31 Aralık 2011

Öfke

Senenin son kaydını, bütün bir yıl ne yaptığımdan çok ne hissettiğimi izleyebildiğim blog kayıtları arasında gezinerek noktalamak istedim. Her bir başlığın üzerine gelerek kaynağına ulaşabileceğiniz bu kayıtlar, bir dış gerçekliğe işaret etse de, her zaman kendi iç dünyamın aynası oldu. Bazen başkalarının yazdıkları, zaman zaman da kendi ifadelerim için en önemli yol gösteren öfkeydi. Görünürlüğü arttıkça, şiddeti azaldı. Yeni yıl için daha "eğlenceli" kayıtlar yerine, henüz farkında olmadığım başka duyguları keşfetmeyi diliyorum.    

OCAK: Tik Tak Tik Tak, Kesişim Noktaları, Yolların Sonu... Ya Da Başı, Eylem Zamanı!, Haberler, Mutlu Mezarlık, Az Kısalt, Duvar, Hrant Dink, Bakış, Bir ÇiftYıldız, Haremdeki Gerillalar

26 Aralık 2011

Pembe Kurdele

Tam da pembe kurdeleyi çözüp, paketin içindekilere bakmaya niyetlenmişken, kayıtla hem doğrudan hem de sembolik bir ilişki kurabileceğim pembe ajanda çıktı karşıma! Örneklerini yanda görebileceğiniz haberde şöyle deniyordu:
“AVON Meme Kanseri ile Mücadele Projesi'nin 15. yılında 15 kadın, AVON Pembe Ajanda 2012 için bir araya geldi. Farklı alanlarda üstün başarılara imza atmış 15 kadın, meme kanserine dikkat çekmek için hayallerinden ilham aldı. Projeye özel tasarlanan büstiyerler ile AVON Meme Kanseri ile Mücadele Projesi'ne destek verildi.” 
Bir hastalığın ikonik bir sembolünün olması kötü bir fikir olmayabilir. Hatta bu semboller aracılığıyla, kadınların sosyal etkinliklere katılım oranlarının arttığı da iddia edilebilir. Ben bugün, problemli bulduğum bu iki önermeyle de ilgilenmiyorum. Kanserle mücadelenin, “farkındalık yaratma” ve “tedavi” arasına sıkışan pembe dünyasının içine girelim istiyorum. Bunun için de Stacy Malkan’ın “Not just a pretty face: The ugly side of the beauty industry” isimli kitabından önemli bulduğum bölümleri paylaşıyorum:  
“…1980’lerde, 'sebep' pazarlayarak aynı fiyat ve kalitedeki mallar arasında tüketici tercihlerini etkileme stratejileri gündeme geldiğinde, kanser, özellikle burada sınırlandırıldığı biçimiyle meme kanseri, şirketlerin kadın dostu bir imaj yaratabilmeleri için oldukça güvenli bir alan yarattı. Bu tema, nasıl tavır alacaklarını bilemedikleri AIDS’e benzemiyordu. Politik olarak doğru bir dil geliştirmelerine, meydan okumalarına gerek yoktu! Hem kurumlara hem bireylere; feminizme bulaşmadan, aktivist olmadan, kemikleşmiş yapıları sarsmadan “dava”yı destekleme olanağı veriyordu. 
…Pembe kurdele aslında pembe değildi; pazarlama aracı olarak da düşünülmemişti. 1990’larda kızı, annesi ve kız kardeşi meme kanserine yakalanan Charlotte Haley’in öfkeli ve kararlı girişimi, pembe selinde kayboldu. Haley, 1,8 milyar dolar olan kanser bütçesinin sadece % 5’inin kanseri önlemeye yönelik çalışmalarda kullanılmasına kızgındı. Yemek masasında bir gecede hazırladığı 1000’e yakın şeftali renkli kurdeleleri, bu notu iliştirerek yaşadığı bölgedeki marketlerde dağıttı, destek verebilecek güçlü kadınlara yazdı. Estee Louder’in işbirliği önerisine yanaşmadı. Zira Haley’e göre bu kurdele, kadınları politik olarak aktif olmaya çağıran bir araçtı; ticari olarak kullanılamazdı. Avukatların başka bir renk tercih etmeleri önerisi üzerine Estee Louder, pazar araştırmalarında “stres azaltıcı, sakinleştirici” etkisiyle öne çıkan pembeyi seçti. Pembe, kanserin uyandırdığı duyguların tam tersini yansıtıyordu.   
…Meme kanseri farkındalık ayının fikir sahibi ve ana sponsorlarından biri, meme kanseri tedavisinde en çok kullanılan tamoxifen isimli ilacın üreticisi, İngiltere merkezli uluslararası ilaç firması AstraZeneca. Firma 2000 yılına kadar kanserojen kimyevi bir madde olan acetochlor’u da içeren tarım ilaçları üretiyordu; hatta bu pazarın lideriydi. Los Angeles ve Long Beach limanlarına DDT ve PCB boşaltmakla suçlandı; hakkında dava açıldı. Ülke çapında kanser kliniklerini satın aldıktan sonra, 1999 yılında İsveç’li ilaç firması Astra ile birleşti ve daha da büyüdü. Düşünün, dünyanın en büyük kanserojen firmalarından birinin çatısı altındasınız, meme kanseri tedavisi sizin elinizde, önleyici ilaç çalışmalarının yönetiyorsunuz ve 11 merkezde kanser tedavisi uyguluyor ve kendi ilacınızı yazıyorsunuz. Haliyle bu başlık altında verilen tüm mesajları da kontrol ediyorsunuz. Bütün dikkati erken teşhis ve tedaviye odaklayan bu “farkındalık” mamogram çektirmek ve ilaç almakla sınırlı.
Meme kanserinin tıbbi çözümleri, egzersiz ve beslenme ile belirlenen “doğru” yaşam şekilleri, kişisel sorumluluğun önemi yüksek sesle konuşulurken; endüstrinin, kanun koyucuların yükümlülükleri sadece fısıldanıyor. Daha az kadının meme kanserinden öldüğünü duyuyoruz ama ne kadarının kansere yakalandığını konuşmuyoruz."

