse. 
That isn’t the whole story, of course, and just because I want or need to criticize them doesn’t mean that doing so isn’t a bit ungenerous and ignorant. They definitely weren’t ideal, but a lot went wrong in their lives, and I was a pain-in-the-ass to raise.
But when I try to consider my parents as people—people who existed before I did, who didn’t disappear when I looked away—things change. The wrongs I’ve been so attached to disappear, and what emerges are two people who were passionate, successful and adventurous. My father was an international banker who worked in Africa and the Middle East and dedicated the last years of his life to helping Ukraine, his homeland, find its economic footing after Communism fell. My mother was an environmentalist and a dedicated ESL teacher. They traveled the world, and I think they had a fair amount of fun. This isn’t a new revelation, but since I only just understood that I’m too old to be complaining about my mom and dad, I suddenly have a lot of time to think about other things, such as how my parents went from being cool people to unhappily married, mediocre parents that I don’t miss, and how all of this stuff relates.
My mother’s funeral didn’t take place for a few weeks after her death, so I started cleaning out her house, my childhood home, in the interim. The house was a mess, and I spent most of my time in her study, which had become a haphazard storage room for everything from soiled sheets to unopened mail. I spent days bagging sweaters for Goodwill and organizing the incredible amount of cheap jewelry and pantyhose she’d purchased from Filene’s Basement decades before and had never worn—apparently she feared the world was going to experience a devastating shortage of clip-on earnings and pink trouser socks.
While I was going through her things, I found boxes of letters my parents wrote to each other. I found ones where my parents were goofy and love struck and cards where my mother’s friends referred to my father as “fun.” My mother had such a difficult life, and things were so grim when she died, that it was shocking to learn that things had once been different. They’d had a relationship I never knew about, and would never have imagined.
For days I sat in my mother’s filthy study, surrounded by photos, faded letters and crappy jewelry, trying to take in my parents’ lives and thinking: I don’t know these people at all. And for the first time, I really wanted to. As I went through their stuff I realized that my parents had done way more interesting things by 32 than I had. They were excited by the world, and they got to experience it with a wonder that’s hard to muster now because we are over-informed and over-stimulated. They were ballsy, and I think they were happy. But things changed, and now I’m sorting through their leftovers, trying to figure out why. They experienced real tragedy—between my sister and I they lost a son when he was ten months old. Is that enough to permanently derail a marriage? It’s probably more than enough.  It’s possible they weren’t ever very happy with each other and just got married because it seemed like an okay option. But their letters show that they were more in love than I could have imagined, so clearly there’s a lot I don’t know or understand. 
I spent years thinking my parents owed me something.  Now I feel I owe them more than a little.  Maybe I can find a way to make how interesting they were as individuals matter more than the mistakes they made as my parents, or the bad things they did to each other. I think it’s worth trying, and that’s what I’m doing here. I’m going through my parents’ things and attempting to piece them together while also trying to understand my experience of them.  I’d like to figure out who they were, and maybe even find a way to be sad that they’re gone."


