|
Geçtiğimiz sonbaharda, Casa Dell’Arte’da fotoğrafladığım, Nazan Azeri’nin kaldırılıp düzeltilmeyi beklercesine “Tepetaklak” olmuş ev yerleştirmesi… |
"Kutsal Yürek filmini, standart bir ‘lanetli ev’ anlatısından kurtaran en kayda değer vurgu, ötekinin zulmünden güç alan korku filmlerinden farklı olarak, ‘ev’ olgusunu Irene’nin dışında bir öteki olarak değil, tersine Irene’nin kendisine dönüştüren bir dramatik anlatımı tercih etmiş olmasıdır. Böylelikle ev, Irene’ye ait bilinçdışı bir coğrafyanın topografik uzantısı olarak anlamını kazanır.”
Bu ifadeler, bloga daha önce “Alfabetik Düşler” isimli kısa filminden kareler ve röportajlarından alıntılarla konuk olan Tan Tolga Demirci’ye ait. Psikeart’ın son sayısında “Irene neden çıldırdı?” başlıklı yazısıyla, Ferzan Özpetek’in Kutsal Yürek filmini değerlendiren Demirci, bloga atfettiğim anlama karşılık gelen aşağıdaki satırlarla, hem içerik olarak benzer başka bir metinle ilişki kurmama, hem de “ev”e dair çağrışımlarımı zenginleştirmeme yardım ediyor: “Anlamlandırma, ancak simgesel-gündelik gerçekliği terk ederek, imgesel-içsel bir algı düzeyine adım atıldığında mümkün olabilir. Tüm gerçekliklerin iç içe geçtiği, zaman ve mekân sürekliliğinin ortadan kalktığı, fiziki nesnelerin yerini suretlerin aldığı, simgelerin işaretlere dönüştüğü ve nihayetinde görüntülerin görünümlerle yer değiştirdiği bir evren, tüm kodları çüzünür, görülür ve duyulur hale getirebilir.”
Böyle bir evren içinde, "ev"ini yeniden inşa etmeye çalışan biri olarak ben, “Yeni Türk Sinemasının Hayalet Evleri” başlıklı kitabıyla, bu filmlerin günümüz Türkiyesi'nde "ev"le ilişkimizi gözden geçirmek anlamında yeni görme ve düşünme biçimleri önerebileceğini düşünen Asuman Suner'e kulak verelim istiyorum:
"Geçtiğimiz on yılda yapılan Türk filmlerinin birçoğu bizi ‘ev’e geri götürüyor, ‘ev’le ilişkimizi yeniden düşünmeye zorluyor. Ev farklı görünümlerde çıkıyor karşımıza bu filmlerde. Kimi zaman bizi geçmişle, geçmişteki travmatik yaşantılarla uzlaşmaya, barışmaya yönelten, geçmişe dair rahatsız edici görüntüleri yumuşatan, zedelenmiş benlik duygumuzu onaran, bizi masumiyet haresiyle kuşatan bir hayal olarak beliriyor... Kimi zamansa, ne yaparsak yapalım bizi aidiyetin çıkmazlarına çeken, uzlaşmaz, tekinsiz, bozguncu bir oyun alanına dönüşüyor, aynı anda sığınağımız ve hapishanemiz olan... Daha da fazlası var bazen: Ev bir cehennem, bir cendere, nereye gitsek yakamızı bırakmayan bir lanet olarak çıkıyor karşımıza... Her zaman dışıyla, dışarıda bıraktıklarıyla, içine almadıklarıyla birlikte var oluyor ev. Bazen kör bir delik, bir boşluk görüyoruz yalnızca, evimiz başkalarının evsizliği, yurdumuz başkalarının yurtsuzluğu olduğunda... Her ne şekilde görünürse görünsün, hiçbir zaman yalnızca kendisi değil ev. Daima sızıntıları var evlerin... Başka görüntüler, başka sesler, başka yaşantıların izleri sızıyor evin her yanından. Slavoj Zizek'in ifadesini uyarlayarak söylersek, ‘Hayaleti olmayan ev yok’!
Yeni Türk sinemasının ‘ev’ ve ‘aidiyet’ karşısındaki tavrı konusunda bir genelleme yapacak olursak, bu tavrı en iyi tanımlayacak ifade muhtemelen ‘eleştirel içli dışlılık’tır. Yeni Türk filmleri ‘aidiyet’ meselesini yalnızca konu edinmez, bu meseleye nesnel, mesafeli, dışarıdan bir gözle bakmaz. ‘Ev’, bu filmlerde vücut bulur; filmler evlerin içine girer, içlerinden konuşur. Belki tam da bu nedenle son derece sahici, samimi, dokunaklıdır bu filmler. Belleğimizde, benliğimizde bir şeyleri harekete geçirir, bize dokunurlar. Ancak evin aşinalığı, yakınlığı daima şu veya bu şekilde, bazen metnin kendisine rağmen işleyen, açık ya da örtük bir farkındalıkla bir arada var olur. Farkındalık, evin imkânsızlığını açık eder her keresinde, evin aşinalığını kıran bir yadırgatıcılık, ‘kendi evimizi ev olarak hissetme’ duygusuna ilişkin bir huzursuzluk üretir. Ancak evin imkânsızlığını keşfetmek mutlaka olumsuz bir son nokta, bir kapanış anı olmayabilir. Hatta bazen bu keşfin kendisi bir yolculuk başlangıcı olabilecektir – yeni imkânlara, tasavvurlara, hayallere açılabilecektir.”