22 Aralık 2011

ExpressWell

Kaydın başlığı, Apple’ın iPod için geliştirdiği uygulamalardan birinin adı. Kanseri bir hediye gibi algılayan ve algılamaya zorlayan “pozitif düşünce dünyası”na ilişkin bir önceki kaydın içeriğini oluştururken karşıma çıktı. Kanser hastası ya da yakınları için özel günlerin ne kadar zor olabileceğinden yola çıkarak hazırlanan ve kanser hastalarına verilebilecek hediye alternatiflerinin sıralandığı bir listenin başında geliyordu.
Bir “kanserliye” nasıl bir hediye alınabilirdi ki? Tıbbi ihtiyaçlarından yola çıkmak hediye olamazdı. Sanki kanser değilmiş gibi yapmak, hasta olmasaydı da alacağınız türden bir hediye vermek en iyisiydi. En sık alışveriş yaptığı mağazalardan hazırlanacak hediye kartları, en sevdiği lokantalarda kullanabileceği indirim kuponları, kasvetli günler için kurtarıcı olabilirdi. Üstelik açık tarihli bu hediye, kanser hastalarının “belirsiz” durumlarına ne kadar da uygundu. iPad veya iPod ise, taşınabilirliği sayesinde, uzun kemoterapi seanslarını ve hastane günlerini daha katlanılabilir kılıyordu. Böylece kanser hastamız, sevdiği bir diziyi ya da TV Show’unu “kaçırmıyordu.” Elbette aşağıda sıralayacaklarımı da,  tıpkı burada olduğu gibi “akla uygun” hale getirmek mümkün. Ama bunların hiçbiri, ne iç ne de dış gerçeklikle örtüşmüyor; aksine perdeliyor:
iChemoDiary: Ücretsiz
Kanser hastası ya da onun bakımı ile ilgilenenler için, ilaç firması Merck tarafından dizayn edilen bu uygulama sayesinde, kemoterapi randevularınızı takip edebilir, tedavi takviminizi yönetebilirsiniz. Ateşinizin ne zaman ve ne kadar çıktığını hatırlamaya çalışmak yerine, yan etki ve semptomları kaydedebilir; dilediğiniz zaman raporlar düzenleyip doktorunuzla paylaşabilirsiniz.
CaringBridge: Ücretsiz
Bir internet sitesi ile beraber kullanılan bu uygulama, belli bir hastalığı olan kişiler için düzenlenmiş sosyal paylaşım sitesi olarak tanımlanabilir. Böylece sağlık durumuzla ilgili her yeni güncel bilgiyi, arkadaş ve akrabalarınızı aramak zorunda kalmadan, buradan paylaşabilirsiniz. Ayrıca mobil versiyonu ile Facebook ya da Myspace gibi sosyal ağlara da rahatlıkla bağlanabilirsiniz.
Cancer Terms Pro: $1.99
Tedaviniz süresince, sağlık çalışanları bilmediğiniz tıbbi terimler kullanabilir. Bu uygulama, tıbbi jargonu çözmeniz için çok faydalı. Terimler sadece onkoloji ile sınırlandığından, gereksiz bilgiler yer işgal etmiyor.
My Medical: $1.99
Bütün sağlık bilgilerinizi hafızasında tutan bu mobil veritabanı; alerjilerinizden önceki ameliyatlarınıza kadar tüm tıbbi geçmişinizi listeleyebiliyor. Birden fazla kişi için hesap oluşturabilmesi, aileler için iyi bir özellik. Diğerlerinden farklı olarak laboratuar sonuçlarını da içermesi, rutin kontrolleriniz için kolaylık sağlıyor. Uygulamanın şifre korumalı olması, cihazınız kaybolduğunda bilgilerinize erişilmesini engelliyor.
iHealth Log: $1.99
Bu uygulama kronik hastalıkları olan kişilerin ihtiyaçları göz önüne alınarak tasarlanmış. Randevularınızı, test sonuçlarınızı, hatta kilonuzu takip edebiliyorsunuz. Bir diğer özelliği de günlük içermesi. Doktorunuza soracağınız soruları kaydetmek veya yapılacaklar listesi hazırlamak için kullanışlı bir özellik.
ExpressWell: $.99
İlaçlarınızı ne zaman ve hangi dozda alacağınızı takip edebildiğiniz bu uygulama,  gün içinde farklı sorunlar için farklı tedaviler alan hastalar açısından son derece önemli. Özellikle doktora gideceğinizde veya acil servis ziyaretinde bilgilerinizi kolayca iletmenizi sağlayan çok iyi bir araç.
Awesome Note: $3.99
Sadece tıbbi değil, birçok bilgiyi organize etmeniz için kullanılan bu uygulama, hayatın hızlı akışıyla baş etmek için çok faydalı. Çünkü kanser teşhisiyle hızlanan bu ritim, hiç yavaşlamıyor. Alışveriş listeleri, yapılacaklar listesi, takvim ve hatırlatmalar ile günlük işlerinizi idare etmek artık daha kolay.”