13 Haziran 2012

Ekolojik Bilinçdışı


Ekolojik bilinçdışı ile psikanalizin ekolojik yönü arasında bir paralellik kurulabilir mi? Yakın zamanda okuduğum aşağıdaki iki paragrafı bu çerçevede düşünürken, buraya da kaydetmek istedim. Talat Parman, Psikanaliz Yazıları'nın 23. sayısının girişinde şöye diyor: "Psikanaliz ayrıntılarla, döküntülerle, dahası çöpe atılanlarla uğraşmak demektir. Tıbbın elinin tersiyle ittip, deyim yerindeyse değersiz gördüğü insan ruhsallığının tüm yaratımlarını, düşleri, düşlemleri, sakar eylemleri, dil sürçmelerini atıldıkları çöplükten çıkarıp yeniden ruhsallığın kullanımına sunmuştur. O nedenle psikanaliz yeni imgeleri, nesneleri, eylemleri olanakların sonsuzluğunda sürekli tüketmek yerine, eskileri yeniden değerlendirmeyi amaçlayan bir yeniden dönüştürmedir. Psikanaliz bir geri dönüşüm uğraşıdır. Tüketimden değil yeniden üretimden yanadır. Ve o nedenle ekolojiktir. Psikanaliz, ürettiği çöp dağlarını ne yapacağını bilmeyen günümüz insanına 'arzularınızı, isteklerinizi, düşlerinizi, düşlemlerinizi, sakar ve yarım kalmış eylemlerinizi, hatalarınızı, yanlışlarınızı, tüm yaşam sürçmelerinizi atmayın, onları saklayın ve divan denilen o yeniden dönüştürme mekanına getirin' der. Ve şöyle düşünür: 'Getirin ki onların, yani bizzat sizin yarattıklarınızın size ait değerler olduğunun farkına varın."
Pikaland
Ekopsikoloji teriminin yaratıcısı Theodore Roszak ise, 1992'de yayımlanan "The Voice of the Earth" (Dünyanın Sesi) adlı kitabında ekopsikolojinin felsefesini sekiz kuralla şöyle tarif ediyor: 
  • "Zihnin temelinde ekolojik bilinçdışı yatar; yani her insan doğuştan doğaya dair bir bilince sahiptir. 
  • Ekolojik bilinçdışının içeriğinde, kozmik evrimin, tarihin ilk zamanlarına kadar uzanan kaydı bulunur. 
  • Ekopsikolojinin amacı, insanın ekolojik bilinçdışında bulunan ve doğuştan sahip olduğu, doğa ve insanın karşılıklı ilişkisine dair bilgiyi uyandırmaktır. 
  • İnsan gelişiminin hayati aşaması çocukluk dönemidir. Ekopsikoloji çocuğun henüz unutmadığı çevresel bilinci yetişkinlerde de uyandırmayı amaçlar. Çocukta bu bilincin gelişmesi içinse doğayla ilgili hikâyeler, masallar, ninniler çok önemlidir.
  • Ekolojik egonun gelişmesiyle insan, doğaya ve diğer insanlara karşı ahlaki bir sorumluluk duygusuna sahip olur. Ekopsikoloji bu sorumluluk duygusunun sosyal ilişkilerde ve politik kararlarda söz sahibi olmasını amaçlar. 
  • Ekopsikolojinin en önemli terapilerinden birisi, doğayı bir yabancı gibi gören ve ona hükmetmeye çalışan, politik gücün de kaynağı olan 'eril' karakter özelliklerini yeniden ele almak ve düzeltmektir. 
  • Ekopsikoloji sanayi kültürünün yıkıcılığını sorgular. Ancak bunu yaparken hayatımızı kolaylaştıran teknolojiye karşı değildir. Bu anlamda ekopsikoloji anti-endüstriyel değil, post-endüstriyeldir. 
  • Dünyanın ve kişinin iyiliği arasında 'sinerjik' bir etkileşim vardır. Bu yüzden dünyanın ihtiyaçları insanın da ihtiyaçlarıdır; insanın hakları, dünyanın da haklarıdır."


6 Haziran 2012

Arka Bahçe


İlk basımı 1999 yılında Metis tarafından yapılan bir kitabın arka kapağı ile geçtiğimiz günlerde başka bir kayıtta işini paylaştığım Faye Moorhouse'un diğer çalışmaları biraraya geliyor. Kuzenim Esra Ertan sayesinde gündemime giren Nurdan Gürbilek, "Ev Ödevi" için şöyle diyor: 
"Her çocuk er geç aynı şeyi yaşar: Bir zaman gelir, onun için ev olmaktan çıkar ev. Ne erken çocuklukta olduğu gibi keşfedilecek bir dıştır artık, ne de dış dünyaya karşı sığınılacak bir iç. Tam olarak ne zaman yaşarız bunu: Evin dışarıya karşı bir sığınak olduğu kadar bir engel de olduğunu fark ettiğimiz an mı? Evin geçici, ana babamızın güçsüz, ölümlü olduğunu sezdiğimiz an mı? Yoksa evin bize bir iç dünya bağışlarken aynı zamanda büyük bir iç sıkıntısı da verdiğini, bir iç dünyası olmanın bedelinin bu iç sıkıntısı olduğunu fark ettiğimiz an mı?
Faye Moorhouse
Bu duygunun zamanı, yoğunluğu, katlanılabilirliği evden eve, çocuktan çocuğa değişir kuşkusuz. Tek bir şey dışında: Ömür boyu bize eşlik eden mutluluk imgelerimizin olduğu kadar, kurtulmak için hep çaba harcayacağımız korkularımızın, dağıtmak için her yolu denediğimiz iç sıkıntımızın da kaynağı, kaynağı değilse bile ilk sahnesi orası. İşte oraya, o mutluluk mekânının arka bahçesine, birçok düşün olduğu gibi birçok şiirin, öykünün, romanın da imgelerini topladığı o arka bahçeye bakmamın nedeni bu..." Benim de...