19 Aralık 2011

Kanser=Hediye


Bir önceki kaydı takip edip, Ayşecan Terzioğlu’nun kaleme aldığı “Küreselleşme, Kanser ve Hastalık Anlatıları: Bilinçli/Bilinçsiz Hastadan Biyolojik Vatandaşlığa Geçiş” başlıklı çalışmadan küçük bir alıntıyla başlayalım:
“Doktorlar kanser hastalarına sıklıkla morallerini yüksek tutmalarını söyler; bunu yapabilmeyi bilinçli bir hasta olma kıstası sayarlar. Buna göre yüksek moralli bir hastanın kendine yetmesi ve başta doktorlar olmak üzere, sorunlarını diğer kişilere mümkün olduğunca az yansıtması gerekir. Oysaki kanser hastaları, tedavi sürecinde hayatlarında önemli kopmalar, kırılmalar ve kayıplar yaşarlar; bu değişimler onların bedenleriyle olan ilişkisini, ruh halini, toplumsal ilişkilerini ve kimliklerini etkiler.
…İçselleştirilen bu bilinçli ve bilinçsiz hasta tanımları, kanser hastalarının birbirleriyle yakınlık kurma stratejilerini de önemli ölçüde etkiliyor. Bilinçli olarak tanımlanan hastalar, bilinçsiz hastalarla yakınlaşmaktan kaçınmalarının nedenlerini, sürekli şikâyet ederek morallerini bozmaları olarak gösteriyor. 30 yaşlarında meme kanseri hastası Figen, bu kaçınma eylemini ‘Muayenemi beklerken üzüntüsünü diğerlerine bulaştıran hastalardan uzak duruyorum. Hiç çekemem onları! Orada hepimiz kanser hastasıyız, hepimizi üzen şeyler var ama ağlayan sızlayan hastalar, hem diğer hastaların hem de doktor ve hemşirelerin moralini bozuyor, hepimizi sinir ediyor’ şeklinde anlatıyor.”
Terzioğlu bu tespitini, görünürlüğü ile ters orantılı biçimde dilsiz olan bu hastalıkla ilgili farklı toplumsal analizler için kullansa da, bu paragraftan hareketle ben, şikâyetin ihanet gibi algılandığı “pozitif düşünce dünyası”na yakından bakmak istiyorum. Bu dünyayı temsilen seçtiğim yukarıdaki kitapların hepsi; “Kanser şimdiye kadar başıma gelen en iyi şey,” “Kanser bana yeni bir hayat verdi,” “Kanser, yaşamın ne kadar değerli olduğunu anlamamı sağladı; gözlerimi açtı,” “Kanser gerçekten yaşamak istediğiniz türden bir hayat için bilet,” “Kanser sizi tanrıyla buluşturan, ilahi olana götüren bir araç,” gibi ifadelerle, kanseri “hediye” gibi algılayan içeriklere sahip. Bu ortak dilin neye karşılık geldiğini anlamak için, başka bir kanser anlatısına kulak vermenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden, meme kanseri hastası Barbara Ehrenreich ile geçtiğimiz yıl Guardian’da yapılan röportajın kısa bir bölümünü paylaşıyorum:
“Aylarca süren kemoterapi seanslarım sırasında, pozitif düşünce ve davranışın ne kadar gerekli olduğuna dair ifadelerle; web siteleri, kitaplar, onkoloji hemşireleri ve birlikte tedavi aldığım diğer hastalar sayesinde sıklıkla karşılaştım. Kurtuluşun buna bağlı olduğuna duyulan inanç, artık kendiliğinden kabul edilen bir önerme. Bağışıklık sistemi, kanser ve duygular arasında bir dakika düşünmeden kurulan bu ilişki, ‘uzman’ görüşleri ve ‘bilimsel’ araştırmalarla da destekleniyor. Böylece davranış bilimciler, yaşam koçları ve kişisel gelişim kitapları yazmaya can atan insanlar için önemli bir pazar yaratılıyor. Bu evrene ait olmayan herhangi bir görüş, hastalar da dahil olmak üzere, tehdide dönüşüyor.  
Bir gün mesaj panosuna, kemoterapinin güçten düşüren yan etkileri, sigorta şirketleri ve çevresel koşullara dair şikâyetlerimi içeren bir not bıraktım. Öfke başlığı altında listelediklerime pembe kurdeleyi de ekledim! Sigorta şirketi ile girdiğim mücadeleyi destekleyen birkaç satırın dışında, genellikle sitem aldım. Bir arkadaşım, ‘Bu tavrından hoşlanmadım, nihayetinde sana da bir faydası olmayacak’ dedi. Daha toleranslı bir diğeri, hayatımın bu noktasında, tüm enerjimi huzurum için harcamam gerektiğini ve ne kadar yaşarsam yaşayayım, öfke ile yaşamanın tam bir israf olduğunu söyledi.
…Pozitif düşüncenin, kanseri bir trajediden çok tıpkı menapoz gibi hayatın normal aşamalarından biri oyarak algılama eğilimi, yaygın meme kanseri söyleminin bir parçası. Burada hastalık ehlileştirilmekle kalmıyor, kanserin kaçınılmaz kayıplarına karşı duran kadınlar, aynı zamanda ödüllendiriliyor. Kemoterapinin zayıflatan/sıkılaştıran etkisi ve daha gür çıkan saçlarla kadınlar, daha seksi ve fark edilir oluyorlar! Şunu söyleyebilirim ki, meme kanseri beni daha sevimli, daha güçlü ya da daha kadınsı yapmadı. Eğer kanser bana bir ‘hediye’ verdiyse bu, bizi gerçeği inkâr etmeye, acıyı neşeyle kabul etmeye ve kendi kaderimiz için kendimizi suçlamaya zorlayan ideolojik baskıyı fark etmem oldu."

16 Aralık 2011

Bilinçli/Bilinçsiz Hasta

Bu kaydın içeriğiyle örtüştüğünü düşündüğüm
kitap kapağı, Mehmet Öz'ün "Siz" serisinden!
Kasım ayından itibaren kanserle ilgili girdiğim 8 kaydın ardından bu dokuzuncusu da, tıpkı diğerleri gibi, hastalığı farklı bir tartışma noktasına taşıyacak ve bütünün önemli parçalarından birini oluşturacak. Zira Metis Yayınları’ndan çok yeni çıkan “Neoliberalizm ve Mahremiyet” isimli kitaptan, Ayşecan Terzioğlu’nun kaleme aldığı “Küreselleşme, Kanser ve Hastalık Anlatıları: Bilinçli/Bilinçsiz Hastadan Biyolojik Vatandaşlığa Geçiş” başlıklı çalışması, bize, kanseri toplumsal olanla birlikte değerlendirme olanağı verecek. Terzioğlu’nun; hastalık anlatısının paylaşımı konusundaki stratejiler, “kendi kendine yeten yalnız hasta” imgesi, kanser ve tedavisiyle birlikte ortaya çıkan cinsiyet rollerindeki değişimler ve tıp alanındaki sık kullanımından dolayı kanser hastalarının da önemli ölçüde içselleştirdiği bilinçli hasta-bilinçsiz hasta kategorileri gibi temalar üzerinde şekillenen makalesi, burada, benim önemli bulduğum üç tespitiyle, sınırlı bir biçimde temsil edilecek. Hem bu yazı, hem de Türkiye’de dönüşen mahremiyet algısını çeşitli alanlarda inceleyen diğerleri için, kitabı edinmeniz gerekecek.
KİŞİSEL/TOPLUMSAL-MAHREM/KAMUSAL: Kanser, son yıllarda Türkiye’de en çok konuşulan ve toplumsal görünürlüğü olan bir hastalık. 2000’li yıllarda kuş ve domuz gribi gibi salgın hastalıklar toplumda panik yaratarak, tıbbi ve politik tartışmalara sebep olsa da, bu hastalıklar gündemi yalnızca bir süreliğine işgal ediyor ve zaman içinde etkisini kaybediyor. Oysa kanser, şehirleşme, sanayileşme, yaşamın hızlanması ve bireyselleşmesi gibi günümüz toplumunun yapısını belirleyen süreçlerle de özdeşleştiği için “bugünün hastalığı” olarak tanımlanıyor. Kanserin sebepleri gibi, kanser hastalarının hastalık deneyimleri de Türkiye’de yaşanan toplumsal değişimler ve sorunlarla yakından ilgili; dolayısıyla “kanser” anlatıları çoğu zaman bu ülkedeki ve dünyadaki siyasal ve toplumsal süreçler hakkındaki değerlendirmelerle iç içe geçiyor. Kanser hastalarının hastalık anlatılarında ve bu hastalık üzerinde oluşturulan toplumsal ve tıbbi söylemlerde, kişisel ve mahrem olanın toplumsal ve kamusal olanla böylesine iç içe geçmesi, bize kanser anlatıları üzerinden farklı bir toplumsal okuma yapma olanağı veriyor.
BİREYSEL SAĞLIK/HALK SAĞLIĞI: 1980 sonrası, neoliberalizm ve küreselleşmeyle birlikte gelen özelleştirme süreci, Türkiye’de 90’larda birçok özel hastanenin açılmasına sebep oldu ve devlet giderek sağlık alanındaki etkinliğini azaltarak, uygulayıcıdan denetleyici konumuna geçti. Bugün Türkiye’deki hantal, bürokratik, kalabalık ve reformlara rağmen kendini tam olarak yenileyemeyen devlet hastaneleri ve küçük bir gruba hizmet eden lüks ve pahalı özel hastanelerin arasındaki farklılıklar, bu gelişmelerin bir sonucu. Sağlık alanında ülkenin kırsal ve kentsel bölgeleri, doğusu ve batısı arasındaki bölgesel ve ekonomik eşitsizlikler, özelleştirmeyle oluşan yeni sağlık anlayışıyla birlikte iyice arttı. Bu anlayışa göre çevre ve halk sağlığı dalları tıp alanında giderek önemini yitirirken, insan sağlığını etkileyen iş ve yaşam koşulları da tıp tarafından daha az göz önüne alınır oldu. Devletin sağlık hizmetlerine erişimde eşitliği sağlama rolünün de azalmasıyla beraber, sağlık giderek temel bir insan hakkı olarak görülmekten çıkarak, kişinin kendi sorumluluğunda olan bir konu haline geldi. Birey, sağlığını korumak, hastalıklardan kaçınmak ve hasta olduğu zaman en etkin tedavi biçimine ulaşmayı bilmek, bu konularda en doğru bilgilere nasıl ulaşacağını öğrenmek zorunda. Bu, onun sağlık konusundaki temel mesuliyeti. Bu anlayış medyada da vurgulanıyor ve yeniden üretiliyor. Bireyin hastalıklardan korunmak için neler yapması gerektiği konusundaki “uzman” doktor görüşleri, sağlık alanındaki eşitsizlikler, ayrımcılıklar veya iş ve çevre sağlığı haberlerinden çok daha fazla yer buluyor.
BİLİNÇLİ/BİLİNÇSİZ HASTA: Türkiye’de bilimsel bilginin üstünlüğüne inanmanın modernlik ve iyi vatandaşlıkla özdeşleştirilmesi, tıp uzmanları ve toplum arasındaki ilişkiyi de etkiliyor. Buna göre Türk modernitesinin içerdiği iyi vatandaş ve “ötekiler” ayrımının, tıp alanına bilinçli ve bilinçsiz hasta olarak yansıdığını söyleyebiliriz. İyi ve kötü hasta anlamına da gelen bu ayrımı doktorlar, kolay iletişim kurulabilen hastaları diğerlerinden ayırabilmek için yaptıklarını söylüyor. Bilinçli hastayı onlarla aynı dili konuşan, şehirli, eğitimli ve hastanede nasıl davranacağını bilen hasta şeklinde tanımlıyor. Bilinçsiz hasta ise cahil, eğitimsiz, köylü, batıl inançlı ve doktorları yeterince takdir etmeyen hastaya karşılık geliyor. Bu ayrım doktor ve hemşirelerin hastalara karşı tutum ve davranışlarını, hatta kanser hastalarının diğer hastalarla yakınlık kurma stratejilerini de belirliyor. 