A Fight Broke Out

3 Haziran 2012

2 Doğru, 1 Yanlış!

Bu fotoğraflar, 1 saatlik yenidoğan ve onun memeyle ilk buluşmasının kaydedildiği videodan. Bebek, yaklaşık 7 dakikalık kaydın sonunda, küçük müdahalelerle de olsa, memeye ulaşmayı başarıyor. Geçtiğimiz günlerde izlediğim bu videoyu, bugün okuduğum bir makaledeki aşağıdaki satırlar sayesinde, anlattığı şeyi, tam da benim için anlatmadığı yerde yeniden hatırladım. 

Donald Winnicott'ın dosya konusu olduğu Psikanaliz Yazıları'nda Levent Kayaalp, "Bütünleşme / Bütünleşmemişlik / Bütünlüğün Yitirilmesi" başlıklı makalesinde şöyle yazıyor: "Winnicott çocuğun gerçekliği keşfinin yanılsamayla başladığını belirtir; aç bebekle süt dolu memenin karşılaşması, karşı istikametlerden gelen iki doğrunun birbirini bulması gibidir. Çocuk bu karşılaşmayı bir halüsinasyon olarak da yaşayabilir, dış gerçekliğe ait bir şey olarak da. Bu karşılaşmalar, bebeğin aslında orada var olan bir şeyi ortaya çıkarma kapasitesini geliştirir." 

Peki, ya bu iki doğru buluşamamışsa ya da bir yanlış etmişse? Bu sorumun cevabını da yine aynı makale içinde buldum: "Başlangıçtaki birincil can çekişmenin geçmişe gönderilmesinin tek koşulu, benliğin onu önce kendisinin şimdiki zaman deneyimine sokması ve orada ona tüm güçlülükle hakim olmasıdır. Aksi takdirde yaşanmamış geçmiş ayrıntı, gelecekte aranmaya devam eder." 