12 Aralık 2011

Çocuk ve Kanser

When Mommy Loses Her Hair - Mom Has Cancer - Taking Cancer to School - When Someone You Love Has Cancer - I Miss You (A first look at death) - Chemo to the rescue! - Chemo Girl – I am  a kid living with cancer – Nowhere Hair…
Bu başlıkların hepsi, ya kendisi kanser hastası ya da bir yakını kanserle mücadele eden çocuklar için, yetişkinler tarafından yazılmış kitaplara ait. Çocuğu uzun ve meşakkatli tedavi sürecine ya da bir yakının kaybına/ölümüne hazırlamayı amaçlayan bu kitaplar, ister ziyaret isterse tedavi için bulundukları hastane günlerinde, çocukların kullanabilecekleri/oyalanabilecekleri aktivite kitapları ve stickerlar da içeriyor. Türkçe örneklerine rastlamadığım bu materyallerin, içeriklerinden haberdar olmak için internet yeterli değil. Yine de, kendisi ve bir yakını için satın alıp okuyan ya da kullanan okurların yorumları, fikir edinebilmek için ipucu veriyor.   

Kimi, renkli ve basit illüstrasyonlar sayesinde kolay anlaşılabilen bu kitapların, hastalıkla baş etmeye çalışan aileler için ne büyük bir yardımda bulunduğunu, kanser merkezleri ve hastanelerin bu tür kitapları farkındalık yaratmak için mutlaka edinmeleri gerektiğini söylerken, bazıları da kitapları; ameliyat, radyoterapi, kemoterapi gibi süreçlerin sözlük düzeyinde açıklamalarının yer aldığı, sıcak bir hikaye kurgusundan yoksun metinler olarak tanımlıyor. Bir kısmı ise, hastalığın kaderle birlikte anıldığı, iyileşmenin de dualarla gerçekleşebileceği yönünde verilen mesajlara yüksek sesle itiraz ediyor.

Bir çocuk kitabının en büyük handikapı, onu bir “yetişkinin” yazması olabilir. Zira yazar, kendisinin bile farkında olmadığı kaygıları, yüzleşmekte zorlandığı kavramları aktarırken, basitleştirmek yerine katmanlaştırarak daha karmaşık hale getirebilir. Tıpkı, bebeklerin nereden geldiği merak eden 5 yaşındaki bir çocuğa; yumurta ve spermlerden, kuşlar ve arılardan bahseden ebeveynler gibi. Belki de en önemlisi önce çocuğu dinlemektir. Böylece “Annelerinin karnında büyürler” doğrudan ve tatmin edeci bir cevap olabilir. Benzer bir durum ölüm için de geçerli. Örneğin ölen ev hayvanına ne olduğunu soran bir çocuğa “Cennete gitti” ya da “Tanrı tarafından çağrıldı” gibi cevaplar vermek, “Yeteri kadar su verilmediği için” ya da “Çok hastalandı ve onu iyileştiremedik” demekten çok daha kafa karıştırıcıdır.
Diğer yandan asıl mesele, açıkça sorulamayan, görünmeyen soruyu anlamak olabilir. Hayvana ne olduğunu üzerinden “Ya ben de çok hasta olursam?” diyerek meraklanan, “Neden kimse ona su vermemiş?” sorusuyla kendini gösteren ve ona kimin bakacağı ile kaygılanan süreci görmek ve yaşanan telaşı gidermektir. Kim bilir?

9 Aralık 2011

Kanser İktidarı

Yandaki fotoğrafları, kanserle ilgili kısa bir internet araştırması sonrası; 200 yaşı görmeyi umut eden bilim adamlarının açıklamaları, bankaların kanser hastalarına verdiği moral destek poliçeleri, buğday çimeni suyu içmeyi salık veren son sağlık trendleri, “Memenizi geri alın!” diye bağıran estetik cerrahlarının söylemleri, “kanserlilere” yapılan kablosuz internet uyarıları ve hastalıkların sebeplerini zayıf karakter olarak gösteren bilimsel çalışmalar arasında buldum. “Güzeller kansere karşı poz verdi” başlığı ile verilen haberde, beyin kanserine dikkat çekmek için yapılan bir kampanyadan söz ediliyordu. Kampanyanın ismi The Beauty Book for Brain Cancer olunca, çirkini/öldüreni tahmin etmek zor değildi.
Bir hasta yakını olarak, fotoğrafların anlaşılmazlığını/anlamsızlığını, kanserle ilgili bir o kadar karmaşık olan başka bir metinle, annemin ameliyat raporu ile ilişkilendirmeyi düşündüm. İkisi de, hem hasta hem de çevresindekiler için hastalığın tanınması ve bilgilendirilmesi konusunda, ortak bir noktayı paylaşıyorlardı. Fakat bu “dışarıdan” bakışın, “içeridekilere” ne ifade ettiğini, iyi ya da kötü demeden anlatmanın başka bir yolu olabilir miydi? Çünkü hastalığın da, içine aldıkları ve dışarıda tuttukları, kendi hiyerarşisi ve iktidarı vardı. Sonra aklıma, anneme konulan anaplastik astrositoma teşhisinin ardından yaptığım telaşlı aramaların sonucu karşıma çıkan blog geldi. Şevket Zaimoğlu, kendi yaşadıklarını http://beyintumoru.blogspot.com aracılığı ile Ankara’dan anlatıyordu:
“57 yaşındaki babamın beyninde bir tümör var. Tümörün patolojik tanısı, anaplastik oligodendroglioma. Dünya Sağlık Örgütü WHO'nun beyin tümörü tasnifine göre 3. derece. Ayrıca kötü huylu bu tümör, çok kritik bir konumda; sol parietal lobda, konuşma merkezi ve motor kortekse çok yakın. Babam, Ağustos 2005'te ameliyat oldu, ne var ki ameliyatta tümörün ancak % 40-50'si alınabildi. Buna rağmen ameliyattan sonra sağ tarafta güç kaybı ve konuşma problemleri yaşadı. Ameliyattan sonra Eylül-Ekim 2005'te radyoterapi gördü. Kasım 2005'ten bu yana ise kemoterapiye devam ediyoruz.”
En yeni kaydını 2008 yılında giren Zaimoğlu, kendi ifadesiyle bu günlüğü, babasının hastalığının seyri hakkında kayıtlar düşmek, tedavi sürecinde yaşadıklarını anlatmak, doktorlar ve hastanelerle ilgili tecrübelerini aktarmak, beyin tümörleri üzerine yapılan araştırmalar ve ilaçlar hakkında bilgi vermek amacıyla, önce kendi için tutuyordu. Sonra:
“-Bizimle aynı durumda olan başka beyin tümörü hastaları ve hasta yakınlarına ulaşmayı amaçlıyorum. Zaman kısıtlı. Karşımızda son derece tehlikeli bir tümör var. Birbirimizden öğreneceğimiz, tecrübelerimizden yararlanacağımız daha çok konu var.
-Bir taraftan da, sağlık profesyonelleri için yazıyorum. Maalesef ülkemizde sağlık çalışanları ile sağlık hizmeti alan bizler arasında, muazzam bir diyalogsuzluk ve karşılıklı önyargılar var. Sağlık sistemimiz, herkesin suçu başkalarında bulduğu, herkesin şikayetçi olduğu bir kördüğüme dönüşmüş durumda. Ümit ediyorum ki bu blogu okuyan sağlık profesyonelleri, özellikle de doktorlar, hasta ve hasta yakınlarının cephesinden işlerin nasıl göründüğü konusunda bazı doneler elde ederler. Eğer bu blog, sağlık çalışanı okurlarında, yeni empati kanallarının açılmasına hizmet edebilirse kendimi mutlu sayacağım.
-Son olarak bu blogu, bizim şu anda geçtiğimiz yollardan daha önce geçmiş, bu amansız hastalıkla mücadele etmiş ama maalesef hastaları vefat etmiş hasta yakınlarına ulaşmak için yazıyorum. Yakınlarına beyin tümörü nedeniyle kaybetmiş hasta yakınlarından gelecek bir ufak tavsiye, bir ipucu, bir destek mesajı, zor zamanda imdada yetişebilir.”
Bense, kanseri ve tüm bu kanallar vasıtasıyla ortaya konan algılanış biçimlerini, okumak istediklerimi kaydederek, daha büyük resmi görmek ve kendimi "iyileştirmek" için kullanıyorum. 