29 Mayıs 2012

Yas


Faye Moorhouse
Bugün, “Everybody dies” ile biten bir önceki blog kaydını izleyerek, iki blog yazarının son kayıtlarını, kayıplar etrafında biraraya getirmek istiyorum. İlki, “Deconstructing Mummy” Marianna Sidiropoulou-Khalid. Geçtiğimiz günlerde blogunda yayınladığı yazısını çevirmeden, karşılaşmaların, tetiklenmelerin sarsıcı hatta bazen yıkıcı etkisi için paylaşmak istiyorum:
“I am on the bus, having opted for a complete two-hour freedom. Freedom from parking, freedom from my daily mum routine. Just enjoying the rare British sun. The bus stops opposite a church. I love being on a double decker if I am not in a rush. I have all the time to observe and get lost in my thoughts. I turn to my right and see a lot of people gathered outside the church. They are wearing formal clothes and a few of them are crying. A funeral. I look at the faces of the people, certain that the lost one is a beloved grandparent. I look at a woman my age crying in desperation. I look inside the black vehicle parked on the side and see the coffin. It is unusual. There is a sea and a boat painted, some travelling theme. Then I realize. The coffin is not very big. My brain is fighting for me not to understand what is happening. I read ‘Farewell from mummy and daddy’. I scan the crowd again. I see her. It is the mother crying tears of desperation. Her child is in that coffin. A part of her buried forever. I now feel myself, a corporeal loss. The image is so gripping that I stop breathing normally and tears well up in my eyes. I was not prepared for this. I was not prepared to share in a random moment the crumbling life of another woman, another mother. She was burying her child and I was preparing to go pick up mine from the nursery. I got off at the next bus stop to walk home, I needed to be outside. I started crying. I felt her loss. This small moment of realization that all we love, all we have, all that we take for granted, we can lose. I thought about motherhood and about my concept of Deconstructing Mummy. I had just experienced a literal deconstruction of a mother. I imagined her years later somehow moving on with her life. Maybe one day she will smile again. I know that most people do eventually handle their grief even if they are not the same again.”
Çocuğunu kaybeden anneden, annesini kaybeden çocuğa geçişim ise, izlediğim diğer blog yazarı “Garden Correspondent” Siobhan Wilde sayesinde oldu. Wilde, eşinin bir arkadaşının annesini kaybettiğini ve onun için Roland Barthes’in Yas Günlüğü’nde yer alan bir mektubu çevirip gönderdiğini yazıyordu. Annesinin ölümü üzerine Proust’un Georges de Lauris’e yazdığı mektup. Ben bu mektup yerine, en azından benim için yası üzüntüden kurtaran, ferahlatan hatta özgürleştiren Barthes’in, annesinin ölümünün ardından iki yıl boyunca tuttuğu günlüğünden notları aktarmak istiyorum:
29 Ekim 1977: Onun yokluğundan önceki arzularım, şimdi artık gerçekleşemez, çünkü bu durumda bunları gerçekleştirmeme onun yokluğu olanak vermiştir anlamı doğacaktır. Benim arzularım açısından onun yokluğu kurtarıcı olabilecektir bir anlamda. Ancak onun yokluğu değiştirdi beni, eskiden arzuladıklarımı arzulamıyorum artık. Yeni bir arzunun, onun yokluğundan sonraki bir arzunun oluşmasını beklemek gerek, bunun oluşacağını farz edelim.
24 Kasım 1977: Şaşkınlığım ve sanki tedirginliğim (keyifsizliğim) aslında bir eksiklikten değil de bir yaradan, sevginin yüreğini acıtan bir şeyden kaynaklanıyor.
28 Kasım 1977: Kime sorabilirim? İnsanın, artık sevdiği kişi yanında olmadan yaşayabilmesi, onu sanıldığından daha az sevmiş olduğu anlamına mı gelir?
9 Aralık 1977: Yas = Keyifsizlik, olası bir duygusal şantajdan yoksun durum.
18 Şubat 1978: Yasın, değişmeyen ve zaman zaman ortaya çıkan bir şey olduğunu öğrendim. Aşınmıyor çünkü sürekli değil.
20 Mart 1978: Madam Panzera, ‘Zaman yası dindirir’ diye bir söz vardır demişti bana. Hayır, zaman hiçbir şeyi geçirmez; yasın o telaşlı, heyecanlı halini geçirir yalnızca.
25 Mart 1978: Dün, Damisch'e telaş ve üzüntüye kapılmanın geçtiğini, kederinse kaldığını anlattım. O da bana şöyle dedi: ‘Hayır, telaş ve üzüntüye kapılma geri gelir, göreceksiniz.’
18 Nisan 1978: Onu kaybettiğimden beri, kendisinden kısa süre uzak kaldığım yolculuklardaki o özgürlük duygusu yok artık içimde.
27 Nisan 1978: Herkesin bana ‘Burada unutman için her şey var,’ dediği yerde, ben daha az unutuyorum.
1 Ağustos 1978: Kederim ifade edilemez, ama yine de söylenebilir. Dilin bana ‘dayanılmaz’ sözcüğünü sağlaması bile doğrudan doğruya belli bir ‘dayanırlık’ sağlar.
31 Aralık 1978: Keder son derece büyük, ama benim üstümdeki etkisi (çünkü keder kendi başına bir şey değildir, yolundan sapmış etkiler dizisidir) bir tür birikinti, pas, yüreğimin üstüne çökmüş bir tür çamur, bir yürek acısı (Sinirlenme, kıskançlık, sevgi eksikliği).