6 Aralık 2011

Doğal Ölüm


Bu kaydı; hastaları, hasta yakınları ve çalışma arkadaşları üzerinde tuhaf bir iktidar kuran annemin doktoru ile yaptığım görüşmenin akabinde giriyorum. “Şeytansı ölümün tüm formlarının çok yönlü dışlanmasına nüfuz etmediğimiz sürece, toplumsal düzenlenişimizin derin yapısını tam olarak kavrayamayız” diyen Ivan Illich’in, 2004 yılında Cogito’da yayınlanan makalesini, düşsel nitelikleriyle birlikte bir dehşet kaynağı olmayı sürdüren ölüm kavramının, hem kişisel olarak karşılıklarını bulmak hem de toplumsal gelişim kavramıyla nasıl iç içe geçtiğini anlamak için paylaşıyorum:
Bu kaydın ikonografik bir ifadesi olarak, annemin en son çekilen MR'ından bir kesiti, bozarak, metnin düşündürdükleri doğrultusunda kullanmayı uygun buldum.
“Tüm toplumlarda baskın ölüm imgesi yaygın sağlık kavramını belirler. Belirsiz bir tarihte gerçekleşecek belli bir olayın toplumsal yönden koşullanmış beklentisi olarak böylesi bir imge; kurumsal yapılar, köklü mitoslar ve hakim toplumsal karakter tarafından şekillendirilir. Bir toplumun ölüm imgesi, o toplumun insanlarının bağımsızlık, kişisel bağlılık, özgüven ve canlılık düzeyini gözler önüne serer.
… 'Doğal ölüm' imgesi, yani ileri bir yaşta ama henüz sağlıklıyken tıbbi gözetim altında öleceğimize yönelik beklenti, çok yakın bir dönemde ortaya çıkmış bir idealdir. Ölüm imgesi geride bıraktığımız beş yüz yıl içinde beş ayrı aşamadan geçmiştir. Bu gelişimin her aşamasında yeni bir dizi tepki geliştirmiş ve giderek tıbbi bir kimliğe bürünmüştür.
…Doğal ölümün tarihi, ölüm karşısında verilen mücadelenin tıbbileşmesinin tarihidir.
Doğal ölüm anlayışının ortaya çıkması, ölüme ve hastalığa yönelik yeni tavırların gelişmesine neden olmuştur. Bu tavırlar 17. yüzyılın sonlarında yaygınlaşmaya başlar. Ortaçağ boyunca insan bedeni kutsal sayılmıştır; oysa artık neşter cesedin her bölgesine girme hakkı kazanır. 19. yüzyılda yeni bir değişim geçirerek, artık yalnızca, hem sağlıksız hem de yaşlı olan kişide doğal görülür; bunun dışında her ölüm, “zamansız”dır. Artık ölümün, sebebi doktorun tanımladığı belirli hastalıkların sonucudur.
…Ölüm belirsizleşerek metaforik bir biçim alır, onun yerine katil hastalıklar gelir. Ölüm kavramı altında değerlendirilen genel doğa gücü, klinik ölüme neden olan bir dizi özel etkene dönüşür. Bu kez sayısız “ölüm” ortalıkta gezinmeye başlar. Doktorların bazı hastalıkların gelişimini engelleyebileceğine yönelik umut, ölümün üstesinden gelebilecek güçte olduklarına ilişkin mitosların doğmasına neden olur. Söz konusu mesleğe atfedilen yeni güçler, klinisyenin toplumsal konumunda bir değişim getirir.
…Ölümün tıbbileşmesi aracılığıyla, sağlık hizmetleri diğer tüm inançları dışlayan bir dünya dini haline getirilmiştir, bu dinin kuralları zorunlu derslerde öğretilir ve ahlaki çerçevesi, çevrenin bürokratik yeniden yapılandırılmasına uygulanır; cinsellik bile kitabına göre yaşanır, hijyen kaygısı yüzünden, iki kişinin bir kaşığı paylaşması kötülenir.
…Bugün 'doğal ölüm', artık organizmanın tedaviyi reddettiği ana dönüşmüştür. İnsan artık son nefesini vermiyor ya da kalbi durduğu için ölmüyor; elektroansefalogram düz bir çizgi çizdiği zaman ölüyor. Toplumsal anlamda kabul gören ölüm, insan yalnızca üretici olarak değil, aynı zamanda tüketici olarak da işe yaramaz hale geldiği zaman gerçekleşiyor. Yani büyük emek verilerek eğitilen bir tüketicinin, tamamen kaybedildiğini kayda geçirmekten başka çare kalmadığında. Ölüm tüketici direnişin nihai biçimi kabul ediliyor.
…Geleneksel olarak ölüm karşısında en korunaklı konumda bulunan kişi, toplumun ölüme mahkum ettiği kişidir. Onun ne zaman ve hangi kesip biçmelerden sonra öleceğine, sağlık sistemi aracılığıyla eylemde bulunan toplum karar verir. Toplumun tıbbileşmesi doğal ölüm çağının sonunu getirmiştir. Batılı, kendi ölümünü yönetme hakkını yitirmiştir. Sağlık ya da özerk mücadele gücü ondan esirgenir, son nefesinde bile. Teknik ölüm, ölme karşısında bir zafer kazanmıştır. Mekanik ölüm, diğer tüm ölümleri yenmiş ve yok etmiştir.”

3 Aralık 2011

Yastık

Yastık, sadece "uyumaya" yardım eder!
“Kanserden kurtulmanın yollarını arayan bir hasta ya da ona nasıl daha faydalı olabileceğini araştıran hasta yakını mısınız? Hastalığın tekrarlamasından, normal hayata tekrar adapte olamamaktan mı korkuyorsunuz? Kanseri yenen Phil Kerslake’nin kaleminden bu kitap, kanserle nasıl başa çıkabileceğinizi, gerçek bir savaşçının ne demek olduğunu, istek ve arzularınızı nasıl eyleme dönüştürebileceğinizi, daha dengeli ve anlamlı bir yaşam için neler yapmanız gerektiğini anlatıyor.” 
"Life, Happiness and Cancer/Hayat, Mutluluk ve Kanser" isimli kitabın arka kapağında böyle yazıyor. Yeni Zelanda'nın ünlü simalarından Kerslake kitapta, “basit ama etkili” olarak gördüğü 4 yöntemden birinde ise, şöyle öneriyor: 
“Öfkeyi dışarı vurmanın pek çok yolu var. Örneğin bir yastık bu amaca hizmet edebilir. Eğer yumruklamak sizin tarzınız değilse, yastığı parçalara ayırabilirsiniz. İyi hissetmediğinizde yastığa bağırabilir veya çığlık atabilirsiniz. Ayrıca kendinizi fazla yormayacak fiziksel egzersizler yapabilir; koşu, bisiklet, yoga, bahçe ya da sizi öfkeden uzak tutup meşgul edecek herhangi bir şey deneyebilirsiniz.”
Hayat ve mutluluğu yan yana getiren ama kanseri ondan ayrıştıran kitabın başlığının aksine, kanseri ve beraberinde getirdiklerinden biri olan ölümü, “yaşamın her dakikasının ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatan bir işaret” olarak algılamadığımdan ve “normal hayat”a karşılık gelenleri zihnimde sıklıkla evirip çevirdiğimden, yukarıdaki satırları başka bir kitapla ilişkilendirerek okumak istiyorum. Zira Fransız tarihçi Philippe Aries'in “Batılının Ölüm Karşısında Tavırları” başlıklı kitabının 1997 yılında Virgül’de yayınlanan eleştirisi, bu yaklaşımı anlamak için önemli:
“Aries, Batı uygarlığının ölüme bakışının Ortaçağ başlarından 19. yüzyılın ortalarına kadar fazla değişmeden kaldığını söyler. Bu bin yıla yakın süre içinde ölüm, insanlar için yakın ve tanıdık bir şeydir; bir kaderdir, insanın kişiliğini yok eden değil, uykuya yatıran bir kaderin farkına varılmasıdır. Bu yüzden ölüm döşeğindeki kişinin kendisinin de katıldığı kamusal bir tören, kolektif bir ayin olarak yaşanır. İnsanlar evlerinde ölür; ölmekte olan kişinin odasına o kişinin yakınları, hatta çocuklar da girebilir. İnsanlar yakınlarının ölümüne olduğu kadar kendi ölümlerine de yabancı değildir. Batılının ölüm karşısında tavırları, ölümle kurulmuş bu tanıdıklığın değişmesinin hikâyesidir.
Aries'e göre 18. yüzyıl sonuna doğru şehirlerde ilginç bir gelişme yaşanır. Kişinin kendisinin değil de başkasının ölümünün önem kazanmasıyla birlikte ölüm, daha romantik bir dille ele alınmaya başlanır. Ölen kişinin sözcük ve hareketleri önceki dönemlerde olmadığı kadar önem kazanır, ölüm daha gösterişli bir dekorla kuşatılır, adeta aşırılaşır, kişisel bir kült olmaya doğru ilerler. 18. yüzyıl sonundan başlayarak bugüne kadar süren bu tavır, Aries'e göre kaynağını Hıristiyanlıkta değil, pozitivizmde bulmuştur; yurtseverliğin, milliyetçiliğin ifadesi olan bu ölüm kültü, ölümün yüceltilmesini, duygusallaştırılmasını içerir. Aries 19. yüzyılda ölümün her yerde görülmesinin (cenaze törenlerinin, kabirlerin, mezar ziyaretlerinin, matem kıyafetlerinin ve matemin kendisinin daha gösterişli hale gelmesinin, mezarlıkların kapladığı alanın büyümesinin) aslında bir körelmeyi, ölüm karşısındaki tanıdıklık duygusunun körelişini gizlediğinden söz eder. Sonunda bu etkileyici dekor yıkıldığında, ölüm adlandırılamaz hale gelmiş, insanın tevekkülle karşıladığı tanıdık bir son ya da romantik dönemde olduğu gibi dramatik bir simge olmaktan çıkıp, adını bile koyamayacağımız kadar korkunç, bastırılması gereken, utanç verici bir şeye dönüşmüştür. Ölüm döşeği, ölenin yakınlarının ve toplumun iyiliği için evden hastaneye taşınmıştır. Aries'e göre ilk kez 20. yüzyıl başında ABD'de ortaya çıkan, oradan endüstrileşmiş Avrupa'ya yayılan bir yasaktır bu: Ölümün çirkin yüzünün mutlu bir hayatın ortasında belirivermesinin doğurduğu rahatsızlığı, büyük ölüm sahnesinin hayatta kalanlarda uyandırdığı can sıkıntısını, duygu patlamasını ortadan kaldırmak için ölüme yasak konması gerekir. Batılının ölüm karşısında tavırları bu yasağın hikâyesidir.”